ForumPolitikitiraf.izmir  Yeni Konu 

SAKINCALI 13. Bölüm

27 Şubat 2019

habibtaskin

Patroniçem'in yanında iki yılbaşını geçirdi. Yaşamında ilk defa rahat bir yerde çalışma imkânı bulduğundan ufak tefek olan tartışmaları kafasına takmıyordu. Bir yandan Bizim Gazete'ye yazılarını yazmaya devam ediyordu. Kitaplarından dolayı tanıyanlar ve özellikle arkadaşları köşeyi dönmüştür demeye halen devam ediyorlardı. Oysa yazarlığın sorunları alabildiğine çoktu. Düzenin işleyiş mekanizmalarından birisi de bireysellikten yanaydı. Okuyan, bilinçlenen insan istemiyordu. Hele hele toplumsal içerikli yazı türlerini hiç istemiyorlardı. Yazarlarını hiç sevmezlerdi. Onun içindir ki, her yıl içinde gümbürtüye gidenler vardı. Düzen bu kişileri toplumdan soyutlamak için her türlü hokkabazlığı yapıyordu. Şiire elveda diyeli yıllar olmuştu. Roman ağırlıklı yazı denemeleri yazıyordu. Yazdıklarını okutacak kişi bulamıyordu. Morali ister istemez kademeli olarak bozuluyordu. Yine de yazmaktan bıkmıyordu. İrtibata geçtiği Sarı saçlı, bıyıklı, orta boylarda tanımadığı Bir Yazar'dan kitaplarını çalıştığı iş yerine getirmesini internetin e postasından istemişti. Karşılığını olumlu yanıt alınca öğleden sonra beklemeye başladı. Bir yandan Ustalarına yardım ediyordu. Dört Duvar aklına geldi. Kitap okuma bahanesiyle yargılandığı kişilerle kütüphaneye gidiyordu. İlk on dakikası kitap okuma, geri kalan zaman diliminde kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Sorumlu İç Güvenlikçi: “Konuşuyorsunuz ama kurala göre yasaktır. Kapının açılmasını duyduğunuzda önünüze dönün okuyormuş gibi yapın. Yoksa beni buradan alırlar.” Söylenene uydular. Kütüphaneye çıkmaları ikinci ayda engellendi. ‘Mahkemeye hazırlanıyoruz' diye ortak alanda buluşma dilekçesi yazıldı. İkinci ay dolunca Oranın sorumlusu olan İç Güvenlikçi toplandıkları gün: “Nasıl savunma yapacağınızı hazırlayamadınız mı?” Hafiften Esmer'in rengi atsada: “Bu işle ha deyince olacak işler değildir. Yöneticilerinize söyle! Birkaç kere daha buluşacağız.” Birkaç kere bir araya gelindikten sonra buluşma yerine çıkılmadı. Düşündüler, taşındılar ortak alanlardan olan spor yapılan yere çıkmak için dilekçe verdiler. İnanç Grupları'ından bağımsız kalan iki kişi de, birlikte spora çıkmak için dilekçe verdiler. Defineci İki Kardeş'de spora çıkmak için dilekçe verdiler. Büyükçe bir alanda voleybol sahası vardı. Karşıda siyah olan yukarıdan aşağıya, soldan sağa doğru büyükçe bir perde vardı. Defineci İki Kardeş getirilmemişti. Nedenini sorsalarda hiçbir zaman öğrenemediler. Duvarların, çatıların arkasında kısa kısa birbirleriyle sohbet ettikleri, ihtiyaçların çatılardan, duvarlardan atarak karşılanmasında rol oynamışlardı. Şimdi ise yüz yüze gelmişlerdi. Sohbet koyulaştıkça onları getirenlerden biri: “Bu kadar konuşma yeter. Gören olursa yerimizden oluruz. Hem sporunuzu yapın, hem de konuşmanızı.” Bir iki çıkmada denileni yaptılar. Diğer günler de ilk önce konuşma ve ardından voleybol oynandı. Oyunun çoğunluğu karşılıklı konuşmayla geçti. Yazarlar ortak alana çıkmanın bir anlamı kalmadığına karar vererek sonlandırdılar. Bir Yazar geldiğinde Sakıncalı arka kısma geçti. Tanışmadan sonra sohbet koyulaştı. Ustası ikisine birer çay getirdi. Birbirlerine