Düşünce özgürlüğü insanlığa karşı işlenen suçları kapsamaz - Ragıp Zarakolu

07 Ocak 2012 11:55  

 

Düşünce özgürlüğü insanlığa karşı işlenen suçları kapsamaz - Ragıp Zarakolu

Türkiye'de, Fransa'da çıkan yasaya ilişkin tartışmalardaki önyargı ve cehalet insanı şaşırtıyor. Daha metnini okuyup üzerinde düşünmemiş olanlar ahkâm kesip Türkiye'yi küçük düşürüyor.

Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’nda sadece bir holokosta, yani bir soykırıma sahne olmadı. Bunu işleyen mantık, aynı zamanda 50 milyon insanın hayatını yitirmesine neden oldu.
Bunun içindir ki orada ırkçılık, yabancı düşmanlığı en azından sözel ve formal olarak demokratik sistem tarafından bir tehlike olarak görülür (yani bizde olduğu gibi sosyalizm, farklı inançlar, azınlıklar, misyonerlik vb. değil). Bunun için okullarda soykırım konulu dersler verilir, ders kitapları nefret söyleminden arındırılır, filmler yapılır, kitaplar yazılır.
Buna rağmen Avrupa’da ekonomik krizlerin, kazanılmış toplumsal hakların yitirilmeye başlanmasının da etkisiyle, 1930’larda olduğu gibi ırkçılık ve yabancı düşmanlığı yükselme eğilimi göstermekte, bunun siyasal arenadaki yansımaları da artmaktadır.
ABD’de ifade özgürlüğü anlayışı, ilke olarak her türlü sınırlamaya karşıdır. ABD, aynı zamanda uluslararası savaş suçları ve bunların yargılanmasına ilişkin Roma Sözleşmesi’ni de imzalamamıştır. Nitekim ABD, 1948’de imzalanan BM Uluslararası Soykırım Sözleşmesi’ni de ancak 1986’da imzalamıştır.
Bu nedenle Avrupa’da Hitler’in ‘Kavgam’ adlı kitabı yayımlanamaz, Nazi işaretleriyle dolaşılamaz. Fakat ABD’de bunlar mümkündür. Çünkü ABD toprakları, Avrupa gibi hiçbir dünya savaşında yıkıma uğramamıştır.

Avrupa’da yasal adımlar
Soykırım ve nefret suçları, insanlığa karşı işlenen suçların övülmesi ve propagandası, bu nedenle insan hakları savunucuları tarafından ‘düşünce ve ifade özgürlüğü olarak kabul edilmezler’. Soykırım ve nefret suçlarına karşı olmak, aynı zamanda bir insan hakları savunucusu olmanın kriteridir. Nitekim kurucularından biri olmaktan onur duyduğum İnsan Hakları Derneği (İHD) 1985’te, 100 küsur yıllık tarihi olan Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu’na üyelik görüşmeleri yapılırken, kurumumuzun 1915 gerçekliğini kabul ettiği, genel başkan yardımcısı olarak bizzat benim tarafımdan beyan edilmiştir. 1993’te Ayşe Nur Zarakolu’nun yayımladığı Yves Ternon’un ‘Ermeni Tabusu’ adlı kitabının terör kapsamında yargılanması da Türkiye’de insan hakları savunucularının ‘ilkeli’ oluşunun bir örneği olarak kabul edilmiştir. Nitekim bu davaya ilişkin olarak Ternon/Zarakolu davasına, eski Paris Barosu başkanını gözlemci olarak yollamıştır. İHD, 1995’ten bu yana aynı zamanda azınlık haklarının da ilkeli bir savunucusu olmuş, daha 1990’larda Ara Sarafyan gibi araştırmacılara konferans verdirmiş, ilk 6-7 Eylül Olayları sergisini ve Tuzla Kampı’nın kapatılması sergisini düzenlemiş; 2005’ten itibaren de 24 Nisan’a ilişkin paneller düzenlemeye, açıklamalar yapmaya başlamıştır. İki yıldan beri Cumartesi Anneleri’nin kayıplar eylemliliğinde, kaybedilen Ermeni aydınlarından örneklere de sembolik olarak yer vermektedir.
Bugün Avrupa’da ırkçı dalganın yeni bir boyutu da hedef alınan Afrikalılar, Romanlar, Asyalılar yanında, bir ‘İslamofobi’ artışıdır. Bu gruplardan olan insanlar, ırkçı ve neo-Nazi mantalite tarafından adeta 1930’larda Almanya’da ve kimi Avrupa ülkelerinde Yahudiler nasıl görülüyorsa, öyle görünmektedir. Avrupa seçimlerinde ırkçılığın yeniden prim yapmaya başlaması, Almanya’da Neo-Nazilerin işlediği sistematik cinayetler ve en son Norveç’te yaşanan ırkçı katliam, yükselmekte olan bu yeni dalganın somut örnekleridir. Öte yandan yıllardır saldırıya uğrayan Yahudi ve Müslüman mezarları ve Ermeni anıtları da ‘inkârcılık’ karşısında, bunun aynı zamanda bir ‘eylem’ boyutu olması karşısında anlaşıldığı kadarıyla ‘yasal’ bir düzenlemeyi zorunlu kılmıştır. Ve ünlü 301. ve 305. maddeler, düşünce ve ifadeyi ‘terör’, yazar ve gazetecileri ‘terörist’ kabul eden ve her türlü savunma hakkını kısıtlayan, ayrımcılık yapan yasal sistemimizle herhalde en son söz hakkı bize düşer.
Bu bakımdan yükselen ırkçı ve neo-Nazi dalga karşısında demokratik sistemin, insanlığa karşı işlenmiş suçların inkârını yasal olarak önlemek istemesi anlaşılır bir şeydir. Her ne kadar bu tür eğilimlerin tek başına ‘yasa’ ile engellenmesinin mümkün olmadığı, çok daha köklü bir eğitim çalışmasına, daha fazla birlikte yaşama projesi üretilmesine ve her şeyden önce neo-faşist akımlarla, Soğuk Savaş kalıntısı derin ilişkilerin tasfiye edilmesine ihtiyaç olduğu açıktır.
Avrupa toplumu son yirmi yıldır azınlık haklarının, bölgesel kültürlerin korunması konusunda önemli yasal adımlar attı. Uluslararası hukuk alanında da insanlığa karşı işlenen suçların, savaş suçlarının yargılanamaz olmasının önüne geçilmesi için Roma Sözleşmesi gibi uluslararası sözleşmeler imzalandı. Ruanda ve Bosna yargılamaları gerçekleşti

