Cinayet - Ahmet Altan/Taraf

18 Eylül 2009 15:20  

 

Cinayet - Ahmet Altan/Taraf

Dönüşü olmayan andır o.

Bir insan bir insanı öldürdüğünde, kurban bu hayattan koparken, katil de hayatın içinde bir başka âlemin kapısından geçer.

Diğer insanlardan ayrılır.

Öldürdüğü insanın son görüntüsü onun ruhuna kazınır, ne kadar aldırmaz bir cani de olsa, öldürdüğü insanın hangi rüyasında hangi biçimde karşısına çıkacağını bilemez artık.

Kendi cinayetiyle damgalanır.

Birçok roman, birçok film, katilin öldürme anında hissettiği gücün, cinayetten sonra, yaptığını düzeltme ve değiştirme gücü olmadığını fark etmesiyle nasıl bir güçsüzlüğe ve vicdan azabına dönüştüğünü anlatır.

Cinayeti bir meslek olarak seçenler belki öldürmekten bir azap, bir acı çekmezler ama onlar da ölmenin ve öldürülmenin kolaylığını görerek aynı kolaylıkla öldürülebileceklerini bilmenin korkusunu yaşarlar.

Bir kere öldürmüş olanlar ise hayatları boyunca o “cinayet anını” defalarca yaşayacaklar demektir.

“Eğer öldürmeseydim hayatım başka türlü olacaktı” demekten kurtulamazlar.

Maktul için cinayet bir anda ölümüyle birlikte sona erer, katil için cinayet hayatı boyunca sürer.

Bir insan bir başkasını nasıl öldürür, bir insanı yok etmeye ve kendi hayatını bir cinayetle damgalamaya nasıl razı olur?

O an nasıl bir andır?

O korkunç “an” nasıl yaşanır?

Birçok sanatçının ilgisini çekmiştir bu sorular.

Zweig, öldürürken bir başkası haline dönüştüğümüzü söyler.

Kendimizden başka biri oluruz.

Belki de içimizde taşıdığımızı hiç bilmediğimiz bir kişilik ortaya çıkar.

Bize öğretilenleri unuttuğumuz, bildiğimiz bütün duygularımızı değiştirdiğimiz andır o.

Bütün insanlardan ayrıldığımız, geçmişimizle aramıza bir karanlık duvarın çekildiği, geleceği tümüyle unuttuğumuz bir anı yaşarız.

Katil bir karanlığın içine girer, orada bir başkası olur, bir insanı öldürür ve yeniden “aydınlığa” çıktığında arkasında bir ölü bırakmış olur.

Kemal Tahir, bir romanında, âşık olduğu kadını öldüren bir adamın hapishanede hep o kadından söz etmesini anlatır.

Bazen sanki o kadın hiç ölmemiş gibi, ondan sevgiyle “haspa” diye söz ederek, bazen de inanılmaz bir öfke krizine kapılarak konuşur katil.

Kıskançlık krizine kapılarak öldürenler ise herhalde katillerin en şanssız olanlarıdır.

Sevdiklerini kıskanıp öldürdüklerinde, cinayet anına kadar içlerini kemiren bütün o kuşkulara cevap verecek, o kuşkuları aydınlatacak insanı da yok etmiş olurlar, asla cevaplanamayacak olan sorularıyla baş başa kalırlar.

Âşık oldukları insanın “bir başkasını neden tercih” ettiğini, bir başkasıyla birlikteyken kendisini hiç düşünüp düşünmediğini, bir başkasıyla nasıl seviştiğini, bir başkasına karşı neler hissettiğini, ilişkilerinin nasıl başladığını, o “başkasına” neler söylediğini, onunla nasıl konuştuğunu, bir “başkasıyla” olan ilişkisinin kendisiyle olan ilişkisinden nasıl farklı olduğunu artık hep kendi kendilerine soracaklardır.

Olabilecek en büyük işkenceye mahkûm etmişlerdir kendilerini.

Sorularını sorabilecekleri kimse kalmamıştır.

O soruların cevabını bilen tek kişi de yoktur artık.

Cinayeti işlediği anda kendi geçmişini de büyük bir soru işaretine çevirmiştir.

Bugün Türkiye bütün ciddi meselelerini unutmuş bir halde genç bir erkeğin, genç bir kızı öldürmesini konuşuyor.

Cinayetin böylesine ilgi çekmesinin nedeni, cinayetin kendisinden çok, katilin cinayetten sonra yaptıkları, öldürdüğü kızı parçalaması, parçalarını soğukkanlı bir şekilde oraya buraya atması.

Bunu neden ve nasıl yaptığını anlamaya çalışıyor insanlar.

Sıradan bir gencin bir canavara dönüşebilmesi herkesi ürkütüyor çünkü...

Sanırım korkutucu olan, böyle bir cinayetin kurbanı olmak ihtimali kadar, böyle bir cinayeti işleyebilme ihtimalinin herkesin hayatında bulunup bulunmadığı endişesi.

“Beni de birlikte olduğum biri öldürür mü” sorusundan ziyade, insanlar “sevdiğim birini ben de öldürür müyüm” diye soruyorlar herhalde kendilerine.

Bunun cevabını hiçbirimiz bilemeyiz.

Bütün ülkenin konuştuğu cinayetin nedeni ve nasıl işlendiği konusunda çok fazla bilgiye sahip değiliz.

Bu cinayetteki nedenler “farklı” da olsa, bu, bizim endişelerimizi gidermez sanırım.

Sevdiği, sarıldığı, birlikte güldüğü birinin bir düşmana, bir canavara dönüşmesinin mümkün olması ürkütür bizi, sevdiğimiz, sarıldığımız, özlediğimiz birini öldürebilme ihtimalimiz de öyle.

Cinayet, insanın bir karanlığa girdiği andır.

O karanlığın bizim içimizde, hayatımızda bulunup bulunmadığı sorusu ise böyle her cinayetle karşılaştığımızda bilinçaltımızda sancıyan bir kuşkuya döner.

Herkes bu cinayeti konuşuyor.

Çünkü herkes, bir insanın bir canavara dönüşebildiğini görüp, hem çevresine hem de kendisine bakıp “acaba” diye düşünüyor.

Cevabını hiç bilmediğimiz korkunç bir “acaba” çınlayıp duruyor içimizde.


Ahmet Altan/Taraf

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0