ısınarak konudan konuya hızlı geçiş yapıyorlardı. Gelen kişi bir kitabını imzalayarak ona verdi. O da ücretini ödedi. Bir Yazar etrafına bakarak: “Burası Dört Duvar'dan farksızdır. Nasıl kalıyorsunuz?” “İnsan alışıyor. Daha kötü koşulları olan işletmeler vardır. İşçi hakkı, sağlığı formaliteler üzerinden gidiyor. Hatır gönül işi desek doğru olur.” “Duyduğuma göre sen de yazıyormuşsun?” “Sizin kadar değilim. Yaşamım bir mücadele alanıyla dönüyor. Malzemesi bol olan biriyim ama basım işi zor. Yayınevlerinin istedikleri paralar aldığım aylığa göre uçuk oluyor. İki ya da dört maaşımı vermek durumundayım.” “Seni şimdi çıkardım. Yazar Arkadaşı tanıyorsun. Bir edebiyat dergisine şiir getirmiştin. Uzun boylu, gür bıyıklının şiirlerine politik demesi ile tartışma derinleşmişti. Yazar Arkadaş'ın ve ben o derginin yönetim kurulundaydım. Senin şiirlerini kabul etmemesinden dolayı verdi veriştirdi: “Nasıl kabul etmezsin? Dört Duvar arasında hepimiz için bedel ödeyen ve ödemeye devam eden bir insan için ne demek politik? Politik şiir ya da öykü yazan yok mu?” dedi. Yönetimden istifa etti. Sen neymişsin? Tanıştığıma memnun oldum. Gitme zamanım geldi. Sana başarılar dilerim.” “ Teşekkür ederim. Sana da başarılar dilerim. İlk defa benim için mücadele eden biriyle karşılaşıyorum.” Yalnız kaldığında politik yazan yazarları düşündü. Hepsi de çok ağır bedeller ödedi. Öldürülende oldu. Böylelikle yayıncıların, edebiyat dergilerinin tutumlarını, düşünce yapılarının farkına varmaya başladı. Söylenerek: “Daha neler göreceğim. Yazmak zor iş! Hele politik…” Yaşadığınız her alanda konuşmalarınız, dertleriniz, isyanlarınızda politik özellikler yok mu? Var olmasına var. Bunun farkında olan acaba kaç kişidir? Sakıncalı işlek cadde de işportacıları gördü. Bir yandan satış yapıyorlardı. Diğer yandan gözler zabıtalardaydı. Kazak satışı yapanların sayısı dört kişiyi buluyordu. İkisi sağı ve solu kesiyordu. Biri satış yapıyordu. Diğeri satış yapanın yanında müşteri numarasına yatıyordu. Kendisinin işportacılık yaptığı durumu düşünürken, bir yere bağlı kalmıyordu. Devamlı hareket halindeydi. O zaman risk azalıyordu. Kendisini azda olsa rahat hissediyordu. Aynı semtte, ilçede geze geze esnafların şahsen tanımalarına neden oldu. Son günlerde ayrı semtlerde iki esnafın bakış açısı farklıydı. Benzinlikten hafiften yokuş yukarıya çıkarak sağlı sollu esnaflara satış için uğruyordu. İlerledikçe yokuş dikleşiyordu. Yokuşun orta yerlerine yakın sağda iki katlı binanın altında bir bakkal dükkânı vardı. Buraya her gelişinde uğrardı. Bir gün Zayıf yapılı, yüz çehresi çocuğumsu bir yapıya sahip olan Kurnaz Bakkal: “ Gel otur, bir soluklan!” dedi. Tam istediği bir ortamı yakaladığı için hoşuna gitti. Hemen tezgâhın yanında olan tahta iskemleye çöküverdi. ‘Oh be ilaç gibi geldi.' Diyerek aklından hızlıca geçirdi. Çaylar anında bardaklara dolup, içmeye başladıklarında, içi boş olan konuşmalara başlandı. En çok konuşanda bakkaldı. İkinci çaylar geldiğinde, hepten kalkası gelmedi. Bakkal bir ara ona baktığında: “ Sana bir şey diyeceğim. Yalnız kızmak yok?” Ona anlamsızca bakındı. Keyfi birden kayıplara karışarak karanlık düşüncelere daldığında: “ Hele söyle bakalım. Sen ve ben de rahat edelim. Olgun