ForumSelam, Naber?  Yeni Konu 

SANAYİ MAHALLESİ 12 EYLÜL 1980 (BÖLÜM-2)

10 Ağustos 2011

Attila Bozoğlu

Örgüte Ümraniye’den malzeme getirmemiz lazım.
Onun içinde dikkat çekmeyecek bir araba gerekli bize.
Senin arabayı her gün gördüklerinden, diğer gurupların dikkatini çekmez.
—Ne zaman lazım araba?
—Perşembe gününe.
—Tamam Murtaza.
Ben bir düşüneyim.
Erdem ile sana haber gönderirim olur olmaz diye.
Bir süredir Coco adet edindi.
Sabahları beni Sultan Selim Caddesinin girişinde bekliyor.
Caddeye girince yattığı kaldırımdan kalkıp arabanın üstüne çıkıyor.
Tavana yatıp atölyeye kadar benimle geliyor.
Eğer Coco’yu göremez isem, arabayı kenara çekip iki üç kere korna çalıyorum.
O da saklandığı yerden çıkıp arabaya geliyor.
Sanayide tanımayan kalmadı.
Arabasının tavanında köpek ile gezen adam diye meşhur olduk.
Sokak başlarındaki gurupların hepsine de teker teker uğradım.
Yeter artık, beni tanımamanıza imkân yok.
Ateş açmayın.
Sorgulama için durdurmayın.
Her halde bütün İstanbul’da araba tavanında köpekle gezen başka birisi yoktur.

O Çarşamba günü Cadde girişinde yavaşladım.
Coco fırlayıp tavana yattı.
Birinci sokağı geçtiydim ki, tam Musevi nalburun dükkânı önünde, karşı kaldırımdan iki kişi ateş açtı.
Coco fırladığı gibi üstlerine doğru koşmaya başladı.
Öldürecekler köpeğimi diye bir an delirdim.
Kapıyı açıp kendimi yere attım.
Kaldırım kenarına tuğla yığmışlar.
Uzana bildiğimi alıp, bende kendime arabayı siper ederek ateş açanlara tuğla atıyorum.
Bir yandan da bağırıyormuşum.
Yetti ulan yetti artık be.
Bıktık ulan sizden.
Arkamdan birisi şiddetle çekiştiriyor.
Baktım bizim Musevi nalbur Habib ağabey.
—Üşüttün mü sen Attila?
Geberip gideceksin.
Lan, kurşuna tuğlamı atılır?
Beni çekiştire çekiştire dükkâna soktu.
Elim ayağım zangır zangır titriyor.
—Bıktım artık be Habib Abi.
Çekilir mi bu bok?
Ne olacak ise olsun artık.
Yetti be.
Yarım saat bekledikten sonra atölyeye gidiyorum.
Arabanın her yeri delik deşik.
—Yunus, kapat şu delikleri çelik macun ile.
Birde polise hesap vermeyelim.
Erdem gel buraya.
—Geçmiş olsun Attila Abi.
Yaralanmadın ya?
—Allaha şükür yok bir şeyim.
Habib Bey kurtardı beni.
Bak bakalım Coco’yu bulabilecek misin?
İnşallah bir şey olmamıştır hayvana.
Ha birde Murtaza’ya haber sal.
Bu akşam saat sekiz gibi bana gelsin.

Gece saat dokuz gibi Murtaza geldi.
—Selam Murtaza.
Otur bakalım şöyle.
Bana doğruyu söyle.
Benim araba ile ne taşıyacaksınız?
—Ümraniye’de bizim guruptan matbaacı bir arkadaş var.
Yeni bildirilerimizi basıyor.
Onları getireceğiz.
Masamın çekmecesinden Kuranı Kerim’imi çıkartıyorum.
—El bas Kuran’a.
Arabayı kullanıp, kimseye ateş etmeyeceğinize, silah, kurşun, bomba taşımayacağınıza yemin et.
Kurana el basıp yemin ediyor.
Arabanın anahtarını uzatıyorum.
Al bakalım.
Yarın en geç, bu saatte geri getir.
Bak peşinen söyleyeyim.
Yakalanırsanız, seni tanımıyorum.
Arabayı çaldılar derim.
Sonra kalleşlik etti deme bana.
—Tamam abi.
Sen merak etme.

Murtaza söz verdiği gibi Perşembe gecesi arabayı getirdi.
Erdem ile arabanın içini araştırdık, kan lekesi falan var mı diye.
Neyse ki hiçbir şey göremedik.
Bu vartayı da, böylece kazasız belasız atlattım.
10 gün sonrada bizim sokak Murtaza’nın gurubunun kontrolüne girdi.

