ForumSelam, Naber?  Yeni Konu 

ANKARADA İLK SABAH

31 Ekim 2011

Attila Bozoğlu

ANKARADA İLK SABAH

İSTANBUL-AKSARAY 1947
Alaca karanlıkta kargaların çığlıklarıyla uyandım.
Annem, Gülnar teyzemin hole serdiği yer yatağında derin bir uykuda.
Ayaklarımın ucuna basarak cumbanın penceresine gittim. Perdeyi az bir şey
aralayarak korka, korka dışarıya bakıyorum. Elektrik tellerinde binlerce karga bir
avaza kıyamet koparıyor.
Caddede bir iki çöpçü şimdiden kaldırım kenarlarını süpürmeye başlamış bile.
Perdeyi usulca çekip pencerenin bir kanadını açtım.
Uzaklardan mis gibi deniz kokusu geliyor. Kızıllıklar içinde gökyüzü tembel
tembel ağarıyor.
Tam karşımızdaki meyhanenin sahibi Lefter Efendi esneyerek, meyhanenin
kapısını kapatıp asma kilidi astı.
Uykusuzluktan sendeleye sendeleye akasya ağaçları boyunca yürüdü gitti.

Pencereyi kapatıp tekrar yatağa uzandım.
Can sıkıntısından duvardaki resimlere ve asılı diğer şeylere bakıyorum.
Tam ortada beni masal diyarlarına sürükleyen bir duvar saati var, Arapça
rakamlı.
Kadranında, bir kenarda gülümseyen ay ve etrafında yıldızlar; bir kenarda da çok
ciddi bakışlı güneş resmi. Bunların ortasında, sapsarı, çok uzun saçlı, tüller
içinde uçuyor gibi resmedilmiş bir melek ve alt kısımda da kapüşon cüppeli,
elinde tırpanı ile Azrail.
Pencere kenarına yakın bir yerde, annemin hem saygı ve hem de biraz gururla
gösterdiği; başı kalpaklı, pala bıyıklı, göğsü bir sürü madalya ile kaplanmış
askeri üniformalı yarı ciddi yarı gülümseyen bir fotoğraf.

—Bak Attila.
Bu; Hasan Tahsin Paşa dedemiz.
Sonraları bu paşayı hep merak ettim.
Bir vakıf kurmuş. Her sene bir yerlerden tüm aileyi talükata yüklü bir para
ödüyorlar.
Ne parası, neden, nerden?
Kimseden de beni tatmin edecek bir cevap alamadım.

Karşı duvarda, atlas bir kılıfın içinde Kuranı Kerim asılı.
Tam altında da, Gülnar teyzem ile kocası Sıtkı Dayımın evlilik resimleri.
Teyzem bir koltukta oturuyor, başı duvaklı. Uzun gelin telleri kucağına
yayılmış. Dayım ayakta. Bir eliyle koltuğu tutmuş. Öbür elini ise
göğsünde, ceketinin içine sokmuş.

Tam karşı köşede dayımın tatbikatta çekilmiş büyük bir resmi.
Bir sıra top ve arkasında yan yana dayım ve asker arkadaşları.
Bu resmi her gün saatlerce büyülenmişçesine seyrediyorum.
Annem bir kaç kerede beni payladı.
—Aptal, aptal niye devamlı bu resme bakıyorsun?
Çık bahçede oynasana.
Sıtkı Dayım müdahale ediyor.
—Eeee. Soydur çeker.
Büyük dede asker.
Baban asker.
Dayılar enişteler asker.
Üstelik Babası da asker.
Ne bekliyorsun?
Herhalde o da asker olacak.
Annem sinirleniyor.
—Allah korusun. Asker olsunda bizim gibi sürüm sürüm sürünsün mü?
Anadolu’da o şehir senin, bu kasaba benim, sefalet çek.
Ondan sonrada koca bekle senelerce.
Neymiş, mühendis olacakmış.
Allah bilir Amerika da ne haltlar karıştırdığını.
Gençliğim, güzelliğim eriyip gidiyor.
Ne zaman süsleneceğim, ne zaman gezeceğim ben?
Birini elime tutuştur, birini de karnıma koy; ondan sonrada bas git.
Babam Musul’da ne yaptı?
Rıfkı amcam az mı anlattı nasıl rakkase oynattıklarını her gece tepside.
Olmaz olsun askerliği de; mühendisliği de.

Gülnar teyzem devamlı farelerden, tahtakurularından şikâyet ediyor.
Caddede, yeni yapılan taş evler varken, acaba niye bu tahta evde oturuyor.
Geçen gün sordum.
Bu ev romatizmalarıma iyi geliyor Aticim dedi.
Acaba romatizma ne demek?
Belki kızar diye sormadım.
Üst katta Dayım öksürmeğe başladı.
Teyzemde birazdan kalkar.
Dayım uyanır uyanmaz kahvesini ister.

İşte merdivenler gıcırdamağa başladı.
Teyzem kapı aralığından fısıldıyor.
—Ati, uyandın mı?
Aynı fısıltıyla,
—Uyandım teyze.
Annemi uyandırmamaya gayret ederek yorganın altından sıyrıldım.
Gülnar Teyzem anneannemin kız kardeşi.
O da anneannem gibi çok şişman.
O önde, ben arkada, bodrum katındaki mutfağa, tahta merdivenleri inlete, inlete,
iniyoruz.
Birden, çığlık atıyor.
Küçücük bir fındık faresi ayaklarının arasından geçip kuzine kapağındaki hava
deliğinden içeri kaçtı.
—Allah’ın belaları.... Kurtulamadım sizden.

Burası yoğun rutubet ve küf kokuyor.
Duvara dayalı, beyaz mermer tablalı masanın üzerinden, huni ile ispirto şişesini
alıyorum.
Bayılıyorum ispirtonun masmavi rengine ve baygın kokusuna.
Ocağı doldurup, teyzemin yakmasını bekliyorum.