insanlarız, niçin kavga edelim ki?” “ Buraya satış yapmaya geleli bir yılı geçti.” ‘Benim gelişimi hesaplamış! Bakalım ne yumurtlayacak?' diye aklından geçirdi. “Ben senin mesleğinin işportacılık olduğuna inanmıyorum.” “Sence mesleğim ne?” “Sen gizli görevdesin. Birini gözlüyorsun gözlemesine ama dikkat ediyorum; kimi gözlüyorsun onu anlayamadım?” Sanki beyninin içinde koşturanlar vardı. Birbirini avlayacakmışçasına aynı eksen etrafında hızlanıyorlardı. Neredeyse nefesi kesilecekti. Zorlanarak kendisine geldiğinde: “ Sana anlatsam da beni anlayamazsın? Dersinki, ‘bu adam atmasyon yapıyor.' İçi beni, dışı da seni yakıyor. Hakımda ne düşünüyorsan düşün.” Bir ara sustular sonra da: “ Benim hakkımda bu yargıya nasıl vardın? Kuşlar mı söyledi?” “ Nasıl mı? Güzel giyimlisin. Konuşman düzgün, saygılısın. İkna edici özelliğin var.” “Sen şimdi bu özellikleri bana bulup, hemen kesin hükmümü vermişsin. Yamalı, üstü başı perişan olanlar bu kapsama girmiyor mu?” “Ben senin için diyorum!” O gün tepeye çıkmadı. Aşağılarda bulunan bir kahvehaneye oturdu. Çok düşündü ve ‘bu böyle düşünüyorsa, bunun gibi kaç kişi düşünür? Başıma çorap örerler mi?' Yokuş aşağıya inerken kesin kararını vermişti. Kısa zaman içinde bu işi bırakacaktı. Ha deyince iş bulunmuyordu. Başka bir semtte su içmek için dükkândan su istediğinde, Sahibi, istediğini karşıladıktan sonra anında lafa girdi: “İşiniz gerçekten zor. Görüyorum da burayı boş bırakmıyorsunuz. Allah razı olsun sizden.” Başını anlamsızca salladı: “He valla boş bırakmıyorum. Benden önce başka bir işportacı geçmiş ve satış yapamıyorum.” Sahibi öylece anlamsızca ona baktı. Hafiften gülümsedi: “İşin erbabısınız. Gözümden kaçmaz efendim. Size kolay gelsin.” Neredeyse tezgâhını yola savuracaktı. Hiçbir dükkâna girmeyerek yürüdü. Morali hepten gitti. Belirli aradan sonra Kurnaz Bakkal'ın önünden satış yaparak geçtiğinde: “ Amirim kolay gelsin.” Arkasına bakınmadı. Yokuş yukarıya yolunu kaybetmişçesine yürüdü. Bu işportaya çıkışının son günü olmuştu. Kendisine geldiğinde işportacılara bakarak yüksek sesle: “ Bana bakın hele içinizde gizli görevde olan kaç kişi var?” Pala bıyıklı, çam yarması olan: “ Bilader manyak mısın nesin? Ne içtin de kafan güzelleşti. Hadi ikile aslanım başımıza iş almayalım.” Yanlarından gülerek gittiğinde, arkandan baktılar. Sense ağırdan işyerine doğru gülümseyerek gidiyordun. Yaşam çok acayip, acayipliğin içinde herkes koşuşturuyor. Amacı olanlar var. Amaçsızlar da var. Karışık bir yapı var. Mayası iyi atılmayan, kokuşmuş bir ortam var. Bir yandan herkes birbirini dengeliyor. Kiminin canı yanıyor. Kimileri zevk sefasını sürüyor. Bu ortamda cümbüşü hazırlayanlar var. Oyuncuları var. Yaşanılanların ne anlama geldiğini bilenler var. Ortada duran banane diyenler var. Oysa kokuşmuş yapı herkesi içine alıp öğütmeye devam ediyordu. Yıllar kanatlanıp birbirini tarihe yolcu etmişti. Onun yaşamında da iri li ufaklı yaşanmışlıklarda gitmişti. Bunlar birbirine bağlı iz bırakan olaylardı. Gücüne gitse de içine otursa da bunları yaşamış, çok ağır bedeller ödemişti. Kendi hataları da buna dâhildi. Yine de toplumsal mücadeleyi savunuyordu. Geçmişteki sayfanın birinde sık gittiği akrabasına bir gün özel isteği için gitmişti. Hani