ForumSelam, Naber?  Yeni Konu 

MUHLİS

04 Mayıs 2012

attila bozoglu

MUHLİS

Sultan Selim Caddesine saptığımda, kar iyice şiddetlenip tipiye çevirdi.

Atölyenin önüne geldiğimde bayağıda tutmaya başladı.

Beş katlı bir apartmanın zemin katında atölyem.

Apartman giriş kapısı, binanın tam ortasında.

Solunda, ofis olarak kullandığım üç metreye üç metre bir odam var.

Ofis kapısının yine solunda, atölye giriş kapısı bulunuyor.

Dün geceden beri iyice soğudu hava.

Ofis, buz gibi olmuş.

Bir masa, koltuk ve iki misafir koltuğundan ibaret ofis eşyası.

Ha birde küçük bir etajer, üstünde telefon, masa üstünde de Remington daktilom ve saç kurutma makinesinden adapte sıcak hava üfleyen bir elektrik sobası.

İlk iş, sobayı çalıştırdım.

Beş elemanım var atölyede çalışan.

Bir çırak ve dört kaynak, demir doğrama ustası bütün personelim.

Atölye ye girdiğimde herkes tulumlarını giymiş, çalışmaya başlamıştı bile.

-Günaydın çocuklar.

Hayırlı işler.

Kolay gelsin.

-Günaydın Attila abi.

Sana da kolay gelsin.

-Yunus Usta.

Ne var imalatta bu gün?

-Dün akşam üzeri arızalı bir transpalet getirdiler.

Hidrolik pompası arızalı.

Yükü kaldırmıyor.

Arkadaşlarda, platformlu el arabalarının imalatına devam edecekler bu gün.

-Hadi kolay gele.

Ben fötör’ün kahveye gidiyorum.

Kar yağdığını görünce, işe geç kalmayayım diye, sabah hemen fırladım evden.

Çayımı sigaramı içeyim de bir, kendime geleyim.

Telefon çalarsa, aman hemen çağırın beni.

Müşteri kaçırmayalım.

Ha aklıma gelmişken, böyle giderse hava iyice soğuyacak.

Soba için yağımız var mı?

-Var abi.

Bir varil kadar doldurmuştuk geçen hafta.

Bizi bir müddet idare eder.



Kendimiz yaptık yağ sobasını.

Oto tamircilerinden satın aldığımız, kullanılmış motor yağlarını yakıyoruz.

Hem ucuza geliyor, hem de çok iyi ısıtıyor imalathaneyi.

Gazdan, kömürden iyi vallahi.



Kahvede, bütün masalar dolu bu sabah.

Soğuk diye her halde.

Herkes sıcak bir çay ile kendine gelmeye çalışıyor.

Fötör, semaverin başında çay dolduruyor.

Behçet de masalara dağıtıyor.

Birkaç masa blöflü pişti oynuyor.

Birkaç kişide domino.

İşsiz takımı bunlar.

Şeker amca, açmış gazetesini, dalmış gitmiş.

Ne kadar solcu gazete var ise, onları okur.

Malum, eski tüfektir kendisi.

Nazımın çoğu şiirini de ezbere bilir.

Karabük Demir Çelik’ten emekli.

-Günaydın, Şeker amca.

Nasılsın?

-Kelek muamele be Ati.

Haberleri okudukça içim daralıyor.

Nereye gidiyor bu memleket be?



Fötör’ün esas adı Necati.

Sürekli kahverengi bir fötr şapka giyer.

Onun için, kimse Necati demez ona.

Fötör aşağı, fötör yukarı.

Ulan, iddiaya girerim, bu herif sıçarken bile çıkarmaz bu şapkayı kafasından diyor Şeker amca.

-Varol Otele gittik beraber geçen hafta.

Cins herif bu fötör, Ati be.

Karıyı hallederken bile şapka kafasındaydı.

Gülüşüyoruz hep beraber.



Behçet Trabzonlu.

Otuz yaşlarında var, yok.