—Bak Ati unutma... Tek kişilik cezveye 3 kaşık kahve hakkı, bir kaşıkta köpük için
kahve koyacaksın.
Dayım kahvesini şekersiz içiyor.
Kahve köpürüp taşar gibi olduğunda teyzem; dayımın özel fincanına bir miktar
boşaltıyor. Tekrar biraz daha kaynatıp ikinci köpürüşte de fincanı iyice dolduruyor.
Bu fincanı bende çok seviyorum.
Üstünde fayton'dan inen bir prenses ve bukle, bukle beyaz uzun saçlı, kısa
pantolonlu iki adam resmi var. Biri atın üzengisini diğeri de fayton un kapısını
tutmuş.
Prenses tam kapıdan çıkmak üzere. Bir ayağını yere basmış.
Sapsarı uzun saçları ve masmavi gözleri. Yüzü çok güzel.
Yalnız anlayamadığım, koskoca adamlar niye kadın gibi saçlı, niye kısa
pantolonlu? Ama yinede resim çok güzel.

Teyzem, cezve dibinde kalan az bir miktar kahvenin içine bolca şeker koyup
karıştırdıktan sonra fincan tabağına döküp, yarım dilim ekmekle bana veriyor.
Yardımıma karşılılık, ödülüm bu.
Kahveye bana, bana ekmeği yiğiyorum.
Kahveli ekmek ikimiz arasında bir sır.
Kahvaltıda, bir şey yemedin diye Annem çıkışınca, o bana arka çıkıyor, rahat
bırak çocuğu diye.

Öğleden sonraları; dört gözle yoğurtçuyu bekliyorum.
Omuzlarına aldığı uzunca sırığın ucuna, terazi gibi astığı yoğurt tepsilerini, öne arkaya sallaya, sallaya sokak başında görününce el çırpıp;
Yoğurtçu yoğurtçu diye çığlıklar atıyorum. Galiba kahveden sonra en sevdiğim yoğurt.

Güneş batmaya yakın Lefter Efendi meyhaneyi açıyor.
İlk akşamcıların içeri girmesinden az sonrada gramofonu kuruyor.
Ferahidir kııızın adı.
Ferahi... diiir, yar yandım aman.....
Acaba Ferahi annem kadar güzel mi?
Teyzem beni haşlıyor.
Kapat o pencereyi. Utanmıyor musun bacak kadar boyunla Meyhane gözetlemeye?
Sedirin üzerine oturup Dayımın Topçu resmini seyrediyorum.
Öylece dalıp gitmişim.
Dayım kafamı okşuyor.
—Aferin benim asker yürekli yeğenim.

Bu sabah annemle beraber kalktık.
Bayramlıklarımı ve rugan ayakkabılarımı giydirdi.
Babaanneme gidiceğiz.
Saliha Hanımla haber göndermiş. Babamdan mektup varmış Amerika'dan.
Hep bir baba lafıdır gidiyor. Ablam yatılı okuldan on beş de bir geldiğinde anlattı birkaç kez.
Onu çok severmiş. Nerdeyse kendi boyunda bir bebek göndermiş geçen sene.
Ben doğmadan az evvel Askeriye onu Amerika’ya yollamış mühendis olsun diye.
Hem de çok yakışıklıymış.
Acaba kimdir, nasıl biridir bu Baba?

Faytona bindik, Meyhanenin önünden.
Babaannem Söğütlü çeşmede oturuyor. İçin için seviniyorum vapura bineceğiz diye.
Karaköy de faytondan indik.
Yandan çarklı bir vapura bindik.
Üşütüp de köpek öksürüğü olmayayım diye Annem içeride oturmak istiyor.
Güvertede gidelim diye epey mızırdandımsa da içeri giriyoruz.
Vapur mis gibi kömür ve istim kokuyor.
Cama burnumu yapıştırıp dışarıyı seyir ediyorum.
Güvertede bir sürü tayfa koşuşturuyor.
Halatlarda çekildikten sonra, her şey zangır, zungur titremeğe başladı.
Annem, Allah’a şükür kalktık diyor.
Sakallı bir adam; göğsüne tahta bir tabla asılı.
—Haydeeee, mide bulantısına, baş ağrısına, kaynana zırıltısına, nane şekeriii.
—Anne, ne olur alalım.
—Miden mi bulanıyor.
Yalan söylüyorum.
—Evet. Hem de çok.
Yeşil beyaz renkli nane şekeri paketinin ucundan kâğıdı yırtarak açıyorum.
Bem beyaz, yusyuvarlak şekerler.
Yarısını yiyip, kalanını da ablam için saklayacağım.
Haydarpaşa da vapurdan inip tekrar faytona bindik.

Babaannem, büyük bahçeli, tek katlı, yaşlılıktan kapkara olmuş ahşap bir evde oturuyor.
Bahçede incir ağaçları.
Deniz tarafına bakan kısım keskin bir uçurum gibi.
Altta tren rayları.
Babaannem bizi bahçe kapısında karşılıyor.
Ah kizanim gelmiş. Ah kizanim gelmiş.
Bana sarılıp öpüyor.
Kara çarşaflı, kendi halinde, esmer, Trakyalı bir kadın.
Annemle arası pek iyi değil galiba.
Elini öpmesine rağmen, o Anneme sarılmıyor bile.
Tahta bir sininin etrafında yere oturuyoruz.
Sini, kanaviçe işlemeli bir örtünün üstüne konmuş.
Babaannem işlemiş örtüyü. Her yanı beyaz kırmızı karanfil kaplı.

