ForumPolitikitiraf.izmir  Yeni Konu 

BİR ZAMANLAR ÇOBANDI

11 Eylül 2018

habibtaskin

BİR ZAMANLAR ÇOBANDI Dağın yamacında Çoban kaya parçasının üzerine oturmuş, karşı dağlara bakınıyordu. Güneş tepeden ben buradayım dercesine Çoban'a eşlik ediyordu. Umurunda değildi güneş, yıllarca birlikte iç içe yaşamışlardı. Gözlerini yumdu sanki o günleri geriye getirecekmişçesine. Fazla dayanamadı. Etrafına bakındı. Buraya gelmeyeli epeyce yıl oluyordu. Yaşamda her şey hızlıca değişiyordu. Değişime uysan da uymasan da çark acımasızlığıyla dönüyordu. Yaşanmışlıkları içine emercesine çekiyordu. Gözlerini tekrardan yumdu. Geçmişte yaşadıklarını derin bir nefesle burnunun iki deliğinden içine çekti. Çekilen nefes bir yerine gizlendi. Fazla uzun sürmedi. Tuttuğu nefesi ağırdan ağızından zevk alarak bıraktı. Bir zamanlar bu dağlar, patikalar, dereler Çoban'dan sorulurdu. Nerede bir deli zeytin ağacı, armut, bilirdi. Hangi ot yenilir bilirdi. Hangi mantar zehirli olduğunu bilirdi. Ağacın yaşını bilirdi. Hayvanların halinden anlardı. Küçük, büyük baş hayvanları buralarda otlatmıştı. Kışın sürüyü köyüne indirirdi. Derme çatma yapılma yeri ahır olarak kullanıyordu. Olanakları bu kadardı. Ya da aklını fazlaca zorlamıyordu! Geçimleri gözü gibi baktığı hayvanlarıydı. En çokta konuştukları bunlardı. Sarı ineği vardı. Sütünü çoğunlukla kendisi sağardı. Sağarken de: “Senin gibi ineğim sayısız olsa, süt satmaktan para içinde yüzerdim. Emrimde çalışan ırgatlarım olurdu. Ne yaparsın alnımın yazgısını yazan beni buralara atmış, öyle istemiş… Canı mı sıkıldı o an?” Senede bir hayvanlarını satmak için hayvan pazarından yer kiralardı. Konuştuğu hayvanların hiçbiri elinde kalmazdı. Arkadaşlıklarını geçim derdine feda ederdi. Gurbet elde işler o günlerde fazlaca iyiydi. İki ayaklı düşünen canlılar senede bir yaratıcısına bir hayvanı canından ederdi. Satışlar ve paralar şahane olunca yüzü gülüyordu. Köyde baktığı anası, babası, karısı, iki çocuğu vardı. Kendisini de eklersek boğaz doyurma sayısı artıyordu. Bu dağlar geçim kapısıydı. Kira ve vergi verme yoktu. İstediği yere yayılma olanağı vardı. Doğayla mücadele başlı başına bir sorundu. Asıl sorun kış aylarıydı. Sayısız hayvanı telef olurdu. Uluorta bağırırdı: “Hey koca Allahım sana yalvardım. Gör gariban kulunu diye! Sen ne yaptın! Bana ceza yağdırdın? Böyle alın yazıma, kaderime edeyim…” Yine de Çoban inatçıydı. Atalarının, dedelerinin, babasının ve kendisinin ekmek teknesiydi. Ekmek teknesinin bir gün elleri arasından kayıp gideceğini ne bilisin? Oysa hiçbir insana kötülüğü olmamıştı. Varı yoğu hayvanlarıydı. Kim kimin kümesine girip bombaladığını, kurşunladığını, öldürdüğünü duymadı. Üniformalı beşlinin ülkeye el koyduğunu duymadı. Kimi çamaşır ipinde sallandırdıklarını, sorguda, kim vurduya gideni, ayakları yerden kesilip kaybedileni duymadı. Tam anlamıyla ot gibi gelip gittiği anda hayvanlarını yamyamlar âleminin kervancıları yok ettiği anda, azıcık aklı düşünmeye başladı ki, kendisini insanımsı yaratıkların arasında cümbüş âleminde buldu. Hiçbir zaman yaşamında car car konuşan insanlarla, ip cambazlarıyla tanışmamıştı. Konuşmamıştı. Devri bitince sokaklara, kahvehane köşelerine düştü. Konuşulanları dinler. Anlamışlık bende kalsın dercesine başını sallayarak onaylardı. Neredeyse başı fırlayıp gidecekti. Kapağı zar zor köyüne attığı anda derin bir nefes alıp verdi. Toprağa doğru dizlerinin üzerine çömeldi. Köylü namaza durduğunu sandı ama kıble başka taraftaydı. Oysa Çoban hayatında camiye adım atmamıştı. Çobanın acıklı, sitemkâr sözlerini duymaya başladıklarında: “Ulan beni bitireni buldum. Kocaman koruma süvarisi vardı. Sarayda oturuyor. Bol keseden söyleniyor. Kara kutudan dinledim!” “Hayvancılığımız iyi yolda, köylü efendilerimiz yorulmasınlar diye başka diyarlardan Şarbon ineği getirdim sizlere… Afiyet şeker olsun. Elhamdülillah…” “Demez mi? Kahvehanede tahta sandalyeyi kaptığım gibi kara kutuya fırlattım. Fırlatmamla birlikte