Dursune isminde bir kıza âşık olmuş Trabzon da.

Kızda onu seviyormuş.

Ne oldu ise, evlenmelerine iki ay kala, zengin bir fındık tüccarına kaçmış Dursune.

Paranın a..na koyayım diyor Behçet.

Üç katlı köşkü, kırmızı Mercedes’i görünce, aşk maşk kalmadı Dursune de.

Kaçtı gitti orospu o yetmişlik herife.



Neyi var, nesi yok ise, satıp İstanbul’a göçmüş Behçet.

Kalsaydım katil olurdum abi diyor.

İkisini de vuracaktım, vallahi ve billahi.

Gene de, arada aklıma gelmiyor değil ya?

Kalk git diyor şeytan Trabzon’a.

Bas bunları köşkte.

Çek Takorefi, delik deşik et ikisini de.

Manyak mısın be Behçet diyorum.

Hapislerde çürümek mi istiyorsun?

Karı mı yok lan koca İstanbul da?

Değer mi?

-Vallahi ben demiyorum Attila abi.

Şeytan diyor billahi.



Fötör’ün askerlik arkadaşı imiş.

İstanbul’a göçünün haftasına, Çiçek Pasajında karşılaşmışlar bir akşam.

Laf lafı açmış, Behçet’in ne iş tutacağına gelmiş sohbet.

Fötör teklif etmiş Behçet’e.

-Sanayi mahallesinde kahvem var.

Madem boştasın.

Elindeki parayı da karı kıza yedirmeden, gel ortak ol bana.

Mekânı çok iyi benim kahvenin.

Sanayinin göbeğinde sayılır.

Sıkıntı çekmeyiz.

İkimizi de doyurur da artar bile.

İşte böyle ortak olmuş Fötör’e Behçet.



-Behçet, ne oldu benim çay?

-Tamam, Attila abi.

Şimdi getiriyorum.

Kalabalığız bu sabah maşallah.

Onun için geciktim.

Kusura kalma.

Çayımı getirip, karşıma oturuyor.

-Versene bir Malboro abi be.

Yoruldum koşuşturmaktan bu sabah.

Bir sigaralık, dinleneyim yanında.

Derin bir nefes çekiyor sigaradan.

-Döne’yi gördün mü bu günler?

-Yoo, hayrola?

-Babası, Sivas’a memlekete gidince, azdı karı.

Mini mini bir etek giymiş.

Kaymak gibi bacak, baldır.

Birde güzel boyanmış ki kaltak.

Bir içim su.

Ama gözü yukarılarda.

Benim Dursune gibi.

Evvelsi gece kestim önünü.

Boğazda yemeğe gidelim mi beraber dedim.

Iıh dedi.

Herkese şapır şupurda, niye bize yarabbi şükür kız dedim.

Senin boktan bir Murat araban bile yok dedi.

Bir de zamparalığa kalkıyorsun.

Alt tarafı bir çaycısın be.

Çek altına Mercedes’i, sonra gel yanıma dedi.

Orospuya bak abi be.

Adını bile değiştirmiş kaltak.

Dün bir kız arkadaşı geldi kahveye.

Hülya’nın evi neresi diye sordu.

Bende, yok bu sokakta Hülya adında birisi dedim.

Tam o sırada Döne gelmez mi kahvenin önüne?

AA Nil, sen ne zaman geldin diye sarılmaz mı kıza?

Tasım tepem attı abi.

Gız sen ne zaman Hülya oldun dedim.

Aman Behçet, ne olur, mahallede kimseye söyleme.

Döne, ırgat karılarının adı.

İstanbul’a yakışmıyor demez mi?

Arkadaşının da esas adı Fadime imiş.

O da değiştirmiş, Nil takmış kendi adını.

Hele bir Hüseyin abi dönsün Sivas’tan.

Bir bir anlatacağım her şeyi.

Kemiklerini kırmazsa Dönenin, namerdim vallahi.