—Anne! Eminin mektubu nerde?
—Abe acelen nedir kizanim?
—Kalkıp ispirto ocağını getiriyor.
Annemin söylenmesine rağmen bir fincan kahvede bana veriyor tuzlu, Urfa
yağlı bir dilim ekmekle beraber.
Yağın üzerine bir şeyler serpelemiş; tadı enfes.
—Babaanne. Nedir bu?
—Trakya da kahvaltılık derler. İstanbul’da pek bilmezler.
Memleketten gelen oldukça, ara sıra birkaç dirhem getiriveriyorlar.
Bana, Allah rahmet eylesin, Ömer Dedeni, Kırcaali’yi, Budin’i, Üsküp’ü hatırlatıyor.

Annem sabırsızlanıyor.
—Getirsene Anne mektubu.
Babaannem söylenerek bağdaşını bozup ayağa kalkıyor.
—Zamane karıları.
Öldün dimi koca diye.
Yer yatağının yastığına uzanıyor. Kılıfın arasından bir zarf çıkarıyor.
Babaannem mektubu önceden komşu hoca efendiye okutmuş.
Kendisinin okuma yazması yok.
Annem zarfı alıp göğüne bastırıyor sevinçle.
Zarfı açtığında önce bir fotoğraf çıkıyor. Pas parlak renkli bir resim bu.
Çok şaşırıyoruz. Annemde, bende, ilk defa renkli bir fotoğraf görüyoruz.
Bir otomobil fabrikasında çekilmiş.
Mavi ve beyaz önlüklü bir gurup insan.
Arkada yarı bitmiş otomobiller.
—Anne?
Hangisi babam?
En ortayı gösteriyor.
Zaten esmerliği ve bıyığıyla diğerlerinin arasında hemen göze çarpıyor.
Babamın yanında çok güzel bir kadın var, kolunu babamın omzuna atmış.
Sap sarı kısa saçlı, kıpkırmızı dudaklı. Çok da güzel gülmüş resimde.
Diğerleri, babamla beraber çalışan iki Türk Mühendis arkadaşı ve Amerikalı
mühendis ve ustalarmış.
Resmin arkasına isimler yazılmış, imzalar atılmış.
Annem Okuyor.
FORD Fabrikası hatırası. Detroit-Michigan.
Soldan sağa Mr.Green, Mr.Budd, Mr.Jones, Suat Cebesoy ,Ali Rıza Akkan, Emin
Bozoğlu, Miss. Shirley Crawford ve diğer Amerikan isimleri.

Annem elleri titreyerek mektubu okuyor.
Babam annesine yazmış. Fabrikadaki başarılarını ve iki aya kadar stajını bitirip
memlekete döneceğini bildiriyor.
Babaannemin hatırını sorup, göndermiş olduğu parayı alıp almadığını soruyor.
Mektubun en sonunda da "Bedia’ya da selam söyle diye yazmış".
Annem ağlıyor.
—Allah belasını versin.
10 senedir saçımı süpürge ettim.
10 senedir bir tek gün gülmedim. Eğlenmeye gezmeye gitmedim.
Shirley miş...
Bari benden güzel olsa.
Bende sarışınım. Bende mavi gözlüyüm.
Benim dudaklarım kendinden kırmızı.
Yüzümde o Gâvur orospusu gibi kat, kat pudra yok.
Ben ona gösteririm.

Babaannem bağırıyor.
—Abe kapçık ağızlı.
Ağzından yeller alsın.
Oğluma beddua eden dudakların kopsun.
Erkek o.
Ne yapacaktı dört senedir karısız.

Daha ne istersin.
Dönüyor işte....

Annem hırsla elimi çekiştiriyor.
—Kalk gidiyoruz.
Niye bu kadar kızdığını anlayamıyorum.
Babaannemi ölümüne kadar en son gördüğüm bu oldu.

Akşam Lalelide Dedemin evine geldik.
Annem,
—Beybamla konuşacağım.
Bu böyle gitmez diye yol boyu ağlayıp durdu.

Avni Dedem, teyzemlere birkaç durak ötede ana caddede apartmanda oturuyor.
Annem eve girmeden bana sıkı, sıkı tembih ediyor. Babaannenlerde olanları hiç
kimseye söylemeyeceksin diye.
Bu arada nasıl olduysa soruyorum.
—Anne. Gâvur orospusu ne demek?
Suratımda birden tokat patlıyor.
İlk defa annem bana vurdu.
Salya, sümük ağlıyorum.
—Sen söyledin. Sen söyledin.
Babamın resminde gâvur orospusu var.
Babamın resminde gâvur orospusu var.
Hem Dedeme, hem küçük dayıma söyleyeceğim.
Resim annemin çantasında. İnanmıyorsanız alında bakın.
Hem babaanneme de yalan söyledin, saçımı süpürge ettim diye.
Ben senin saçlarınla yerleri süpürdüğünü hiç görmedim.
Annem yarı gülerek yarı hıçkırarak ağlıyor.
Sarılıp başımı göğsüne yaslayıp öpüp kokluyor.
İyice şaşırıyorum.

Eve girdiğimizde Annem hemen tuvalete koşuyor.
Dışarı çıktığında, artık ağladığı pek belli olmuyor.
Mutfak'dan Ayşe teyzem çıktı.
—Ha, Bedia sen mi geldin.
—Evet Dadı.
—Aman annen daha yeni uyuyabildi. Sakın uyandırma. Bütün gece kıvrandı
durdu. Beyban, artık morfinde para etmez oldu dedi.

Anneannem Kansermiş.
Bir memesi çürümüş.
Avni Dedem, ölmesin diye anneannemin o memesini ameliyatla kesip, atmış.
Bana küçük Dayım anlattı.
Avni Dedem doktor.
Küçük Dayım, Mete Dayımda Doktor olacak.
Doktor okuluna gidiyor.

