ForumPolitikitiraf.izmir  Yeni Konu 

Yaşar Kemal'in sanat anlayışı Ali Fuat Karaöz

01 Kasım 2014

habibtaskin

Yaşar Kemal'in sanat anlayışı
Ali Fuat Karaöz
“Yaşamak halk olmak, doğa olmak demektir. Yaşamak halkın ve doğanın sonsuzluğunda yaşamaktır. Bir sınıfın sınırında yaşamak insanı zenginleştirmez, fukaralaştırır. Bir öykünücüler içindeysen o temelsiz, ne idüğü belirsizlerdensen iyice fakirleşmişsin demektir. Yenilik arıyorlar bir de, yeniliğe halkın ve doğanın sonsuzluğunda varılır,” diyen büyük ustanın bu sözleri belki de onun yaşamının, dünyaya bakışının özetidir.
Yaşar Kemal, “halka inelim, halka gidelim” diyen ve İstanbul Türkçesini merkeze koyan Cumhuriyet aydınlarından çok başka bir yerde durur. Türkçenin tüm şivelerine eşit mesafededir, hepsini zenginlik sayar. Halkın seviyesine inelim diyenler, halka tepeden bakıp üstün olduklarını gösterir, beyinlerinin kıvrımlarındaki kibri de açık ederler. Niyetlerini örtük dillendirseler de, kendilerini her şeyin merkezine koyarlar. Bu söylem erken dönem Cumhuriyet aydınının zihinsel dünyasını ele verir. Ancak her şeye rağmen onların en azından halka inmek, halka gitmek diye bir dertleri vardır. Ya şimdi, insan, doğa diye bir derdi olmayan, sanatı, edebiyatı sadece bir tüketim nesnesine dönüştüren egemenlere, sömürge tipi aydınlara ne demeli…
Oysa Yaşar Kemal, eski ve bir takım yeni Cumhuriyet aydınlarının tam tersine elitlerden değil, halkın içinden çıkmış, sürünerek, tırmalayarak zirveye ulaşmış derdi olan bir aydındır. Gücünü halkından, toprağından alır. Bu kültürden, yaşadığı coğrafyadan dolayıdır ki, doğa ve insan ile birebir, doğrudan ilişki halindedir, bu yanıyla yalın olduğu için tüm ilişkilerinde de yalındır, aracısızdır. Söyleyeceğini doğrudan, dolambaçlı yollara sapmadan söyler, dobradır, bu yüzden çoğunlukla sistemle ters düşer.
Sanat, sınırsız özgürlüğü, ideolojik, siyasi veya dinsel dogmalardan arınmışlığı temel almaz mı? İnsan veya doğadaki şeyleri sanatçının süzgecinden geçirip imgelerle tekrar insanlara sunmak ise sanat, elbette ki, sanatçının ilkesi sanatın kuralları olacaktır, başka şeylerin değil. Bunu usta şöyle ifade eder:
“Sanat yalan söylemez, sanat öykünmez. Çırak ustasına öykünür, ama her gerçek, katıksız sanat bir kişiliktir. Sanattaki büyü yaşamın büyüsüdür. Sanatın sevinci, sanatın horlanması, sanatın saçmalığı hayatın saçmalığıdır. Sanatın büyüsüne hayatın gerçekliğinden gidilir, gizine varılır. Sanat, doğanın eylemi, büyüsü, şiiri içinde onunla birlik olan sanattır. Eksilten değil, ekleyen, besleyen, katandır. Hayatın gerçekleri sanata dinamizm getirir.”
Biz biliyoruz ki, insandan, doğadan kopuk yaşayan, kentlere sıkışmış, hayatı sadece tüketim üzerine kurgula(n)mış bireyin sanat üretimi de yaşadığı tarza denk düşer ki bu, sanat ve hayat adına felakettir. İnsana düşünsel anlamda bir şey katmadığı gibi, onu daha beter bağımlı kılar, köleleştirir. Hele hele birde varılan noktaya kendi iç dinamikleri ile varılmamışsa… Kendine sunulan nesnelerin esiri olanlar aynı zamanda o nesnelerin üreticilerine kul köle oluyor, onlara öykünmüyorlar mı? Kendisi olamamış bireylerin, toplumların hazin sonu… Muasır medeniyetler seviyesine ulaşma ülküsü Cumhuriyet'in temel ideolojik argümanıydı. Bu ülküye kendi iç dinamikleri ile ulaşamayınca ithal etme yoluna girmiş, burada kaba bir öykünmeci duruma düşmüş, öncülleri Tanzimatçılar‘ı bile çok geride bırakmıştı Cumhuriyet'in Sahipleri. Bu noktada büyük usta bunları şöyle tanımlar:
“Öykünücüsü olduğu dünya bezirgânları memleketlerinde ne kotarıp pişiriyorlarsa bizimkilerde burada onun minyatürünü kotarıp pişirirler. Tıpkı küçücük bir maymun gibi… Kendi halkını, asıl kaynağını, halkının kültürünü, bilimini küçük görürler, onu yok sayarlar.”