Ayıp edersin dedim Behçet’e.

Kız sana vermedi diye ispiyonculuk yapma.

Götün yerse çek altına Mercedes’i öyle git Döneye.

Sende mi be Attila abi?

Alacağın olsun dedi ve başını iki yana sallayarak, Fötörün yanına gitti.



Ofise girmiştim ki telefon çaldı.

Kartal da bir balata fabrikasından arıyorlar.

İki tonluk römorke ihtiyaçları varmış.

Adres, telefon vs. not aldıktan sonra, geçtim daktilo başına teklif mektubu hazırlamaya.

Tarihi atıp, Sayın Baylar diye yazmıştım ki, kapı çaldı.

-Buyurun, kapı açık.

Zayıf, kısa boylu bir çocuk girdi içeri.

Sarışın, çakır gözlü, güler yüzlü bir çocuk gelen.

-Buyur küçük.

Ne istiyorsun?

-Abi ben iş arıyorum.

-Maalesef çırağa ihtiyacımız yok.

Bir çırağımız var zaten.

-Çırak olarak değil ağabey, kaynakçıyım ben.

Şöyle bir baktım çocuğa.

Taş çatlasa on dört, on beş yaşlarında, yüz elli beş santim boyunda bir çocuk bu.

-Yaa, nerde öğrendin kaynakçılığı?

-Bitlis de abi.

Sigara fabrikasında beş sene kaynakçılık yaptım.

Yeni geldik Bitlis den.

-Lan dokuz yaşında mı kaynakçılığa başladın sen?

-Yok, be abi.

Sen beni kavruk gördün de, böyle konuşursun.

Yirmi beş yaşındayım ben.

Fakirlik işte.

Bebe iken iyi beslenmemişim.

Onun için kavruk kaldım ben.

Ne olur abi.

Bir dene beni.

Çok iyi kaynak atarım vallahi.

-Adın ne senin?

-Muhlis Sarı abi.

Sırf merak ettiğim için bir denemek istedim.

-Gel bakalım Muhlis Usta.

Madem o kadar ısrar ettin, bir deneyelim bakalım.

Muhlisi atölyede Yunus’a teslim ettim.

-Yunus usta.

Bu arkadaşa 100 lük bir U demiri kaynattır.

Becerir ise, birde 1,5 mm'lik iki saç parçasını birleştirip kaynatsın.

-Tamam abi.



On dakika geçmişti ki Yunus ofise geldi.

-Attila abi.

Kaçırmayalım bu elemanı.

Kaynağı çok çok iyi.

Değme usta yanında halt etmiş vallahi.

Ufak tefek ama, benden daha iyi kaynak atıyor fırlama.



İnce saçı delmeden kaynatmak, bayağı ustalık ister.

Yunusun denettiği saç parçasına baktım, en ufak bir delik yok.

İp gibi kaynatmış hakikaten.

İşte böyle başladı Muhlis bizimle çalışmaya.

Sessiz, sakin, efendi biri Muhlis.

Son derece de çalışkan.

İlk maaşını aldığında, gitmiş bir şişe rakı almış.

Evine davet etti beni.

-Bubam da merak eder seni abi.

Çağır Attila abini bir akşam yemeğe dedi.

Muhlisin evi Seyrantepe de.

Benim ofisten biraz daha büyükçe, tek oda bir gecekondu bu.

Biri on, diğeri 15 yaşında kız ve oğlan iki kardeşi var Muhlisin.

Toplam beş kişi yaşıyor bu tek odada.

Kenefi, bahçeye yaptık diyor Muhlis.

Evi ilk kiraladığımızda, aha şu köşede idi.

Ama beş kişi sıçınca, ne temizlersen temizle, ev bok koktu.

Bende çimento döktüm deliğe, kapattım kuburu.

Yere de fayans döşedim.

Bubam da perde ile ayırdı bu köşeyi, mutfak yaptı,

Bahçeye, briketle yaptım kenefi.