Yavaşça odasına giriyoruz.
Yeşil saten yorganlar altında anneannem derin bir uykuda.
Ama gene de inliyor.
Oda, yoğun Limon Kolonyası kokuyor.
Belki de bu yüzden, seneler boyu limon kolonyasından hep nefret ettim.
İkimizde öpüp, odadan sessizce çıkıyoruz.
Annem,
—Git oturma odasında oyna. Ben biraz Dadımla konuşacağım.
Hem Okan ağabeyin de oradaymış.
Okan küçük teyzemin oğlu. Teyzemin kocası Orhan eniştem süvari zabitiymiş.
Otobüsle Lüleburgaz'dan İstanbul a gelirken, cam kenarında oturuyormuş.
Cam açık ve havada sıcakmış.
Eniştemin kolu cam pervazına dayalı, dirseği dışarıda giderken, aksi yönden gelen bir otobüs yandan çarpmış ve kolunu dirseğinden koparıp atmış.
Bu kazadan sonra eniştem Ordudan ayrılmak zorunda kalmış.
Oyalanayım diye iki sene amelelik dâhil bir sürü işte çalışmış.
Ancak bütün hayatı at sırtında ve üniforma ile geçtiğin den ve ideali de süvari
zabitliği olduğundan çektiği rezilliğe ancak iki sene dayanabilmiş.
Üremiden, ölmüş.
Küçük teyzemde, iki çocuğu ile Avni Dedemin evine gelmiş.
Okan,
—Vay merhaba Ati. Ne zaman geldin?
Sevgide geldi mi?
—Merhaba Okan Ağabey. Demin geldik.
Ablam okulunda.
—Ati be. Teyzem den yüz para istesene.
Leblebi unu alalım. Ayşe teyzeden de biraz toz şeker aldık mı, hımmm.
Parmaklarını yalarsın.
Ayşe teyzemin odasına gittim. Annem boynuna sarılmış ağlıyor.
—Anne! Yüz para versene.
Okan ağabeyim ile leblebi unu alacağız.
Yüz parayı alıp karşı aktar’dan bir kesekâğıdı dolusu leblebi unu aldım.
Okan ağabeyim leblebi ununa toz şeker karıştırdı. Suyla hamur yaparak köfte
gibi yoğurdu.
Hala da tadı damağımdadır.
Herhalde en güzel tatlı bu leblebi köftesidir.
















KIRIKKALE 1948
—Dirseklerini masanın üstünden çek!
Yalnız ellerin masada olacak.
Sana kaç sefer söyleyeceğim, aptal velet.
Babam bas, bas bağırıyor.
Ablam masanın altından bacağımı tutuyor.
—Boş ver Ati.
Biraz daha dikkatli ol.
Babam bu günler çok sinirli diye fısıldıyor.

Nerden çıktı bu adam diye düşünüyorum.
O gelmeden annemle ne kadar mutluydum.
Hem niye geldik ki bu Kırıkkale ye.
Ben babamı sevmiyorum.
—Anne? Beni Sıtkı Dayımlara gönder.
Birden yanağımda bir tokat patlıyor.
Babam bağırıyor.
—Kalk! Derhal kömürlüğe.
Anne beni bırakma diye bağıra, bağıra ağlıyorum.
Babam elimden sürükleyerek bahçeye çıkarıyor.
Dışarısı zifiri karanlık.
Asma kilidi açıp beni kömürlüğe kilitliyor.
Kömürlük daha da karanlık.
Köşeye çömelip, karanlığı görmeyeyim diye ellerimle gözlerimi kapıyorum.
Beni hiç sevmiyor bu adam.
Niye Annem İstanbul da bırakmadı beni?

Telgraf gelmişti Dedemlere.
Annem helecanla telgrafı okumuş ve bana;
—Yarın geliyor Baban.
Kim bilir sana ne oyuncaklar getirmiştir Amerika'dan dediğinde, için, için
sevinmiştim.
Ama belli idi böyle olacağı.

Babam geldiğinde bana şöyle bir bakmış ve;
—Bedia; ne kadar sıska bu oğlan. Çöp gibi.
—Sen yaşadığına dua et Emin.
Sıtmadan cayır, cayır ateşler içinde yanarken dünyaya yapayalnız getirdim ben
onu.
Üstelikte, sıtma yüzünden bütün vücudu sivilcelerle kaplı yara bere içindeydi.
Beybam az çekmedi onu iyileştirene kadar.

Ablama yine boyu kadar bir bebek getirmiş.
Bütün günde kucağından indirmedi Kurabiye Kızım diye.
Bana da elbise getirmiş.
—Baba bana oyuncak getirmedin mi?
—Erkekler oyuncak oynamaz!

O akşam Ayşe teyzemle yatmıştım.
Babam sabaha kadar bağırdı.
Annemde hep ağladı.
Bir ara kalktım odalarının kapısına kulağımı dayadım.
Babam,
—Aptal kafam, bok mu vardı geri dönecek.
Ama döndüm değil mi?
Daha ne istiyorsun?
Niye kafama kakıyorsun?
Hem neleri teptim senin için.
Shirley gecelerce yalvardı.
Babası da.
Kalsaydım, evimde vardı arabamda.
Hem de fabrikada imalat müdürüydüm, koskoca Amerika da.
Yat, kalk Dua et.
Annem sürekli ağlıyordu.

Karanlıkta İstanbul’u düşünüyorum.
Okan Ağabeyim ile leblebi unu tatlısı yaptığımızın ertesi günü, ablam yatılı okuluna, annemlerde Sıtkı dayımlara gitti.
Beni dedemlerde bıraktılar.
Öğleden sonra Mete Dayım sırtında bir çuvalla geldi.
—Ati, bana yardım etmen lazım.
Beraber arka bahçeye indik.
—Git bahçeden çalı çırpı topla biraz.
Ateş yakacağız.
Ben ne kadar kırık dal parçası varsa bahçede toplayıp, ortaya yığdım.
Dayımda kömürlükten odun getirdi.
Üç dört büyük taşla ocak yaparak odunları içine yığdı.
Benim çalı çırpıyı da üstüne döktükten sonra yaktı.

