İSYAN GÜNLERİ

09 Şubat 2011 16:23 / 2604 kez okundu!

 


Tunus’la başlayıp Mısır’da en yüksek aşamasına tırmanan yeni bir Arap Ayaklanmasına tanıklık ediyoruz. Giderek Ürdün, Suriye, Yemen, Cezayir gibi ülkelerin halklarına da yayılmaya başlayan yeni bir muhalif dalga, tüm Orta Doğu ve Kuzey Afrika’yı kapsama olasılığını da içeriyor.

Bölgenin tüm otoriter ve totaliter yönetimleri, yükselen muhalif halk hareketlerinin ne yana gideceğini anlamaya çalışıyorlar. İktidarları hiç olmadığı kadar kaygan görünüyor kendilerine. Her “Sistem Karşıtı Harekette” görüleceği üzere verebileceklerinin en azını vererek, kendileri açısından epey riskli dönemi atlatmaya, iktidarlarını olabilecek en az zararla kurtarmaya çalışıyorlar. Tabi bu verebileceklerinin düzeyi, reformların düzeyini de belirleyecek.

Ama bu Arap halkları için yeterli olabilecek mi?

Bu sorunun yanıtı elbette ki meydanlardaki İsyan hareketlerinin varabileceği boyutla ve halk hareketlerinin taleplerinin radikalizmiyle ilgili. Onlarca yıldır, sömürgecilik sonrası dünyanın yükselen politikaları içinde, kaderleri daima batının emperyalist çıkar odakları tarafından belirlenmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Halkları ekmeğin, adaletin ve özgürlüğün en azıyla yetinmek zorunda bırakılmış, uygarlıkları yeni sömürgecilik mantıkları gereği küçümsenmiş, onurları “işe yaramaz-hakkına sahip çıkamaz halk tanımlamaları” ile kırılmıştır. Batı merkezli ırkçı bir bakış açısıyla tüm bu bölgenin halkları küçümsenmiş, kendilerine bağımlı kılınmaya çalışılmıştır. Arap halklarına karşı bu ırkçı bakış açısına ülkemizde de çokça rastlandığını söylemek zorundayız. Osmanlı ile başlayan bağımlılık ilişkileri İngiliz egemenliği ile devam etmiş ve günümüzde ABD’nin dünya hegemonik politikalarının çıkarları gereği iç politikaları işbirlikçiler eliyle yönlendirilmeye çalışılmıştır. Bu politikayı soğuk savaş döneminden kalma bir politika olarak değerlendirmek çok doğru olmayacaktır. Bölgeyi kendi çıkarları açısından denetiminde tutmak isteyen ABD-İsrail ortaklığı, bölge ülkelerindeki statükoların aynen devam etmesini, kendilerine yakın yönetimlerin iktidarlarının sarsılmamasını amaçlamaktadır.

Tunus’da kendiliğinden denebilecek bir hızda ortaya çıkan ayaklanma hareketi, uzun yıllar boyunca tek kişinin totaliter ve aşırı otoriter yönetimini ve ülkede devam eden işsizliğe, yoksulluğa, yönetimdeki Bin Ali ve ailesinin yolsuzluklarına karşı bir çığlık olarak ortaya çıkmıştır. Ekmek, Adalet ve Özgürlük temelli bir demokrasi arayışı olan Tunus Ayaklanmasında, arka planda olan muhalefet örgütlerini ve sendikaları görmek mümkündür. Her ailede bir polisin olduğu söylenen ve polis baskısının anlatılmakla bitirilemediği bir ülkede bu ayaklanmanın değeri iyi anlaşılmalıdır. Tarihsel olarak ordunun göreceli olarak zayıf olduğu Tunus’un bir polis devleti olarak değerlendirilmesi doğru olacaktır. Bu ülkede hareketin ilk ortaya çıktığı andan itibaren ülkenin İslamcılarının hemen hemen çok az etkili olması ve daha sonra ülkeye dönen İslamcıların Lideri Gannuşi’nin Demokrasi çerçevesi içinde yaptığı ılımlı konuşmaları ve kendilerinin sadece ülkenin demokratikleşmesiyle ilgilendiği konusundaki açıklamaları bir kenara not edilmelidir.

Tunus Ayaklanmasının tetiklediği Mısır Ayaklanması ise çok daha derin bir analizi hak etmektedir.