Yağmurda gel git biraz zor oluyor ama, bok kokusundan yine de daha iyidir.



Bazlama, torba peyniri, bulgur pilavı ve rakı.

Güzel bir kafa çektik üçümüz o akşam.

Hep bir ağızdan türküler söyledik.

Mahmur Cızravi’nin kasetini dinletti babası bana.

O gecenin tadı hala damağımda ve kalbimdedir.



Muhlis’in işe girişinden iki sene geçmişti ki, bir akşam paydosta yanıma geldi.

-Abi, bir dakka seninle görüşebilir miyim?

-Tabi Muhlis, buyur otur.

Nedir derdin bakalım?

-Attila abi.

Bubamın çalıştığı ilaç fabrikasında, temizlikçi bir bayan aranıyormuş.

Bubam, anamı da işe komak istiyor.

Hem maaşı da, bubamınkin den daha fazla olacakmış.

Gaptırmayalım bu işi, elin yabanına dedi bubam.

-Gözün aydın Muhlis.

Sevindim sizin için.

Ailecek ferahlarsınız biraz.

-Ama Attila abi, bubam dedi ki, benim goca garı da işe girince, evi çekip çevirecek bir garı lazım dedi.

-Kuma mı alıyor yoksa baban Muhlis?

-Yok, kuma falan.

Beni evermek istiyor.

Amcamın gızını alacakmış bana.

Başlık parası istemem demiş amcam.

-Hayırlı olsun be Muhlis.

Kızı gördün mü?

Beğendin mi?

-Çocuk iken görmüştüm Gonca'yı.

Ben on yedi idim, o da yedi yaşındaydı.

-Gonca mı kızın adı?

Başıyla tasdik ediyor.

-Güzel ismi varmış amca kızının.

Zamanı da gelmişti be Muhlis.

Yirmi yedi yaşındasın.

Zamanıdır senin de aile kurmanın.

Nerede şimdi Gonca?

-Bitlis de.

Bu hafta sonu gelecek İstanbul’a.

Amcam getirip teslim edecek Bubam’a.

-Haydi hayırlısı.

Gonca gelince tanışmak isterim.

-Tabii Attila abim.

Sende benim bubamsın.

El öpmeğe getiririm sana.



Ertesi hafta, perşembe akşamı Muhlis ofise geldi.

-Attila abi.

Yarın için izin isteyeceğim senden.

Gonca geliyor yarın öğlen.

Bubam ile, Hareme Garajlara gideceğiz karşılamağa.

Elimdeki işleri hep tamamladım.

İzin verir misin yarın için bana?

Tabii Muhlis.

Senin için, hayırlı olur inşallah.



Cuma akşamı paydosta, Muhlis Gonca’yı fabrika ya getirdi.

Tipik bir Kürt kızı Gonca.

İri yarı, büyük memeli, siyah uzun saçlı, kalın kaşlı, her iki şakağında da birer gül dövmesi.

Yalnız, Gonca tahminimce bir seksen boyunda.

Selvi gibi bir kız.

Bizim Muhlis kayboluyor yanında.

-Öp gız Attila Bubam’ın elini.

Uzanıp elimi öpüyor Gonca.

Sonrada geri geri gidip, kapı önünde el pençe divan duruyor.

-Allah kısmet ederse ne zaman evleniyorsunuz Muhlis?

Anlaştınız mı amcanla?

-Biliyorsun Abi.

Amcam başlık istemedi.

Ama küçük de olsa bir düğün ve resmi nikah istiyor.

Para toplamam lazım.

Onun için, tam belli değil henüz.

Tamam, bizde yardımcı oluruz.

Merak etme sen.

Elimden geleni esirgemem senden.



Benim elemanlar aralarında para topladı.

Bende iki, maaş ikramiye verdim Muhlise.

Yirmi gün sonraya gün aldık Nikah Dairesinden.

Sanayi mahallesindeki Yasemin Düğün salonunun sahibi ile aram iyi.

Bende yüklü bir iskonto aldım Muhlis için.

