ForumGüncel Politika - İskender'in Düğümü  Yeni Konu 

Masumiyet çağının sonu

29 Eylül 2009

hurkus

Yıldırım Türker/Radikal

Çürüme yeni başlamadı elbet.
Şu an yaşadığımız, çürümenin ilk kokularının burun direklerini kırdığı, bin bir zorlukla kurulmuş Cumhuriyet’in temel direklerinin ilk çatırtılarının işitildiği dönem değil.
O kokulara çoktan alışmışlığımız var. O çatırtılar artık uykularımızı bölmüyor bile.
Bu toplum, onlarca yıldır neye, kime, nasıl güveneceğini bilemeden, mümkün olduğunca sessiz yaşamayı öğrendi.
Kokuların üstüne gülsuyu, çatırtıları boğmaya bolca marş boca edildi durdu.
Kanımca Cumhuriyet’i en iyi anlatan, zaman içinde bir metafor değeri kazanmış anı, 12 Eylül tutuklularına işkencede dinletilen Müşerref Akay klasiği ‘Türkiyem’ şarkısıdır.
İtirazı olanların işkence çığlıklarını boğmaya, onların bütün ses evrenini işgal etmeye yarayan ucuz, ikinci sınıf şantöz marşı: “Türkiyem, Türkiyem, cennetim!”.
Ama işte çürük dişler, kangren olmuş kollar bacaklar dökülüyor.
Marşlara bağışıklık kazandık. Sesleri duymamak için kaçabileceğimiz köşe kalmadı.
Hayatımızın üstüne kurulu olduğu yalanlar, sinsi ve inkârcı vahşet kuyuları birer birer patlıyor.
Cumhuriyetimizin reayası, masumiyet çağını kapatmış bulunuyor.
Artık, kaçarı yok, gerçeklerle yüzleşme dönemi açılmıştır.

Türk insanı yapmaz
Türk insanının değerler dünyası üstüne birbirimizi az mı dolduruşa getirmiştik oysa?
O vicdanlı, misafirperver, gururlu yoksullara ne oldu?
Uzun zamandır gözlerimizin önünde sergilenen korkunç cinayet ve bize anlattıklarına ne diyorsunuz?
Bir büyük şirketin elemanları; şoföründen müdürüne kadar bir katili kaçırmak, saklamak, korumak için seferber oluyor. Patronları emretti diye.
Korudukları çocuk, dikkatsizlik sonucu arabasıyla birisine çarpmış değil. Eli testereli, ağır bir sosyopat.
Bu şirket kölelerinin hepsi de sıradan aile babaları. Büyük ihtimalle kendi çocukları var.
Biri emekli olmak üzere patronunun son isteğini kıramamış. Ötekinin ekmek parası mevzubahis.
Büyük bir şirketin patronu, çalışanlarından katil oğluna yataklık etmelerini talep edebiliyor.
Bu talebi üstüne de bir çırpıda astlardan üstlerden küçük bir çete oluşuveriyor.
Vicdanı sağır olmuş bu insan gruplarına hayatın her alanında rastlamak mümkün.
Patronlarının bir sözüyle örgütleniveren; cinayetlerin, katliamların, işkencelerin, alçaklığın küçük hisseli ortakları.
Büyük sanayi hamlemizin üstünde yükseldiği insan malzemesi.
Türk polisinin neler yapabileceğini de çok iyi biliyoruz artık. Bilenler bilmeyenlere ısrarla anlatıp dururdu ya, artık bilmediğini iddia etmenin de imkânı kalmadı.
En üst düzey emniyet görevlilerinin en üst düzey mafya tacirleriyle fotografları ortalığa saçıldı yine.
Hukukun üstünlüğüne inanmıyor muyduk?
Mükemmel savcılardan, onların harika kararlarından haberdar oluyoruz her gün.
Taş atan çocukları tarayan polislere seferberlik şartlarını gerekçe göstererek ceza kesmeyen yargıçlar, hukuktan ne anladığımızı göstermiyor mu?
Hukuk insanlarımızın önemli bir bölümünün apoleti içinden teyelli birer askere dönüşmüş olduğunu; her halükârda kendi vatandan, milli menfaatten anladıklarını ön planda tutan; askeri ve ordusuna; mümkünse bütün üniformalılara tapan milisler olduğunu bilmiyor muyduk?
Artık herkes bilecek. Şimdiye kadar işi hukuka düştüğünde ecel terleri döken, adaleti mümkünse kendi kısıtlı imkânlarıyla sağlamaya çalışan insanımız artık masumiyet taslayamaz.
Gözümüzün önünde darbeci generaller hastalıkları nedeniyle birer birer tahliye edilirken mapushanelerde can çekişen rütbesizlerin kimler olduğunu, nasıl eriyip tükenmekte olduklarını da biliyoruz. Artık gazetelerin ön sayfalarında bile resimleri çıkıyor.
Daha geçen gün Bakırköy Cumhuriyet Savcısı Ali Çakır, bir kez daha bu memlekette hukuk adına yaşanan rezilliği hatırlattı.
Hatırlayın, Bülent Ersoy aleyhinde hazırladığı iddianamede Ali Çakır şunları yazmıştı. “Türk milletinin askerliğe verdiği önem ve değer nedeniyle, vicdanında ‘Asker ocağı’ ile ‘Peygamber ocağı’ eş düzeyde tutulmuştur. Asker uğurlamalarının, törenlerle ve coşkuyla yurdun her yöresinde yapılıyor olması da, örf ve adet olarak, toplum tarafından benimsenmiş bir olgu olarak varlığını sürdürmektedir. Bu nedenledir ki; Askerliğin eksiksiz tamamlanması, ‘Şehitlik’ ve ‘Gazilik’ kavramlarına verilen ulviyet ve kutsiyet; kişiye ve ailesine toplumsal bir değer kazandırmaktadır. ‘Her Türk Asker Doğar’ özdeyişi de; bu ulvi duyguları ifade eden ‘atasözü’ olarak halk tarafından benimsenmiştir.” Adalet tartısı adına ne kadar güven telkin eden sözler, değil mi?
Çakır, daha önce İpek Çalışlar’a da dava açmış, Latife Hanım kitabını Atatürk’e düşmanlıkla suçlamıştı.
Şimdi Hülya Avşar’a Kürt geçmişi üstüne anlattıkları yüzünden haddini bildirmeye karar vermiş.
Ben de kendisini naçizane tanırım. Bana açmış olduğu 301 davası konusunda ifade vermek için adliyeye, odasına gitmiştim. Benimle tatlı tatlı sohbet ediyor, bu davayı açmaya mecbur kaldığına ikna etmeye çalışıyordu. Derken kapı aniden açılmış ve içeriye Kemal Kerinçsiz dalıvermişti. “Aa, meşgul müsünüz, ben sonra gelirim” diye gerisingeri çıkan Kerinçsiz’in ardından Çakır’ın bezgin bir ifadeyle bana dönüp, “Bunlara da yüz verdik, başımıza çıktılar” deyişini hatırlıyorum. Farkında değilim ama belki ben de sıkıntısını paylaşırcasına dudak büzüp başımı sallamışımdır.
O an kendisine, “Pekiyi neden yüz verdiniz? Kapınızdan hâlâ zırt pırt içeri dalıveren bu zâtın değerli bir hukukçu olduğu kanısında mıydınız? Şimdi neden bunaldınız? Şu an o ve yakınlarının beni şikâyet etmesi üzerine birlikteyiz. Bu durum size de tuhaf gelmiyor mu?” diye sorabilirdim. Ama savcının odasından bir an evvel kurtulmayı tercih etmiştim.
Kendisiyle paylaştığımız ulvi bir duygu olmadığı gibi, ben zatıalileri gibi asker de doğmamıştım.