Esas sefiller kim?
Türkiye’de, Fransa’da çıkan yasaya ilişkin tartışmalardaki önyargı ve cehalet beni şaşırtıyor. Daha metnini okuyup üzerinde düşünmemiş olanlar, ahkâm kesiyor, saçmalıyor ve Türkiye’yi küçük düşürüyorlar.
Dersim trajedisi için özür dileyenle inkâr edenin bir araya gelip ortak tavır koyması, bizi bin kat daha derin düşünmeye sevk etmesi gerek; bayram değil, seyran değil Kılıçdaroğlu bizi niye öptü diye; büyükelçi emeklisi Elekdağ niçin ekranları kapladı diye. Perinçek-Kerinçsizler, şöyle deseler haksız olmazlar mı: “Zihniyetimiz egemen, biz hapisteyiz.”
Elekdağ-Baykal ikilisinin 2005’te TBMM’yi sevk ettiği yanlış yol, bugün yine tekerrür ediyor. O zaman İngiliz parlamentosuna, bugün de Fransız parlamentosuna ders verdiriyor aynı mantık.
Şu anda hakikatleri araştırma komisyonu gibi çalışan Radikal’in ‘Les Misérables’ başlığı, bana çok irrite edici geldi. Acaba sefilleri oynayan kim? Türkiye’de şu anda yaşananlar bu sefaletten başka bir şey mi? Türkiye bir ceset tarlasına dönüşmüşken, bir yerler kazılırken neden bahsediyoruz Allah aşkına?
Türkiye basınında görebildiğim kadarıyla sadece Milliyet, Fransa’da çıkan yasanın tam metnini vererek gazetecilik yaptı. Ve Türkiye’de aklı başında olan insanlar, metinde tek bir ‘Ermeni’ kelimesi geçmediğini gördü.
2000’de Fransız senatosu çatısı altında yapılan Türk-Ermeni aydınları diyaloğunun düzenlenmesinde Türkiye ayağı için çalışmıştım. Ve bu tartışmada Cezayir olayında, o çatı altında Fransa’yı Cezayir konusunda kabul ve özre çağıran kişi, Fransız ordusunun işkenceden geçirdiği Fransız komünist yazar, Cezayir/Yahudi kökenli büyük insan Henri Alleg oldu. Kendisine Jean Claude ile başkanlık önerdiğimizde “Beni kabul etmezler” demişti.
Cezayirliler ise “Bizim adımızı ağzınıza almayın, acımızı sömürmeye kalkmayın2 dedi, 2000’de TBMM’ye Cezayir inkâr yasası geldiğinde.
Fransa’da yaşayan Ermeni kökenli yurttaşlar gibi, Cezayir kökenliler de kendilerine yönelik kıyımın tanınması için mücadele verip, bu yasa sayesinde bu gerçeğin inkârını engellemek için çalışacaktır.
Bu yıl soykırım inkâr yasasını hazırlayan Sosyalist Parti önemli bir adım atarak (bizim Dersim adımı gibi), 1961’de Paris’in göbeğinde Cezayirli protestocuların kıyıma uğratılıp Seine Nehri’ne dökülmesinden dolayı özür diledi.
2000’li yılların ortasında Hrant Dink beni ikna etti. Fransız parlamentosuna Ermeni soykırımını kabul eden yasa tasarısı geldiğinde, bunun ‘düşünce özgürlüğü’ açısından ele alınması gerektiğini söyledi. İkna oldum, ifade özgürlüğü açısından ‘Amerikan’ yaklaşımını değil, ‘Avrupalı’ yaklaşımını benimsedim. 2001’de son bir umut Paris’e gitmiştik rahmetli eşim Ayşe Nur ile birlikte. Jean Claude Kebabcıyan, onunla son bir röportaj yaptı. Ayşe bu röportajda 19 Aralık 2000’de yapılan ‘Hayata Dönüş’ katliamından acıyla söz etti ve Fransız parlamentosunun Ermeni Soykırımı’nı tanımasını eleştirmenin yanlış olduğunu söyledi. Anadolu’nun sağ kalmış insanları, elbette yaşadıkları her yerde bir haksızlığın giderilmesi ve kabul edilmesi için çaba harcayacaklardı. Ben de bir insan hakları savunucusu olarak, inkârın insanlığa karşı işlenen suçları meşru gösterdiği, nefret söylemlerini teşvik için ifade özgürlüğü kapsamında olmadığını düşünüyordum.