Bakiye borcumuzu da, salon sahibinin, Ümraniye deki evinin demir doğrama işlerini yaparak ödeyeceğiz.

Bir tek problem var.

Atölyedeki arkadaşları Muhlis ile sabah akşam dalga geçiyor.

-Ulan Muhlis.

Gonca senin üç katın be.

-Gerdek gecesi karı senin bir üstüne oturursa, bokun çıkar be.

-Geberirsin lan.

-Ulan Muhlis.

Sen hiç karı düdükledin mi şimdiye kadar?

Ne yapacağını biliyor musun zifaf gecesi?

Lan, karınınkini gördün mü, altına sıçarsın sen korkudan be.

-Ulan Muhlis dalyan gibi karı, Gonca be.

Seninki ufak gelir ona.

İki günde boynuzlar seni.

-Ulan Muhlis, göbek deliğini sakın orası sanma ha!

Dayağı yersin sonra karıdan bak.

Demedi deme.

İleri geri sürekli takılıyorlar Muhlise.

Ne kadar tembih ettiysem de, önleyemedim bu şakaları.



Neyse, en nihayet nikah günü geldi çattı.

Beyoğlu dan Gonca ya bir gelinlik kiraladık.

Muhlise de siyah bir takım elbise aldım Mecidiyeköy den.

Bir de ortasına kristal taş kondurulmuş, kırmızı papyonu da takınca, artist gibi oldu bizim oğlan.

Resmi nikâhtan sonra, Sanayi Mahallesi İmamına da dini nikahlarını kıydırdık.

Allah kısmet ederse, yarın gecede düğünümüz var.

Nikahtan sonra evlere dağıldık.

O tarihte, Pontiac marka arabam var.

Yayla gibi mübarek.

Yunus, sabah erkenden gelip alacak benden arabayı.

Çiçekçi İhsana götürüp süsletecek.

Kızımın da bir gelin bebeği vardı.

Onu da verdik Yunusa.

-Yunus al şu bebeği de, ön tampona bağlatıver İhsan’a.

Etrafına da çiçekler dizsin.

Kırmızı olsun çiçekler ha.

-Tamam, abi, merak etme sen.

.

Gece geç saatlerde kapı çaldı.

Zil sesini ilk duyduğumda, saate baktım.

Sabaha karşı üç buçuk saat.

Her halde rüya gördüm dedim içimden.

Tam tekrar uykuya dalmak üzereydim ki, kapı tekrar çalmaya başladı.

Israrla çalmaya devam edince panikledim.

Ya gene atölyeyi bombaladılar, (1980 senesi, anarşinin kol gezdiği zamanlar)ya yangın çıktı, yada babama bir şey oldu diye geçti aklımdan.

Eşimi uyandırmamağa gayret ederek, gittim kapıyı açtım.

Gelen Muhlis.

-Ne oldu Muhlis, birisine mi bir şey oldu?

-Kapıdan adımını attı ki ağlamağa başladı.

-Ne oldu lan?

Meraktan çatlatma adamı.

Ailene mi bir şey oldu?

-Yok, onlarda bir şey.

Seninle konuşmam lazım abi.

-Tamam konuşalım.

Otur şuraya.

Ne oldu anlat bakalım.

Gözlerinden yaşlar ip gibi akıyor Muhlisin.

-Attila abi, yarın gece ben ne yapıcam?

-Ne demek ne yapıcam lan?

Düğünün olacak.

Hep beraber yiyip içip eğleneceğiz.

Ne var bunda üzülecek?

Allaha şükret.

Her şey yolunda gitti.

-Abi ben hayatımda hiçbir bayanı çıplak görmedim.

Hiç bi kadınla yatmadım.

Bir keresinde dayı oğlu kerhaneye götürecekti, onda da korkup kaçtım.

Ben ne halt ettim be.

Bok mu vardı evlenecek?



Elimde değil.

Başladım gülmeye.

Birer Sigara yaktık.