—Ati ben mutfağa gidiyorum, sen ateşe dikkat et.
Elimde bir ağaç dalı ateşin kenarında oturdum.
Bir müddet sonra dayım kollarında koca bir kazan arkasında bas, bas bağıran Ayşe teyzem geldiler.
—Mete, bu kazanı kullanamazsın.
Kullanırsan ben bir daha kullanamam.
Beybana söyleyeceğim.
Öldüreceksin sen beni.
—Dadıcığım haftaya imtihanım var.
Evde bu büyüklükte başka kazanda yok.
Sınıfta kalmamı ister misin?
Ayşe teyzem söylene, söylene eve gitti.
Dayım, çuvalı kazanın yanına taşıdı.
Ağzına bağladığı ipi çözerek içindekileri kazana boşalttı.
Ati, korkma ha. İstersen sen eve git.
—Hayır, dayı korkmam.
Neden korkacakmışım anlamadım.
Hem de merak ettim beni niye eve gönderiyor diye.

—Eh söylemedi deme.
Kazana yaklaştım içine baktım ne oluyor diye.
Kıvrılmış bir insan iskeleti.
Üzerinde çürümüş et parçaları hala yapışık duruyor.
Dayıma okuldan vermişler ders çalışsın diye.
—Kaynatıp temizlemem lazım kemikleri.
Dersim için gerekli.
Önce pek korkmadım.
Trenle Afyona giderken gördüğüm eşek iskeletine benzettim.
Ama sonraları o kazanda kaynayan iskelet hep kâbusum oldu.

Nerden geldi aklıma şimdi bu.
Parmaklarımı biraz araladım.
Kömürlük hala zifiri karanlık.
Tam bağıra, bağıra ağlamak üzereydim ki, kapı açıldı.
Babam ablamı da içeri soktuktan sonra kapıyı tekrar kilitledi.
—Ati korkma benim.
—Oh Allah’a şükür. Ablama sarıldım.
—Korkuyor musun?

—Evet, aklıma hep Mete Dayımın iskeleti geliyor.
—Korkma ben buradayım.
Hani sana ona kadar saymayı öğretmiştim, sayabilir misin?
Aklını başka şeyle meşgul edersen korkmazsın.
Saymaya başlıyorum.1–2–3–4–5–6–7–8–9–10. Çok çabuk bitti.
Keşke yüze kadar saymayı öğrenseydim.
Başımı, ablamın kucağına koyduktan sonra tekrar saymaya başlıyorum.
1–2–3–4 –5, uyuyakalmışım.

Sabah bizi dışarı annem çıkardı.
Babam çoktan işe gitmiş.
Makine Kimyada çalışıyor.
Tabanca yapacaklarmış.
Oturduğumuz ev fabrikanın lojmanı.
Parasız oturuyormuşuz.
Tuğla ve ahşap karışımı bir ev.
Tek katlı.
Daha tam bitmemiş. Ara sıra fabrikadan ustalar gelip bir şeyler yapıyorlar.
Helâsı da bir acayip.
Yerden yüksekte.
Ne anneannemin nede teyzeminkine benziyor.
Babam modern helâ bu, alafranga.
Amerika da hep böyle dedi.

Kaka yapmak için üstüne oturuyorsun.
Denedim ama bir türlü kakamı yapamadım.
Yaparsam kalçalarıma bulanacak gibi geliyor.
Birkaç kere üstüne çıkıp yapmağa çalıştım ama geçen gün az daha düşüyordum.
Onun için gizlice kakamı bahçeye yapıyorum.
İnşallah babama yakalanmam.

Evimizde birde radyo var.
Babam Amerika'dan getirmiş.
Anneannemin evindekinin üç misli büyüklükte.
Bizden başkada, bir tek fabrika müdürü Paşanın evinde varmış.
Radyoya babamdan başka kimsenin dokunması yasak.
Akşam işten gelince açıyor.
Çoğu akşamda komşular geliyor, beraberce dinliyoruz.
Sabahları babam Amerika’ya ayarlıyor.
Haber dinliyormuş.
Annem söyledi.
Yalnız, ablamla beni de tam radyonun önünde yere oturtuyor.
Konuşmak yasak.
Bir saat böylece sessizce oturup anlamadığımız bir dilde haber dinliyoruz.
Babam;
—Anlamasanız da dinleyin.
İngilizce bu.
Kulağınız alışsın.
Bir gün nasıl olsa öğreneceksiniz.
Kolaylık olur.

Sıkıntıdan patlıyoruz ablamla.
Babamı fabrikaya götürecek cipin gelmesini dört gözle bekliyoruz.
O gider gitmez ablamla bahçeye fırlıyoruz.
Öğleden sonra korkunç bir fırtına patladı.
Her yönde şimşekler çakıyor, gök gümbür, gümbür gürlüyor.
Her gürleyişte Ayşe teyzemin öğrettiği gibi hemen başlıyorum.
Eşşede enne ilahe illallah ve eşşede enne Muhameden Resullullah.
Ayşe Teyzem ezberletti.
Şimşek çaktıkça içinden hep tekrarla demişti.
O zaman hiçbir şeycikler olmaz.
Bu duyduğun gürleme Yüce Mevla’mın sesidir.
İnsanlara hatırlatıyor.
Ey insanlar, iyi insanlar olunuz.
Günah işlemeyiniz.
Unutmayın ben hep buradayım ve sizi görüyorum.
Unutmayın ki istediğim an sizi yanıma alırım.
İşte Ati; sende eşşede okumakla Yüce Mevla’ma,
Seni unutmadım beni koru, günahlarımı affet diyorsun.

Allahı’da çok merak ediyorum.
Acaba eşşede okumasam.
Beni yanına alsa.
Onu gördüğümde neden eşşede okumadığımı anlayıp beni tekrar geri
gönderir mi?
Ayşe teyzeme sordum.
—Sus çocuk günaha giriyorsun dedi.