insanın içindeki umut canlı olurda, belki olur hesabını içine katarak gecenin ayazında yola koyulmuştu. Umutla dış kapıdaki zili çaldığında ‘İşim bir olsa?' diye geçirmişti. Kapı açılır açılmaz, her zamankinden farklı olarak merdivenleri ikişerli, üçerli çıktı. Kapıyı Evin Kadını açtığında: “İyi geceler yengem. Nasılsın?” “İyiyim. Seni sormalı? Odaya geç Bizimkisi gelir.” İçindeki canlılıkla odaya geçer geçmez her zamanki koltuğuna oturdu. Elleri, bacakları hareket halindeydi. Bir yanıyla Bizimkisi'ne kurtarıcı olarak bakıyordu. Az sonra odaya girdiğinde, ayağa kalkarak tokalaşıp yanak yanağa birbirlerini öptüler. Çaylar geldi. Arka arkaya içildi. Zaman ilerlerken konuyu açamamıştı. Konuştukları güncel konular ile geçmişteki dernek faaliyetleriydi. Evin Kadını çayları doldurmaya gittiğinde bu bir fırsattır diye konuya daldı: “ Biliyorsun içeriden çıkalı hiç kimse bana iş vermedi. En yakınlarım benden kaçtı. İşportacılıkta iş yapamaz oldum. Zamlar birbirini kovalıyor. İstihbaratı, muhbiri, işsizi, ek iş yapanı işportadadır. Belediye Başkanı'na söylesen de, beni temizlik işine aldırsa? Çöpleri toplama işi de olur. Masa başı işi istemiyorum.” Çay bardağını sehpanın üzerine koydu. Yüzü kızardı. Posbıyığı, ritmi bozuk kalp atışına benzercesine bir inip kalkıyordu. Birden sesini gürleştirerek: “Ne işi? Ben Başkanı tanımam etmem, sana faydam olmaz. Nereden çıkartıyorsun ilişkimi?” O konuştukça Sakıncalı koltuğun içinde bir cüceye döndü. Neredeyse gözyaşlarının kapaklarını açacaktı ki, kendisini toparladı. Evin Kadını içeriye telaş içinde girdi: “Ne oldu bağırarak konuşuyorsun?” “Ne olacak işe girmek için bana gelmiş! Ben iş ve işçi bulma kurumu muyum?” Bizimkisi sigara içmek için mutfağa geçtiğinde, koltuğun içine gömülmüş, ne yapacağını bilememenin içinde Sakıncalı öylece duruyordu. Zorda olsa yerinden doğrularak kalktı. Başı dönüyordu. Kendisine böyle bağırılmayı, azar işitmeyi hak etmemişti. Ağır ağır dış kapıya yanaştığında: “Ben gidiyorum. İyi geceler.” Evin Kadını üzgündü. Onun yüzü pencere dönük, açık pencereden sigarasının dumanını öfke seline dönüştürerek üflüyordu. Sakıncalı bu işe şaşıp kalmıştı. Yokuş yukarıya yürürken karşılıklı konuşmaları düşündü. Kendisi değil miydi aylar önce Belediye Başkanı ile ilçenin birinde birlikte okuduğunu söyleyen? Neden tepki vermişti? Anlayamadı? Esen rüzgârın kendisini üşüttüğünü hissetti. Morali yerine gelmesi için sokak aralarında döne döne bir hal oldu. Eve geldiğinde hemen lavaboya girip çeşmeyi açtı. Suratını iki elinin içinde biriken su ile sayısızca yıkadı. Hemen yatağa girip uyumayı denedi. Aylar sonra Bizimkisi'nin Belediye'de işe girdiğini tanıdıklardan öğrendiğinde o geceyi hatırladı. ‘Demek ki azarlanmanın bedeli buymuş' diye aklından geçirdi. Bir gün öğlen vakti onun takıldığı pasaj içindeki çay ocağına gitti. “Zamlara karşı direniyorum. Beş çakmak bir milyon var mı isteyen?” O ise başını gazeteye gömmüş, duymazlıktan, görmezlikten geliyordu. Ara sıra karşılaşsalar da o yüzünü kaçırıyordu. Yaptığına utanıyor muydu? Ne düşünüyordu? Bunu kendisine soramadı. Hüseyin habip Taşkın 09.01.2019
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.

Bu tartışmayı Facebook'ta paylaşabilirsiniz:
Facebook'ta paylaş
0