ForumSelam, Naber?  Yeni Konu 

SİNEKLER

05 Haziran 2012

attila bozoglu

SİNEKLER

Arnavut taşında koca bir at boku.

Milyonlarca sinek konuyor, kalkıyor bir anda.

Kalabalık bir hava alanı sanki.

Köşe başında bir işportacı.

Defolu triko satıyor bağrış, çağrış.

En ortada bir at sineği.

Gri çizgili vücudu. Oldukçada besili.

At sinekleri yalnız at boklarına konar bilir misin?

Evlerde pek nadir görülür.

Trikocunun el arabasının etrafında insanlar, öbek öbek.

Bir kazağı bırakıp, bir bluzu alıyor.

Toptancı Süleyman, beş, on köylüyü kazıklamakla meşgul.

Üç büyük tulum peynirini yirmi liraya kapatmak için, biteviye pazarlıkta.

Sırtında gri çizgili bir yelek, hararetli, konuştukça sallanıyor ön cebinden, altın köstek.

En fazlada adi karasinekler.

Bütün boku onlar kaplamış.

Hatta itiş kakış arasında, birbirlerinin üzerine bile konuyorlar.

Fırının yanındaki sokağın köşe başında, sahildeki kamyoncular kahvesine doğru koşturan bir hamal, pazardan dönen bir diğerine çarptı aceleyle.

—Çüş ulan.

Önüne baksana eşşoğlu eşşek.

Bir iki gövdesi parlak petrol yeşili sinek, fışkıdaki yarı hazım olmuş arpa kalıntıları üzerinde.

İşportacının tezgâhında, manikürlü, sedef ojeli zarif bir el.

Yanındaki kürk mantoluya, seçtiği erkek yeleğini gösteriyor.

—On beş lira şekerim. Sudan ucuz.

Âli’ciğime 150 derim.

Hülyalardaki konken borcumun bir kısmı çıkar bari.

İki karasinek, bulgur çuvallarının dayalı olduğu, tahta direğin kenarında duran, üzerinde destanlar, türküler, on derste namaz, Tahir ile Zühre kitapları, çeşitli esanslar ve hacı yağları üzerinden, birazda mest olmuş kalkıp, tembel, tembel caddeye doğru süzüldü.

Sanki kamyoncular arası Karadeniz Cross yarışına girmiş gibi geçen Volvo'nun rüzgârına çarpınca, ters yüz dönüp; kaldırımda hasır üzerine sıralanmış yumurtaların üzerine kondular.

Volvo’dan, öfke, homurtu, şimşekler.

At bokunun sanki resmi çıkmış koca tekerleğin altında.

Bir kısmı, kamyonun tekerleğine yapışmış, Samsun istikametinde uzaklaştı.

Hiç olmazsa, 50 kara ve 3 tane de at sineği saydım yerde pastırma olmuş.

Trikocunun sesi her halde üç sokak ileriden duyuluyordur.

Önünde yine öbek, öbek eller, kafalar.

Kenara çekildim.

Bir sigara ağzımda, gökyüzünden sanki bir şeyler bekledim bir müddet.

Kürk mantolu hanım bir bluz sardırdı.

Kırmızı çizmeleriyle mini eteğinin arasında baldırlar, süt beyazı.

Karalâhana satan ihtiyar cadı, bir şeyler okudu, üfledi arkalarından.

Bıyıkları yeni terlemiş bir genç, derin bir iç çekti.

Tekir bir kedi, hurdayı haş bir cipin altında ezildi.

Dokuz yaşında simitçi, toptancıdan tokat yedi.

Doktor Bey’in küçük kızı, anasının eteğine yapışmış, cırlak, şirret bağırıyor.

At boku resminin yanında, birde havuç ezilmiş.

Bir avuç sinek pastırması aldım yerden, havuç eziğinin arasına dürüp, ağzıma attım.

Yuttum, yürüdüm.

Süt gibi baldırlara okuyup üfleyen cadı, çıldırmış gariban diye fısıldadı.

Deliler gibi gülüyorum.

Belki de çıldırdım.

Etrafıma baktım.

Yine bir yığın pislik.

Çıldırmak:

Hiçbir şey görmeden, bu pisliğe, riyaya, rüşvete, kahpeliğe bön bön bakıp gülmek.

Eşittir MUTLULUK olmalı bu denklem.

Gözlerimin ta derinlerine bakıp, aşk dilenen sarışın kıza dil çıkardım.

Şaştı, apıştı kaldı.

Pastanenin önünde durmuş hala arkamdan bakıyor ürkek.