Şakır, şakır yağmur başladı.
Yağmurdan bahçedeki ağaçları bile göremiyorum.
Annem hemen radyonun fişini prizden çekti. Anten mandalını da açtı.
Babam tembih etmiş.
Radyo anteni yıldırım çeker.
Pencere kenarında oturup yağmuru seyrediyorum.
Annem pencereyi açıp kırık bir kiremit parçasını bahçeye fırlattı.
Buda yıldırım düşmemesi için bir tedbirmiş.
Şimdi anlıyorum mutfak da ki teneke kutu içindeki kırık kiremit parçalarını neden
sakladığını.

Akşama doğru yağmur dindi.
Bizde ablamla hemen bahçeye fırladık.
Her taraf mis gibi toprak kokuyor.
Üsteğmen Ali Rızanın oğlu Cengiz koşa, koşa geldi; elinde boş bir konserve
kutusu bir elinde de küçük bir kese kâğıdı.
O zamanlar konserve kutusu çocuklar için çok kıymetli bir oyuncak.
Çünkü hem Türkiye de konserve üreten yok gibi hem de olan çok pahalı.
Çok az aile alabiliyor.
—Cengiz ağbi nerden buldun kutuyu?
—Paşanın bahçesindeki çöp kutusundan.
Boş verin şimdi bunları.

—Tam sırası Sevgi.
Hadi karpit patlatalım.
Karpiti fabrikadaki Musa Ustadan yalvar yakar almış.
—Ulan Cengiz beni işimden edeceksin.
Teğmenime yakalanırsan yandım.
Ama o kadar yalvarmış ki, usta, Cengiz i kıramamış.
Çakıl taşı büyüklüğünde iki üç parçayı gizlice vermiş.

Cengiz ağbi ile ablam önce yerde küçük bir çukur kazdılar.
İçine de yağmur suyu doldurdular.
Cengiz ağbi;
—Ati koş evden bir kutu kibrit getir.
—Hayır, yapamam Annem kızar.
—Aptal annene göstermeden alacaksın.
—Ya yakalanırsam, ya Annem babama söylerse.(gözlerimin önüne zifiri karanlık
kömürlük geliyor.)
—Amma da ödlekmişsin be.
Birde Erkek olacaksın.
Ablan mı getirsin yani?
Erkekliğimi ispat için mutfağa gizlice giriyorum.
Lavabonun üzerindeki tahta raftaki kibrit kutusunu, iskemle üzerine çıkarak zor bela alıp hemen bahçeye koşuyorum.
Cengiz Ağbi başımı okşuyor.
—Aferin. Erkekmişsin.
Seviniyorum.
Erkekliğim ispatlandı.
Sonraları hep bu erkeklik belasına ne saçma işler yaptım.
Kavgaya girmek istemezsin;
“Erkek misin sen be?”
Kerhaneye gitmek istemezsin;
“Erkek misin sen be”?
İçki içmek istemezsin;
“Erkek misin sen be”?
Önce sevgililerin sonrada karın senden olmayacak bir şey ister,
Yapamayacağını söylediğinde de hemen;
“Ne biçim erkeksin sen?
Hayatın boyunca hep erkekliğini ispata uğraşıp durursun.
Bu konuda Freud ne demiş, acaba?

Cengiz ağbi;
—Şimdi ikinizde ağacın arkasına saklanın.
Ablamla koşup büyük Çınarın arkasına saklanıyoruz.
Cengiz ağbi kesekâğıdından küçük bir karpit parçası çıkarıp su dolu çukurun
yanına koyuyor.
Konserve kutusunu da yanına koyduktan sonra, küçük bir karpit parçasını suyun içine attı.
Kese kâğıdından koparttığı kâğıt parçasını tutuşturup çukurun içine atıp hemen konserve kutusunu çukurun üstüne kapattı.

Sonra koşarak yanımıza geldi.
Bütün bunlar 2–3 saniye içinde olmuştu.
Birden büyük bir patlama ile konserve kutusu havaya fırladı.
Öf be amma da çıktı.
Eminim bulutlara kadar gitmiştir.
Ablam,
—Atma Cengiz, bizim evin damından ancak çok az daha yukarı çıktı.

Annem patlamanın sesiyle bahçeye fırlamış barbar bağırıyor.
—Piç kurusu Cengiz.
Eğer Ali Rıza’ya söylemezsem.
Yine karpit patlatıyorsun dimi?
Cengiz ağbi arkasına bakmadan kaçıyor.
—Siz ikiniz.
Görün bakalım.
Akşam babanıza söyleyeyim de görün.
Ablamla, anneme yalvarıyoruz.
—Bir gün eliniz ayağınız kopacak, gözünüz kör olacak.
Orhan eniştenizi unutmayın.
Orhan eniştemin ne ilgisi var.
Onun kolunu karpit koparmadı ki.
Otobüs yaptı.
Ama korkudan Anneme söyleyemiyorum bu düşündüğümü.

Hava kararırken Babamın cipi geldi.
—Hadi gidin eve, hazırlanın.
Bu akşam Subay Gazinosuna gidiyoruz.
Annene söyle, çabuk olsun.
Ben bakkaldan sigara alıp geliyorum.

Annem kısa pantolon giydirmek istiyor.
Bense hiç sevmiyorum kısa pantolonu.
Kız çocuklar gibi bacaklarım çıplak gezmek istemiyorum.
Ama her seferinde annem;
—Zaten çok zayıfsın, bak bacakların çöp gibi.
Biraz havalansın, güneş alsın… kemiklerin kuvvetlenir.
Kısa pantolondan, çöp bacaklarım yüzünden daha da nefret ediyorum.
Üstelik koşarken düştüğümde de hep dizim kanıyor.

Bahçede hep beraber cipi bekliyoruz...
Dere kenarında; gazino.
Etrafı ağaçlarla dolu yemyeşil.
Dere kenarında bir masaya oturuyoruz.
Derenin karşı tarafında suyla dönen bir dolap var.
Etrafına gaz lambaları yakmışlar.
Döndükçe dolaptaki kovalara dolan sular şırıl şırıl dökülüyor.
Çok hoşlanıyorum.
Babam şiş kebapla, közde pişmiş patlıcan ve köfte söylüyor.
Ha, birde bira.