Başladım Muhlise anlatmaya.

Şöyle olursa şöyle.

Böyle olunca böyle diye.

-Sen koca demir putrelleri kaynatan adamsın be Muhlis.

Bir karı ile mi baş edemeyeceksin?

Farz etki kaynak atıyorsun.

-Ama abi benim elektrot küçük.

-Lan küçük müçük.

Sen hiç yarım kalmış elektrotla kaynak yapmadın mı?

O da kaynatmıyor mu demiri babalar gibi?

Saat dört buçuk olmuş.

Başlatma beni elektrotundan.

Bas git yat uyu.

Bu gece düğünün var.

Dediklerimi yaparsan korkacak bir şey yok.

Hadi yallah eve.

Muhlise baktım, bayağı ferahlamış.

Geldiğinde sapsarı olan yüzüne renk gelmiş.

Kalktı teşekkür edip elimi öptü.

-Attila abi.

Ne olur anlatma arkadaşlara bu geceyi.

-Merak etme sen.

Kimseye bir şey söylemem.



Düğünü salimen yaptık.

Hepimiz o gece çok eğlendik.

Goncaya altın bir bilezik taktım.

Arkadaşları da para çengelledi gelinliğe.

Gece üç gibi düğünü bağladık.

Muhlisin sırtını yumruklayarak, Gonca ile Pontiak’a bindirip Seyrantepe ye uğurladık.

Amcası da kardeşlerini ve anne babasını, taksiyle Gültepe de bir hemşerilerinin evine götürdü.

Bu gecelik orada yatacaklar.

İçimden Muhlis için dua ettim.

İnşallah mutlu olur.



Üç gün evlenme izninden sonra Muhlis iş başı yaptı.

Atölyeye girdiğinde, tesadüfen bende bir makineyi tamir etmeğe çalışıyordum.

Baktım bizimkinin iki kolu hafiften yanlara kalkmış, ceketi omuzlarına atmış, Ferdi Tayfur misali bir hava ile afili, afili yürüyor.

-Lan Muhlis, biz seni ölmüştür helecandan diye belledik.

-Lan Muhlis halledebildin mi karıyı?

-Lan Muhlis göbek deliğine yüklenmedin ya Gonca’nın?

Muhlis, gayet sakin yere eğildi ve bir demir parçasını eline aldı.

-Kesin Lan.

Bir laf daha edenin kafasına indiririm köşebendi alimallah.

Benim ailem, benim karım hakkında konuşanın anasını bellerim.

Hepimiz mutlu mutlu sırıttık.

Muhlis başarmıştı.



Seneler sonra Muhlis ve ailesine İzmir Fuarında rastladım.

Gonca’nın elinden tutmuş, bir yanında on yedi, on sekiz yaşlarında bir kız (Gonca gibi güzel ) diğer yanında da bir doksan boylarında iki delikanlı.

Sarıldık öpüştük Muhlis le.

Çocuklarına döndü.

Size hep anlattığım Attila abim işte bu bey.

Öpsenize, Attila Babanın elini.

Abi, bu kızım Cano.

Bunlarda oğullarım Hasan ve Hüseyin.

İkiz bunlar.

Teker teker elimi öptüler.

Cano edebiyat fakültesinde okuyormuş.

Öğretmen olmak istiyor.

Hasan, Hüseyin Liseden sonra okumamış.

Bilmem ne takımında profesyonel basketbol oynuyorlarmış.

Hüseyin iki kere milli, takıma çağrılmış.

Adres ve telefonlarımızı yazdıktan sonra ayrıldık.

Dokuz Eylül kapısından, kordona doğru yürürken gözlerimin yaşardığını hissettim.

Morukladın be Attila dedim kendi kendime.

Ne var ağlayacak.

Gene kendi kendimi cevapladım.

Duygulandım.

Daha doğrusu da, çok gururlandım.

Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.

Bu tartışmayı Facebook'ta paylaşabilirsiniz:
Facebook'ta paylaş
0