Bölgede en temel politik güçler olarak sayılan İran, Mısır, Türkiye ve İsrail’in oluşturduğu denklemde Mısır uzun yıllar boyunca aldığı ABD-İsrail yanlısı konumlanma, hem bölgedeki dengeleri değiştirmiş hem de bölge halklarının koyu bir sefalete sürüklenmesine neden olmuştu. ABD tarafından Mısır ordusuna karşılıksız yapılan 1,5 Milyar dolarlık askeri yardım bile Mısır’ın bölgedeki varlığının nerelere evrildiğini göstermektedir. ABD yanında 32 yıldır koyu bir otoriterizm içinde Mısır’ı yöneten Mübarek, her türlü demokratik hakkı yasaklayarak “demokrasiye layık olmayan cahil halkın” baskı ve zor yoluyla dize getirildiği bir ülke yaratmıştır. Bölgede saltanat ilkesi olan babadan oğula iktidarın devredilerek yönetimi daima iktidardaki ailenin elinde tutma anlayışının devam ettiği, burada da Mübareğin kendi yerine oğlu Cemal’i hazırlamasından belli olmuştu. Görüldüğü gibi Arap Modernleşmesi daha işin başındaydı ve bu modernleşmeyi geliştirici adım atmak konusunda gözle görülür bir niyet taşımıyorlardı.

Kişi başına GSMH’nın Tunus’ta 3000 Dolar olmasına karşın, Mısır’da 800 Dolar civarında olması ve Mısır’da çok daha yaygın olan İşsizliğin ve yoksulluğun, uzun yıllardır devam eden adaletsiz bir diktatörlükle birleşmesinin kaçınılmaz bir isyana neden olacağı kabul edilmelidir. CIA’nın yeni ortaya çıkan “Bölgede hoşnutsuzluğun arttığını biliyorduk ama böyle bir ayaklanmaya yol açacağını tahmin edemedik” diye kendi hükümetlerine rapor vermeleri iyi okunmalıdır. Mısır’da Ayaklanma hiçbir örgütsel hazırlığı olmayan, literatürdeki “kendiliğinden” terimi ile açıklanabilecek bir ayaklanmalıdır. Tabi internetten birbirine “Tahrir’de toplanma” çağrısı yapan gençlerin “Yeter artık” çığlıklarını örgütlü bir ayaklanma hazırlığı olarak görme gibi bir anlayış varsa diyecek bir şey kalmaz. Ama, bence bu ayaklanma tam da kitlelerin “yeter artık” çığlıklarının uygun zamanda ve uygun bir yerde karşılık bulmasıdır. Ve bu gibi isyanlarda her zaman olduğu gibi, hareketin bir ayaklanmaya dönüşmesi işlemini iktidarların güvenlik güçleri sağlar. Burada Mübarek’in resmi ve sivil güvenlik güçlerinin kullandığı aşırı şiddet ve zor bunu sağlamıştır. Zor zoru doğurmuş ve ayaklanma milyonları alanlara dökmüş, iktidarın simgeleri birer birer kitlelerin saldırısına uğramıştır. Gerek sivilleştirilmiş güvenlik güçlerinin ve gerekse iktidar partisinin kiralık güçlerinin (Belgelerle bunlar ortaya çıkmıştır) hala devam eden saldırıları, provokasyonları diktatörlüğün devamı yönünde atılan çaresiz adımlar olarak okunmalıdır. Özellikle –Kahire’deki ve Tahrir’deki saldırılar bir yana- İskenderiye ve diğer ayaklanmanın yaşandığı şehirlerde, kitleleri yılgınlığa sürüklemek adına polis’in uyguladığı şiddet ve terör unutulmamalıdır. 29 Mısır kentinden 28’inde ayaklanma hareketleri devam etmektedir.

Burada yeni bir soru sormanın zamanıdır sanıyorum. Muhalif güçlerin içinde yer alan “Müslüman Kardeşler” örgütü iktidarı ele geçirip Mısır’a şeriatı getiremez mi? Böyle bir tehlike yok mu? Bu durumda Mübareğin iktidarının devamını savunmak gerekmez mi?

Önce bu soruların çok yoğun olarak sorulduğu ve cevapların da verildiğini söyleyebilirim, bazı çevrelerde. Özellikle CHP’liler içinde, Mısır’ın da İran olacağı, şeriatın geleceği ve Mübareğin şeriatı önlemek için var olduğunu ve olması gerektiğini, dolayısıyla Mübareğin desteklenmesi gerektiği konuşuluyor. Sorular değil artık gündemlerinde olan, cevaplar verilmiş bile. Tabi bu arada kendilerini, çok karşılarında oldukları ABD’nin politikalarını da Mübarek ile birlikte destekler durumuna girdiklerini düşünmüyorlar.