Kendine, anneme ve az bir şeyde bana dolduruyor.
—Hadi iç bakalım.
Bir yudum alıyorum ama pek sevmedim.
Gazoz gibi ama tatlı değil.
Ablam,
—Baba bir az bira bana da versene.
Sen kızsın.
Kızlar bira içmez.
—Ama annem içiyor ya?
—Baba ben sevmedim.
Ablama versem.
—Kes sesini de iç.
Sen erkeksin.
—Erkeklik belasına içiyorum.
Babam ilk defa başımı okşuyor.
Aferin; seni yarın fabrikaya götüreceğim.

Heyecandan, biraya rağmen o gece çok zor uyuyorum.
Sabah, cipin gelmesini dört gözle bekliyorum.
Fabrikaya geldiğimizde önce Paşanın odasına gidiyoruz.
Babam,
—Öp hadi Paşa Amcanın elini.
Bembeyaz saçlı güler yüzlü bir adam Paşa.
Elini öpüyorum.
Oda cebinden iki delik kuruş çıkarıp bana veriyor.
Berhudar ol evladım.
Seninde inşallah el öpenlerin çok olur.
Al bunları kantinde gazoz içersin.
Babam posta erini çağırıyor.
—Baki; al benim oğlanı Mevlut Ustaya teslim et.
Öğle yemeğinde, ben alırım.
Baki ağbi elimden tutuyor.
Atölyelere doğru yürüyoruz.
Paşanın verdiği kuruşlardan birini dudaklarımın arasına alıp ortasındaki deliğinden düdük gibi üflüyorum.
Baki ağbi ağzımdan alıyor.
—Nidiyon len?
Gırtlağına kaçarsa geberirsin.

Mevlut usta, zayıf çıkık çeneli alnı kırışıklarla dolu bir usta.
Tornacı.
Oda Trakyalı imiş.
Teğmenim, benim hemşerim diyor.
Kizanim hoş gelmişsin.
Tornada demir çubuklara nasıl şekil verdiğini gösteriyor.
Büyüleniyorum.
Torna kalemi demiri çenttikçe gelin telleri gibi uzayıp giden parçalara
hayranlıkla bakıyorum.

Bana telden nasıl direksiyonlu oyuncak otomobil yapılır öğretiyor.

Öğle yemeği sireni çaldığında posta eri geliyor.
—Mevlut usta, Teğmenim gelemiyor.
Mevlut oğlanı doyursun dedi

Ustayla yemekhaneye gidiyoruz.
Büyük bir odada uzun, uzun tahta masalar.
Bir sürü kazan ve ışıldayan kalaylı tabaklar.
Etli patates, makarna yiyip üzüm hoşafı içiyoruz.
Bana dünyanın en lezzetli yemeği gibi geliyor.
Akşam, ceplerim torna çapakları, hurda rulmanlar (Mevlut usta
tahta meyve sandığından bu rulmanlarla nasıl tornet yapılacağını öğretti) ,
ve bir sürü cıvata somun, çivi ve ıvır, zıvır la dönüyorum
En sevindiğimde demir bilyeler.
Çocuklarla misket oynarken bunlarla cam misketlerin canına okurum.

Hafta sonu Pazar yerine gidiyoruz.
Ablamın okulunun müsameresi varmış.
Ablamda şiir okuyacakmış.
Ortaya tahta bir platform yapmışlar.
Arkasında siyah okul önlüğü kumaşından bir perde gerili.
Herhalde bu gün, bütün Kırıkkale burada.
Pazar yeri hınca hınç dolu.
Görevli talebeler bu perdenin arkasında soyunup, giyinip hazırlanıyorlar.
Annemle ablamı bulmağa perdenin arkasına gidiyoruz.
Annem ablamın üstüne Türk bayrağını doluyor elbise gibi.
Evden getirdiği çengelli iğnelerle önlüğüne sıkıca tutturduktan sonra,
saçlarını tarayıp beyaz kırmızı kurdeleler takıyor.
Ben sıkılıyorum beklemekten.
—Hadi anne gidelim.
Ablam kulağıma fısıldıyor.
—Ati uslu dur.
Kayık salıncaklar kurulmuş ileride.
Babamı kandırırsak ve sen uslu durursan belki bizi bindirir.
—Peki, seni bekleyeceğim.
Tören uzadıkça sıkılmağa başlıyorum.
Annemin bakmadığı bir an, yavaştan kayık salıncakların olduğunu sandığım yere doğru yürüyorum.

Pazar yeri taş duvarla çevrilmiş.
Duvar dibinde köylüler sıralanmış.
Saman balyaları, ayakları bağlanmış tavuklar, küçük sepetler içinde civcivler, samanla karıştırılmış taze yumurtalar, eski gazetelerden yapılmış kese kâğıtları içinde nohut, bulgur, kuru fasulye.
Çevre mis gibi saman kokuyor.

Duvar boyunca yürüyüp pazara gelen köylülerin at, eşek ve katırlarının bağlı
olduğu yere geliyorum.
Beyaz yeleli simsiyah bir at bana doğru başını çevirip kişniyor.

Okşamak için elimi uzatıyorum.
Duvar dibine çömelerek oturmuş sahibi bağırıyor.
Dikkat et tepmikler ha.
Buna rağmen başını okşuyorum.
Oda yüzümü yalıyor.
—Allah, Allah kimseye yapmaz bunu.
Uşak, benim Arap seni sevdi demek.
Biraz daha ileri yürüyorum ama salıncakları bulamıyorum.
Boş ver.
Nasıl olsa ablam bulur bana salıncakları.
Geri dönüyorum.
Tavukları gördüğüm yeri bulmaya çalışıyorum.
Ama burası geldiğim yer değil ki.
Burası dağ gibi tezek yığılı, etrafında bir sürü at arabasının olduğu bir yer.
Tezek yığının üstüne bir köylü oturmuş.
—Amca be.
Müsamere nerde yapılıyor?
—Nebilim len.
Müsamre neki?
Galiba kayboldum.
Havada kararmaya başladı.
Ya beni bırakıp giderlerse?
Babam zaten sevmiyor beni.
Belki de İstanbul’a geri dönerler.
Babamda Amerika’ya gider.