Hrant tasarıya karşıydı
2006’da ise Hrant, beni Etyen Mahçupyan ile birlikte Fransa’da parlamentoda bu yasanın çıkmaması için üçlü deklarasyonu imza etmeye ikna etti. Kendimi Hrant’tan daha ‘iyi’ bilir kabul edemezdim. Eğer o, soykırım kurbanı bir halkın çocuğu olarak Fransa’daki tasarıya karşı çıkıyorsa, ona ‘Hayır’ demek haddim değildi.
Hrant, “Bu yasayı Fransa’da çiğneyeceğim” dedi. Öte yandan Türkiye’de ‘soykırım’ tanımlamasını kullanmaktan kaçınmamaya başladı. Ve 301’den mahkûm oldu. Ve artık Hrant aramızda yok. Ve onu kaybettikten sonra, şanlı adaletimiz onu 1915’i ‘soykırım’ diye tanımladığı için mahkûm etti.
Ben eğer yaşasaydı Ayşe Nur’un, Taner Akçam gibi, Hrant ve Etyen Mahçupyan ile imzaladığımız üçlü deklarasyona katılmayacağını biliyorum. Bilinç altından belki de bu çabanın Hrant’ın yaşamasına olanak sağlayacağını düşünmüştüm. Heyhat, ne yanılgı!
Hrant’ın ölümünden sonra katıldığım konferanslarda, onun ölümüyle inkârcılığın nasıl maddi bir tehdit olduğunu anladığımı ifade ettim.
Bizzat Fransız parlamentosu önünde düzenlenen bayraklı protestolar, bu tehdidin ne kadar maddi olduğunu algılamamıza neden oldu. Ne Ermenilere ne Türklere değinen soykırımı inkâr yasası, adeta bir itirafa neden oldu.
Bu yasanın çıkmasına yol açan olaylar zincirini hatırlamak istemiyoruz. Resmi inkârcılık sadece ülkede değil, yurtdışında da faaliyette. İnsanların ‘yas gününde’ ne kadar çok taciz edildiğini biliyor musunuz? Kaç anıtın bombalandığını, kaç mezarlığın tahrip olduğunu, hakaret yazıları yazıldığını biliyor musunuz? Sadece Lyon kentinde kaç olay yaşandı?
Bizim açımızdan manevi değeri olan yerlere bu tür şeyler yapılsa ne hissedersiniz?
Eğer böyle yasalar çıkarılıyorsa, bunun kaynağının resmi inkârcılık olduğunu görmek zorundayız. Bütün bu olayların 12 Eylül faşist darbesinden sonra tırmanması bir tesadüf mü?
Bugün Asılsız Soykırım İddiaları ile Mücadele Koordinasyon Kurulu (ASİKK) gibi bir ‘ucube’ hâlâ devam ediyorsa, ortak bir ‘tarih komisyonu’ kurmaktan nasıl bahsedilebilir? Bunun samimiyetine kim inanır? İlk ASİKK Başkanı Devlet Bahçeli’ydi.
Sayın Abdullah Gül ise 2006’da ASİKK kurulu başkanıydı. Bugün bu kurulun başkanının kim olduğunu bilmiyoruz bile. O zaman siz neden bahsediyorsunuz, neye karşı çıkıyorsunuz Allah aşkına?

Radikal

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0