Diktatörlüğe karşı iş, ekmek, adalet ve özgürlük için, demokratik haklar için, bir polis devletine karşı başkaldırmış, isyan etmiş, ayaklanmış bir halkın karşısında şeriat korkusu nedeniyle yer almak nasıl bir “devrimci” duygudur, nasıl bir sol duruş olarak okunmalıdır bu? Gericilik ve ilericilik arasında yeni tanımlamalara gereksinim duyduğumuz zamanlara geldiğimizi düşünüyorum artık.

Tahrir meydanında Müslümanların kuranıyla, hristiyanların haçının yan yana isyan bayrağı gibi durması, hiçbir dinsel, etnik farkı, ayrımı önemsemeden birlikte diktatörlüğe tavır alınmasının adeta bir simgesi idi. Bu birliktelik nasıl küçümsenir, nasıl yok sayılır? Kaldı ki Mısır da ayaklanmanın ilk başından bu yana ne Müslümanlar ne de hristiyanlar (ki nüfusun %10’unu oluşturuyorlar) vardı meydanlarda. Hep beraber sadece halk olarak vardılar ve hala da öyleler. Müslüman kardeşlerin ayaklanmaya katılması çok sonradan olmuştur. Sivil polislerin ve parayla tutulmuş develilerin, baltacıların saldırılarına karşı koymak için alana gelmeleri bile önceleri sadece Müslüman Kardeşlerin üyeleri bazında olmuştur. Örgüt olarak katılımı ise daha sonraya aittir. Yani deyim yerindeyse olayların biraz peşinden sürüklenmiştir bu hareket. Ve ayaklanmanın bir unsuru olduğundan bu yana söyledikleri tek söz de “demokratik bir ülke ve demokratik seçimler istedikleri, ülkeyi tek başında yönetme arzusunda olmadıkları”. Uzun bir süredir bu örgütün içinde farklı fraksiyonların mücadelesi olduğu, bir siyasi partiye dönüşme ile cemaatsal bir örgüt olarak kalma ve sadece halkın yardımlaşma ve dayanışması ile ilgilenilmesi gereken bir yapının sürdürülmesi gerektiğinin yoğun olarak tartışıldığı biliniyor. Ayrıca Hareket içindeki gençlerle yaşlıların arasında da hareketin tutuculuğu ve daha liberal bir hareket olması yönünde de bir tartışmanın sürdüğü söyleniyor. Bu tip hareketlerde, politik gelişmelere ve örgütlerin iç yapılarındaki gelişmelerin gidilecek doğrultuyu belirlediği ve bunun da her zaman gerek liberalleşme veya giderek radikalleşme yönündeki olası adımların söz konusu olacağı elbette unutulmamalıdır. Ama bu risklerin varlığı hiçbir halk hareketine, halk ayaklanmasına karşı diktatörlük yanlısı tavırlar alınmasını haklı göstermez.

Bir başka bakış açısına göre ise ordunun desteklediği, koruduğu hiçbir ayaklanma olamaz, o halde bu da bir halk ayaklanması değildir.

Burada Mısır ordusunun halkın ayaklanmasını desteklediği veya en azından koruduğu savına katılmadığımı söylemeliyim. Mısır ordusu, bence olayların ayni zamanda kendi denetiminden de çıkmasını istemediği için görünür anlamda “tarafsız” kalmaya aşırı bir özen gösteriyor. Son sözü kendisinin söyleyeceği koşulları yanlış bir hareketle kaybetmek istemiyor. Yoksa bir yandan muhalefeti koruyor görünüp, diğer yandan Mübarek yanlılarının Tahrir meydanına yaptıkları saldırılarda neden yolu açsın, barikati kaldırsın. Mısır ordusu gelişmelerin kendisinin de denetleyemeyeceği bir duruma gelmesini istemediği gibi, kendi içindeki tabandaki askerlerin tavrının da halk muhalefetinin yanına geçmesinden, en azından bölünmesinden de ciddi olarak çekiniyor. Ordu bir yandan tabanda “dengeli” ve “tarafsız” bir tavır alırken diğer yandan Mübareğin boşalttığı hükümet üyelerinin yerine ya asker ya da emekli askerlerin atanması ile yeni durumda kendini daha güçlü buluyor. Burada doğal olarak Mübareğin Halk muhalefetiyle oynadığı satrancın büyük önemi var. Her şey zaman ayarlı bir sürece işaret ediyor.