At arabalarından birinin altına girip saklanıyorum.
Annemin sözleri aklıma geliyor.
—Evden fazla uzaklaşma.
Çingeneler alır kaçırır, bir daha da beni göremezsin.
Tekerleğin arkasına büzülüp çember direkleri arasından dışarıyı gözlüyorum.
Ayşe teyzem anlatmıştı köprü altı çocuklarını.
Gece oldu mu kimsesiz çocuklar köprü altında yatarlarmış.
Acaba buralarda köprü var mı onu da bilmiyorum.
Daha da korkmağa başladım.
Gözyaşlarımı artık tutamıyorum.
Başımı dizlerimin arasına sokup ağlıyorum.
—Ati?
Başımı kaldırınca ablamla göz göze geliyorum.
Canım benim.
Sarılıyor bana.
Ne kadar merak ettik seni.
Babam karakola gitti.
—İstanbul’a gitmediniz mi?
—Ne İstanbul’u aptal.
Ben seni hiç bırakır mıyım?
Nereye kaybolursan kaybol.
Ben seni hep bulurum.

Ne oldu be abla?
Genç yaşında kanserden ölüp de beni niye yalnız bıraktın?
Hani söz vermiştin, seni hep bulurum diye?
Kaybolduğum yerde seni hep bekliyorum.
Üstelik de bu sefer yüz bin lere kadar sayıyorum korkmamak için.
Ama sen ne geliyor,
Nede gidiyorsun.


























ANKARA 1950
Ankara’ya kadar Askeri cemse ile geldik.
Babamın tayini çıkmış buraya.
Eşyalarla birlikte geldik. Annem bir günde toplayıverdi ne var ne yoksa.
Küçük kız kardeşim doğalı bir sene oldu.
Babam Annesinin adı diye Hatice koydu adını.
Annemde ısrarla Gül’ü ekledi.
Hatice Gül benim kucağımda bütün bir yol boyu debelendi durdu.
Kara kuru çok esmer bir bebek.
Bana göre çirkin.
Ama babam bayılıyor Anacım Anacığım diye.

Bahçeli evler diye bir mahallede ev tutmuş babam.
—Görünce beğeneceksin Bedia.
Biraz ıssızca ama Alaya yakın.
Gidip gelmem kolay olacak.

Bahçeli evler göz alabildiğince açık arazi.
Bizim evimiz tek katlı bahçeli şirin bir ev.
Ben bayıldım.
Etrafta bizden başkada kimseler yok.
En yakın ev bizimkine bir kilometre uzaklıkta üç katlı bir apartman.
Ona da gelecek ay Hamdi Beyler taşınacakmış.
Hamdi Bey babamın Amerika'dan okul arkadaşı imiş.
Doktora yapıyormuş.

Evimiz 2 oda 1 hol.
Bahçesinde kiraz, armut ve elma ağaçları var.
Büyük odada babamla annem, küçük odada da, ablam yatacakmış.
Bende, holdeki sedirde yatacakmışım.

Cemse şoförü ve evin önünde bekleyen cip deki hizmet eri eşyaları taşımaya başladı bile.
Bende ablamla ufak tefek leri taşımaya yardım ediyoruz.
Babam benim işe gitmem lazım diye Cipe binip gitti.
—Anne helâ nerede?
—Sokak kapısının yanındaki kapı.
Helâmız alaturka.
En çok buna sevindim.
Artık kaka yaparken düşeceğim diye korkmayacağım.
Evin içi tıka basa doldu.
En çok da babamın kitap sandıkları.
Annem her zamanki gibi söyleniyor.

Millet para biriktirip getirdi, ev sahibi oldu.
Para getirmeyen otomobil getirdi Amerika'dan.
Neymiş mesleği imiş.
Neymiş memleket onu vatana hizmet etsin diye göndermiş.
Dolandırıcılıkmış herkesin yaptığı.
O şerefinle namusunla yaşarmış.
Alsında kitapları üst üste koyarak ev yapsın bakalım.
Böyle kira evlerinde sürünürüz işte.
Ali Rıza otomobili satıp Kızılay’da ev aldı.
Nesi namussuzluk bunun?
Bu kitap konusu yıllarca babamla annem arasında hep münakaşa konusu
oldu.
Babam maaşının önemli bir bölümü ile hep kitap aldı.
Bende yıllarca kitaplardan nefret ettim.

O gece yorgunluktan deliksiz uyudum.
Sabah, gün daha yeni ağarırken bahçeye çıktım.
Bütün çevremiz sapsarı buğday tarlaları.
Hava mis gibi toprak, saman ve buğday kokuyor.
Kiraz ağacının dibine oturdum.
Önümde, büyükçe delikli bir karınca yuvası.
Binlerce karınca girip çıkıp bir şeyler taşıyor.
Karasinekler vızıldıyor.
Kelebeklerle beraber kır çiçekleri üzerine sarı, kırmızı, siyah kurdeleler gibi konup kalkıyorlar.
Uzaklardan köpek sesleri, eşek anırtıları, horoz ötüşleri geliyor.

Ablam yanıma oturup omzuma sarıldı.
İkimizde hiç konuşmadan, el ele, hayranlıkla güneşin yükselişini seyrediyoruz.

Zannederim Ankara’ya ilk o gün âşık oldum.


Attila Bozoglu
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.

Bu tartışmayı Facebook'ta paylaşabilirsiniz:
Facebook'ta paylaş
0