Anarşi’nin dur durak bildiği yok.
MHP Başkan Yardımcısı Gün Sazak öldürülüyor.
Sendikacı Kemal Türkler öldürülüyor.
CHP milletvekili Abdurrahman Köksaloğlu öldürülüyor.
Eski Başbakan Nihat Erim öldürülüyor.
Sağdan da, soldan da, dalyan gibi gençler öldürülüyor.
Yazık değil mi bu insanlara?
Hepsi bu ülkenin kıymetli değerleri.
Ne için?
Bence bok yoluna, hayatlarını kaybediyorlar.
Öylesine bir kaos hâkim ki.
Emniyet teşkilatındaki polisler bile sağcı, solcu diye ikiye ayrılmış durumda.
Bizim kahvede tartışmalar sürüyor.
Sanayi mahallesi mensupları da yavaş yavaş sağcı ve solcu diye ayrışmaya başlıyor.
Ortak olan tek bir nokta var.
Bu işe son verirse bir tek Ordu son verir.
Niye hala harekete geçmiyorlar?
Ordu’nun el koyması için daha kaç kişinin ölmesi lazım?

Bu sabah erkenden Mecidiyeköy ofise gittim.
Ziyarete gelecekler varmış.
Birkaç yere de teklif yazmam lazım.
Yazımın birini bitirmiştim ki yanıma Binnaz geldi.
—Attila Bey.
Aşağıda bir Bey var.
Sizi görmek istiyor.
Aşağı kata iniyorum.
Birisi el arabalarını inceliyor.
—Merhaba, hoş geldiniz.
Beni görmek istemişsiniz.
Takım elbiseli, kravatlı gençten birisi.
Bana bakıyor ve
—Aşk olsun Attila.
Tanımadın mı beni?
Yahu bir yerden gözüm ısırıyor ama pek hatırlayamadım.
—Ben İbrahim be. İbrahim Kaplaner. Alevi İbo.
Sarmaş dolaş oluyoruz.
Ankara’dan gençlik arkadaşım İbo.
Beş sene beraber çalışmışız Keban Barajı Mütahitliğinde.
Keban Barajından İstanbul’a kadar ağır nakil enerji direkleri dikmişiz.
Dile kolay.
Tam beş sene.
Dağ dağ, köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir; şantiye çadırlarında ömür tüketmişiz beraber.
Hayrola İbo?
Ne arıyorsun İstanbul da?
—İş arıyorum Attila.
Ankara da çalıştığım şirket iflas etti.
Uzun bir müddet, iş aradım.
Ama bu ortamda kimse adam almıyor.
Bir ara memlekete Yozgat’a gittim amcamın yanına.
Hatırlarsın, Sadık amcamı.
Hani Yozgat’ta çiftçilik yapan.
Baktım, o zaten kıt kanaat geçiniyor.
Bende, İstanbul’un taşı toprağı altındır diye geldim buraya.
Erenköy’de bir ev tuttum.
Mediha ile çocukları da getirdim.
Eski çalıştığım şirketten aldığım tazminat da bitmek üzere.
Ara, tara doğru dürüst bir iş bulamadım.
Sonra aklıma geldi.
Maltepe de senin kayınbirader Cahit’e rastlamıştım.
O bahsetmişti senin atölye açtığını?
Mecidiyeköyde, Profilo fabrikasına yakın bir yerde de ofisi var demişti.
Dün bütün gün aradım buraları.
Bulamadım.
Bu sabah aklıma geldi.
Bu adam ofis açmışsa koltuk masa da almıştır her halde bir yerden dedim.
Sizin sokağın girişinde bir baktım ofis mobilyası satan bir dükkân var.
Mecit Bey ile konuştum.
O tarif etti burayı.
Dün o dükkânın önünden en az elli kere geçtim.
Kısmet bu güne imiş.
—Var mı bildiğin bir yerde iş?
—Var be İbo.
—Nerede?
—Mecidiyeköyde.
—Ne iş yapıyorlar.
—El arabaları imal ediyorlar.
İbo sarılıp iki yanağımdan öptü.
—Benim hayatım zaten çoğunlukla atölyede geçiyor.
Sen burada olduktan sonra, bende sürekli buraya gelip gitmekten kurtulurum.
Hayırlı uğurlu olsun.
Allah bizi utandırmasın.
Böylece İbrahim de Mecidiyeköy de işe başladı.

Yeni bir adet çıkardılar.
Önceleri yalnız ana arterlerdeki duvarlara idi.
Şimdi gördükleri her düz duvara slogan yazıyorlar.
Bizim de ön cephedeki atölye duvarına boydan boya yazmışlar.
MAHİR, DENİZ, ULAŞ
KURTULUŞA KADAR SAVAŞ.
Üç dört gün kaldı bizim duvarda.
Bir sabah geldim ki 2 tane Jandarma Cip’i atölyenin önüne park etmiş.
Beni görünce Erdem fırlayıp yanıma geldi.
Abi, Jandarmadan bir yüzbaşı geldi.
Ofis de seni bekliyor.
Girdim ofise.
—Hoş geldiniz?
Bir vukuat mı var?
Aksi yüzlü bir adam bu.
—Daha ne olsun?
Görmüyor musunuz rezaleti?
—Ne rezaleti anlayamadım?
Duvarınızdaki yazı.
Allah bilir siz yazmışsınızdır onu.
Derhal silin onu oradan.
—Tamam Komutan.
Derhal sildiririm.
—Erdem
Var git Turan Bey’e, bir teneke beyaz plastik badana istiyor Attila ağabeyim de.
Anlat durumu.
Hemen göndermeni rica etti abim de.
Erdem fırladı gitti.
Giderken yüzbaşı son uyarıyı da yaptı.
—Bir daha bu duvarlarda slogan görürsem, gözünün yaşına bakmam alırım içeri.
Yazıyı badana ile kapattık.