Bilmem hangi hikâyeyi dümenden zengin olmuş asırlık bunak herifin, yirmi beşlik karısıyla bir sene yatıp, sonunda senin paran benim makyajıma yetmez diye kadından kıçına tekmeyi yiyen kitapçının dükkânının önündeyim.

Eli yüzü rengârenk boyalı, burnunun altına yapışık bir et beni gibi kuru bir sümük; on, onbir yaşlarında bir çocuk.

Portakal sandığından bozma, sandukası ve boya takımı önünde.

İncecik sesiyle türkü mırıldanıyor.

—Sivas ellerinde sazım çalınır.

Çamlı beller bölük, bölük, bölünür.

Yardan ayrılmışam, bağrım delinir.

Kâtip arzuhalim yaz yâre böyle.

Dudaklarında bir izmarit, biraz yılışık, birazda dayılaşarak;

—Boyarız Ağbi.

Boya lan dedim.

Ayakkabımı, çoraplarımı çıkardım.

Çıplak ayağımı portakal sandığına koydum.

Velet, sağındaki yaşlı mısırcıya döndü.

Parmağıyla şakağına yakın bir daire çizdi havada.

Boya dedim.

Parmaklarımı siyaha.

Topuğumu maviye.

Kıllarımı da tek tek kırmızıya.

Güldü.

Yeni bir oyun keşfeden her çocuk gibi, hevesle girişti işine.

Sivas’ın Su Şehri’ndenmişler esas.

Babasını kan davasından vurmuşlar.

Anasıyla gelmişler buraya, teyzesinin yanına.

Sonram, Bulancaklı bir herifle kaçtı koca karı diye hararetli anlatıyor.

Sokakta bıraktı beni.

—Kuran ekmek çarpsın.

İki buçuğa aldım ağbi diyor portakal sandığını.

—On kâğıtta boyalara yatırdım.

Kısmet ederse Allah, bir düzdüm mü iki yüz lirayı,

Ermeni sucukçunun yanındaki dükkândan, göreceksin alacağım sandukayı.

Pırıl, pırıl pirinç takımlar,

Dört tane fırça ağbi diyor.

—İkisi yedekte dursun.

Sedef kakmalı sanduka, Gaziantep işi.

Kralından bir kadife.

Birde kapağında deniz fenerli cila.

Aldım mı?

Bak sen gelen paraya.

O zaman bütün bisikletler benim.

Boya diyorum, boya.

Düşlerimi maviye,

Denizleri yeşile.

Kıtaları karaya.

TÜM DÜNYAYA,

YALNIZ CİLA ÇEK.



Fenerli cilanın feneri yanmıyor bu gece.

Hâlbuki denizde alabildiğine dalgalı.

Kaytarmış gene fener bekçisi Mahmut.

Şeytan, merdivenin dibinde, tahta bir kerevet üzerinde.

Yeşilli morlu bir denizkızıyla sevişiyor.

Uzaktan, İstanbul sisler içinde.

Denizkızının yosunlu saçını çektim.

Baktı masmavi gözleriyle derin derin, pışık çekti bana.

Bizim adam gene gelmiş.

Yeni resimler yapıştırmış çek çek arabasının camlarına, hanzaplast plasterle.

Gazi Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Çakmak, Cemal Gürsel.

Birde bismillahlar, amentüler.

Bir güvercin uçtu alçaktan.

Denizde yine karabataklar.

Neden gelmez martılar?

Hür olmak güzeldir her halde martı kadar.

Neredesiniz martılar?

Bağırdım avaz avaz.

Singapur’dan, Honkong’tan, Venedik’ten, Marsilya’dan seslendiler tek tek.

Honkong’u bilir misin?

Ben bilmem.

Gitmedim hiç.

Bir Çinli geçti önümden.

Gözleri çekik mi çekik.

Yüzü sarımı, sarı.

İp ince tekerlekli bir arabayı çekip, koşturuyor.

İçinde tüm martılar, araba sefası yapıyor.

Yerde bir kese kâğıdı.

Devlet Operasının duvar ilanıymış.

Çaykovski’nin Fındık Kıran Süiti.

Hep gülerim buna.

Neden fındıkkıran demişler ki?

Aklıma bin bir fındıkkıran, fıkırdak bir yosma gelir hep.

Denizin karşı tarafında Kırım var.

Kırımda Tatarlar.

Devlet çiftliklerinde çapa salıyor.

En genç, en delişmen tatar, küfretti çiftlik komiserine.

Komiser Rüstem rapor tuttu hakkında.

Bağırdım genç Tatar’a.

Ne küfür ediyorsun be?

Kızdı.

Çapayı kaptı, bütün Karadeniz boyunca beni kovaladı.





















Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.

Bu tartışmayı Facebook'ta paylaşabilirsiniz:
Facebook'ta paylaş
0