konuşanın sesini, soluğunu kestim ama benim sesimi ve soluğumu kahveci kesti. Asayiş sağladıkları yerde asayişçiler beni iyice benzetti. Asayişçi beni öbür tarafa gönderecekmiş gibi bağırıyordu.” “Kara kutunun parasını öde…” “Ben de para ne gezer. Sonunda kahveci beni affetti. Dedi ki” “Hasiktir git. Ölümün yoksa benim elimden olacak!” “Ölümden değil, insanlardan korktum.” Köylü öylece Çobana bakıyordu. Hiç kimsenin ağzını açtığı yoktu. Çoban delilenmişiydi? Yoksa bir isyancı mıydı? Darmadağın olan düşünceleriyle kafaları hepten toz bulutuna döndü. Çobanın koluna girip evine götürdüler, ev halkı onu öylece gördüklerinde şaşkın bakışları arasında karısı: “Dağ gibi adamıma ne yapmışlar böyle?” Çoban evinin içinde tahta divan üzerinde otururken, çayını yudumluyordu. Meraklısı olan onun ağzından çıkacak kutsal cümleleri bekliyordu. Gerçekten kutsal mıydı? Yoksa bela mıydı? Hayvanlarını kaybeden sadece Çoban değildi. Tarım arazileri çıplak araziye döndü. Çoban şaşkın olurda köylü olmaz mı? Çobanın biraz farkı şehirli olmaktı. Nedense oraya ayak uyduramadı? Çoban gibilerine şehirde yolunacak kaz olarak görürlerdi. Kimler görürlerdi? İki ayaklılara hükmeden çalıştırıcılar. İki ayaklılardan söz edilmişken, Çoban şehirimsi yerde iki ayaklı çokça gördü. Hokkabaz mı hokkabaz hepsi aynı havayı söylüyordu. Meslek edinmişlerdi. Vatan, millet edebiyatını da içine katınca alaturka kültürün yapısını oluşturmuşlardı. Köyün en yaşlısı sedirin üzerinde bağdaş kurmuş oturuyordu. Bir yandan cigarasını tüttürüyordu. Gözleri çobanın hal ve tavırlarındaydı. “Oğlum sana ne oldu? Bizim Çoban gitti. Gelmesi biraz karışık oldu?” Çoban başını salladı: “Böyyük binalar, asfaltıyla, son model arabalarıyla havalarını atanlar ve diğer yandan derme çatma evlerde oturanlar ile yamalı bohçaya benzeyen giyimleriyle en altta olanların birbiri arasındaki derin uçurum var. Derin uçurumun kenarında bizleriz. Bir üfürseler yerimizden uçacağız ama nereye konacağız belli değil!” Köylü hiçbir şey anlamadı ama anlamış gibi başıyla onayladılar. Köyün en yaşlısı dayanamayıp: “Oğul seni buraya savuran ne?” Çoban gülümsüyor muydu? Ağlıyor muydu? Belli değildi: “Saftirik olmak zor iş! Gelen geçen beni enayi yerine koydu. Köye benzemez oranın iki ayaklı zalimi. Gözüne kestirdi mi alimallah katakulliye getirir. Gözlüklü bir adam vardı? Kara gözlükleriyle, asık suratıyla onu dinlemeye meydana gitmiştim. Öyle bir kükrüyor ki, itaat etmeyenin kellesini vurdururum demeye getiriyordu. Konu dönüp dolaştı: “Elemdüllah aramızda fitne fesatçılar var. Sağduyulu vatandaşım sakın kanmayın ha! Tarım bitmişte! Hayvancılık ölmüşte! En büyük reformları biz yaptık. Şu yabancılar bizi kıskanıyor. Dışarıdan hayvan ve yiyecek getiriyorsak, büyüklüğümüzün şanındandır. Dostlar alış verişte görsün diye bunlar yapılan, rutin işlerdir.” “Meydanda toplanan saftirikler alkışlar ile baba emret çürütelim, yok edelim demeye başladı.” Soluklandı, etrafına sert bakışlar savurarak bakındı. “Kahvehaneye şık giyimli biri geldi. Herkese çay söyledi. Herkesin derdini kasılarak dinlemeye başladı. Bitiminde etrafına bakındı.” “Halinize çok acıdım. Birer çay daha benden olsun. Bakın bu çukurda uyanık olacaksınız. Yoksa ezilir gidersiniz. Emrimde birçok iki ayaklı bana çalışır. Koyun takımından söz ediyorum. Ben ne dersem oraya gitmek zorundalar. Ben düşünür, uygularım. Uygulayan emrimdekilerdir. Hayvancılık bitti ile bitmez. Tarım öldü demekle ölmez. İşini bileceksin ama işe gitmeyeceksin. Aracı olacaksın. Birazda acımasız… ” “Şık giyimli geldiği gibi çekip gitti. Onun anlatımıyla; bizler eşek gibi çalışan oluyoruz. O da üzerimize binen oluyor.” Koro halinde: “Abooovvvv…” Köyde toprak sürülmüyordu. Hayvancılık yapan yoktu. Köylü bereketsiz toprakların imara açılmasını dört gözle bekliyordu. Hüseyin Habip Taşkın 09.09.2018
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.

Bu tartışmayı Facebook'ta paylaşabilirsiniz:
Facebook'ta paylaş
0