Ya bilim
Biliminsanlarımızın kışlaları da nicedir birer birer patlıyor.
Muhbirliğiyle çoktan bilim tarihine taht kurmuş Necla Arat ve gibilerini, Türk tarihinin kaydından uzun süre sorumlu olan Yusuf Halaçoğlu ve gibilerini zaten biliyorduk. Kemal Alemdaroğlu nam yiğidin Yunanistan’a ve icabında bütün dünyaya savaş ilan ettiğini kim unutabilir? Kendileri bir süredir mağdur mücahit konumunda.
Ama ipin ucuna kolay kolay varamıyoruz. Kaç onlarca yıllık bir yumaktır bu.
Şimdi de sevgili Patricia Cornwell’imiz, hatta onun yarattığı karakter doktor Kay Scarpetta’mız, şık ve nezih bilim insanımız Sevil Atasoy’un Adli Tıp üstüne oynamış olduğu oyunlara ne diyorsunuz?
Ümit Sayın’la telefonlarda cikir cikir konuşurlarken ne kadar da heyecanlı birer çavuş olduklarını okumadınız mı?
Atasoy, nicedir gazete yazarlığı da yapıyor. Meğer hamili kart, Hurşit Tolon’un yakiniymiş.
Mısır Çarşısı’ndaki patlamaya bütün raporların ve bulguların aksine bomba raporu veren hanımefendi Pınar Selek’in başına yeterince dert olmuştu.
Kurumunda çalışan Şebnem Korur Fincancı ve Sermet Koç’u da şık topuklularının üstünde sekerek bir koşu gidip Tolon paşasına ihbar etmiş. Genelkurmayın istihbaratında çalışmayı kendine yedirebilmiş. Bilim adına elbet.
Saymakla biter mi hiç?
Bu memlekette, artık çürümenin adı konmuştur.
Güvenilecek hiçbir kurum kalmamıştır. Militarist devlet baskısı altında on yıllardır bütün kurumlarla birlikte insan kalitesinde de can yakıcı bir bozuşma oluşmuştur.
Tabuların ardına saklanarak, sahte kutsiyet masallarıyla şimdiye kadar dokunulmazlığını koruyabilmiş olan çoğu kurum; ordusundan üniversitesine, emniyetinden sağlık çalışanlarına kadar artık önümüzde aşikâr olmuştur.
Derin bir ümitsizlikle kendimizi sürüklenmeye kaptırmamız mümkün elbet.
Ama şunu unutmamalıyız.
Her şeye rağmen hakikatlerle yüzleşmek, yeni bir hayatın ilk adımlarıdır.
Artık kimsenin kimseye kolay kolay yalan söyleyemeyeceği bir iklim oluşturabilirsek; muhbirler, militarist kan tüccarları; bilimi, adaleti çorak ve kanlı bir vatan ülküsüne satanlar, barış ve mutlulukla aramıza giremeyecek.

28.09.2009
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.

Bu tartışmayı Facebook'ta paylaşabilirsiniz:
Facebook'ta paylaş
0