Yaşar Kemal – Almanya'da imza gününde
Böyle bir yapının, böyle yozlaşmış bir sınıfın altında inleyen birçok milletin çoktan çökeceğini belirten usta Türk kültürünün çok eski, çok sağlam ve derin olduğu için hala ayakta kalabildiğini söyler, o yereli de evrenseli de yadsımaz:
“Bir evrensel kültür vardır, birde yerel kültür. Yerel kültür olmadan hiçbir şey yapamazsın, üzerine sağlam basmalısın, bunun üzerine bir miktar evrensel kültür eklemek yerel kültürü zenginleştirir.”
Kendinden daha güçlü olan karşısında el pençe divan duran, daha zayıf gördüğünü ezmeye kalkışan bir sınıfın devleti insana, halklara, doğaya yapmadığı eziyeti bırakmıyor, birde bunu marifet sayıyor. Her şeye rağmen ayakta kalan bu kültürün sağlamlığının kaynağına inerek toplumun ya da bireyin bu birikime nasıl ulaştığı sorunsalını yaşamla ilişkisine, tarihten gelen köklerine, gelişmişliğine bağlar o.
“İnsanın büyüklüğü, zenginliği çok yaşamasında, çok tanımasında, çok sevebilmesindedir. Bir sanatçı doğayla, insanla ne kadar haşır neşir olur, onu ne kadar derinliğine yaşar, tanırsa yapıtı da o kadar gerçek, o kadar büyülü o kadar sağlam ve büyük olur,”
diyen Usta bunu şöyle daha da derinleştirir:
“İnsanın ihtiyaçları nasıl yaşamla bağlantılıysa bilimin, zihni çalışmanın ihtiyaçları da yaşamla bağlantılıdır. Her şey doğanın insanın gelişmesi ile bağlantılıdır. İşte böylece sanat, sezgisi ile bizi biraz daha ileri bir yere ulaştırır. Sanat insanlığın sabah olurken ki halidir. Gücünün bir kısmını buradan alır.”
“Sanat insanlığın sabah olurken ki halidir.” derken büyük Usta insanın karanlık yönüne dikkat çekmiyor mu? İyiliği de, kötülüğü de içinde barındıran insan türünün karanlık çağlardan kalma ilkel, barbar yanının ancak sanatla daha iyiye, güzele gideceğini göstermiyor mu? Kısacık cümle ile her şeyi ne güzel özetliyor. Sanat, insanı insan yapan, onu güzelleştiren, sevgiyi, yaşama sevincini, dostluğu pekiştiren özelliği ile aydınlık bir dünya sermiyor mu önümüze.
İnsana bir şey katmayan, onun gelişimine katkı koymayan, sadece eğlencelik olarak dayatılan, aynı zamanda ekonomik bir kazanç kapısına dönüştürülen uğraşıyı sanat adına yaptıklarını söyleyenlere ne güzel cevap! Teknolojinin insanı tüketen, onu doğasından koparan yani insanı insanlıktan çıkaran, sadece bir makineye dönüştüren burjuva uygarlığı, son tahlilde insanın düşünce dünyasını da kendine benzetiyor, beynini zehirliyor, köreltiyor, donduruyor. Tüm bu bireyi yozlaştıran, çürüten ilişkilere karşı sanatın büyüsüne ulaşmak için izlediği yolu şöyle tanımlar Usta:
“Sanatın büyüsüne hayattan, hayatın gerçeğinden, yaşamından gidilir. Büyü soyut, kendi kendine var olan bir şey değildir. Doğanın deviniminde ve hayatın eyleminde vardır. İnsan kafası büyüyü gerçeği işleyerek, gerçeğin derinine inerek, dört bir yönünü arayarak yoklayarak varır. Sanatın büyüsü gerçekten gidilmedikçe yaratılamaz. Sanat büyüyü, şiiri, doğayı, yaşamı etkili hale getirir.”
Bu noktada sanatın niçin yapıldığı, buna ilişkin kategoriler oluşturulması onun için önemli değildir. Bir dönem uzun, ciddi tartışmalara neden olmuş bir konuda onun tarzı çok nettir. O böyle bir ayrımı saçma bulur;
“Sanat sanat için mi hayat için mi, saçma… hayat hayat için mi, sanat için mi diye neden sormuyorlar. Sanat yaşamın bir yönü hayatın içinde oluşan bir varlıktır.”
İnsan ve doğa için sanat yaptığını söyleyen büyük usta niçin yazıyorsun diyenlere şöyle cevap verir:
“Bana soruyorlar, sen romanı niçin yazıyorsun? Bilemem diyorum, bilsem de söyleyemem. Bir şey biliyor, daha doğrusu sanıyorsam, destancılar soyundan geldiğimdir. Gençliğimde destan anlatmayı denedim.”
Zaten bir romancının eserleri niçin yazdığının cevabını içinde barındırmıyor mu? Onun amacı insan gizemine varmaya çalışmaktır. Düş gücü çok gelişkindir, sürekli sonsuz düşler kurar. Bu konuda tavizsizdir:
“Düş gücünü yitiren insanın umudu olur mu?” der.
Ali Fuat Karaöz
İzmir, Yazarevi Topluluğu Gönüllüsü
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.

Bu tartışmayı Facebook'ta paylaşabilirsiniz:
Facebook'ta paylaş
0