Son olarak ABD ve AB’nin Mısır üzerine politik tavırlarının çok önemli olduğunu not etmek gerekiyor. AB’nin Arap dünyasında her hangi bir başkaldırının sadece kendi bölgesinde etkili olacağına ihtimal verecek kadar vurdumduymaz olacaklarını düşünmek biraz safdillik olacaktır. Ama AB’nin ayaklanmanın en başında Tunus’ta iktidar yanlısı olarak aldığı tavır ve kullandığı söylem, Muhafazakar bir Avrupa’nın dilini bir kez daha açığa vurmuştur. Bu tavırlarıyla dış politikanın en temel yapı taşları olan “Değerler ve Çıkarlar üzerine politika yapmak” ilkesinde sadece çıkarları dikkate alan ve değerleri yerle bir eden bir dış politikanın dışa vurumu ile karşı karşıya kalınmıştır. Ayni tavrı AB’den Balkan savaşlarında da gördüğümüzü hatırlamak gerekiyor. AB ne yazık ki son yıllarda –bu yazının konusu olmasa da- giderek daha fazla çokkültürlülük karşıtı, dinsel kimliğin tekliğine daha fazla vurgu yapan ve dışlayıcı-ötekileştirici bir sağ politikayı giderek coğrafyasına yayan bir kimliğe bürünüyor.

Sanırım AB, Mısır ayaklanmasının Kuzey Afrika ve Orta Doğu coğrafyasına yayılmasından daha çok, bir Arap devrimine dönüşerek kendi coğrafyasına da sıçramasından ölesiye korkuyor.

ABD’nin elbette böyle bir korkusunun olduğunu sanmak doğru değil ama ayaklanmanın olası bir Arap Devrimine doğru genişleyip kendisini ve İsrail’i bölgede tamamen dışlama-devre dışı bırakma riskini doğru olarak okuyor. Ayaklanmanın nerelere gidebileceği henüz ucu açık bir süreç olarak duruyor. Elbette Ayaklanmanın unsurlarından, özellikle orta sınıf kesimlerinin liberal bir bakışla ayaklanmanın en kısa sürede ve Mübareğin istifasıyla sonuçlanacak bir durumda bitirilmesini –bu durumda sistemin tüm aktörleri yerli yerinde durur ve Mısır derin devleti suyun başında olacaktır- ama daha alt kesimlerin, işçilerin, gençlerin ve “kaybedebilecekleri pek de fazla bir şeyleri olmayanların” daha radikal bir tutum benimsemeleri ve –elbette sosyalizm olmayan, ne yazık ki- demokratik bir Mısır’ı inşa yolunda ilerlemeleri düşünülebilir. Bu liberal ve Radikal seçeneklerin yanındaki –düşünülmesi muhakkak gereken- bir radikal seçenek de ülkedeki İslamcıların yönetimdeki olası ağırlıklarına paralel olarak sert bir İslamcı yöne yönelmeleridir. Burada doğal olarak ABD’nin seçeneğinin bir liberal adım olan Mübareğin gitmesi ve ülkede var olan statükonun yine ABD’nin –ve doğal olarak da İsrail’in- istediği gibi şimdiki konjonktürde sürmesi. Sanırım bizlerin seçeneğinin “Demokratik bir Mısır’ın inşası olması gerektiği" tartışmasız bir durumdur. Bu bakımdan ABD Mübareğin gitmesi konusunda ısrarlı baskılarını sürdürürken, halka yumuşak davranılması, özgürlük ve demokrasi istemlerinin yaşama geçirilmesi konusunda “liberal özgürlükçü” bir tavır alarak “Değişime sahip çıkarak değişmemenin koşullarını” yaratmaya çalışıyor.

Biz ise her zaman olduğu gibi, ilerlemenin ve halk hareketlerinin yanında kararlılıkla durmaya, enternasyonalist dayanışmamızı göstermeye devam edelim.

Zizek’in de dediği gibi, “Arapların Devrimci Ruhundan neden korkalım ki?” Bırakalım korkması gerekenler korksun.


Ferruh Erkem

08.02. 2011

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.