Ertesi sabah geldiğimde duvarı yeniden yazılmış buldum.
YAŞASIN MARKSİZMİN VE LENİNİZMİN YÜCE İDEOLOJİSİ.
—Erdem! Getir badanayı.
Bir müddet, onlar yazdı biz badana ile kapattık.
Arada birde Jandarma gelip kontrol ediyor.
Üçüncü teneke badana’yı da bitirince sabrım taştı.
—Erdem.
Var git Murtaza ya haber sal.
Bu akşam 9 gibi gelsin bana.
Murtaza’nın gelmesi saat 10 u buldu.
—Hayır, ola abi?
Ne oldu.
—Otur Murtaza.
Ben bu slogan işinden bezdim.
Ulan siz yazıyorsunuz, Jandarma fırça atıyor, biz badana çekiyoruz.
Siz yazıyorsunuz, Jandarma fırça atıyor, biz badana çekiyoruz.

Bu işin sonu yok.
Üç koca teneke badana harcadık.
Dünyanın parası gidiyor.
Hani bizi kollayacaktınız?
Söyle senin adamlara.
Yetti gayri.
Yazı yazmasınlar bizim duvarlara.
—Abi, bu benim elimde değil.
Ben söylesem de laf geçiremem.
Kaç tane adam var bu slogan işi ile görevli.
Hangisine dert anlatayım.
Söylesem de gene yazacaklardır.
—Peki, o zaman yarın akşam bana gene gel.
Yazdığınız sloganların bir listesini getir bana.
—Ne yapacaksın ki onları?
—Sen hele bir getir, öyle konuşuruz.

Ertesi gece Murtaza slogan listesini getirdi.
—Getirdim işte Attila abi.
Ne yapacağız şimdi.
—Aradan bir slogan seçeceğiz.
Oku bakalım.
Murtaza okuyor.
—İşçiler kardeş, patronlar kalleş.
—Bu olmaz.
Lan, kalleş miyim ben?
Murtaza gülüyor.
—Polis-Faşist idare birliğine son.
—Bu da olmaz. Polis ile başım belaya girer.
—Tek yol devrim.
—Olmaz. Darbeye tahrik.
—Kahrolsun faşist diktatörlük.
—Bu da olmaz. İktidarı diktatörlükle suçluyor.
Böylece yüze yakın slogan okuduk beraber.
En nihayet aradığımı buldum.
KAHROLSUN OLİGARŞİ.
—Tamam, Murtaza bu olacak işte.
—Oligarşi ne demek be abi?
—Ne bileyim lan, benim de maksadım bu zaten.
Suya sabuna dokunmasın.
Kimse de ne olduğunu anlamasın.
Bak Murtaza.
Bu sloganı ben kendim yazacağım duvara.
Seninkilere söyle.
Bunu silmeyecekler.
Başka bir şey yazmayacaklar.
Slogan mı?
Slogan işte.
—Tamam abi.
Buna ikna ederim zannediyorum.
—Kabul etmezler ise, bana 10 teneke beyaz badana getirin.
Siz yazarsınız, ben boyarım.

Ertesi sabah kırtasiyeciden kalın kartonlar aldım.
Bu kartonlarla harflere tek tek şablon çıkarttım.
Cart kırmızı renkte, pistole boya ile sloganı yazdık duvara.
KAHROLSUN OLİGARŞİ.
Vallahi, tabela gibi oldu.
Tabii beş gün sonra jandarma geldi.
Yüzbaşı sinirle atladı aşağı.
—Bu ne bu lan?
Kim yazdı bunu buraya.
Bu ibneler işi iyice azıttı.
Tabelacı ile mi geziyorlar artık bunlar?
—Komutanım lütfen gel içeri.
Bir çay içelim seninle.
—Erdem!
Çay söylesene bize.
Çaylarımızı içerken yavaş yavaş yüzbaşıya derdimi anlattım
Badana parası ile başa çıkamadığımı ve bu sloganı kendimin yazdığını
hep anlattım.
—Ne demek bu oligarşi?
—Maksatta bu ya komutanım.
Bende bilmiyorum.
Okuyan da ne olduğunu anlamasın.
Bende badana parasından kurtulayım.
—Bunun manası nedir öğrenmem lazım.
Yarın öbür gün bir üst rütbeli görür, ben mesul olurum.
—Ofisteki büyük lügat'ı açtım.
Bakın komutanım, ne yazıyor.
Oligarşi: sadece belirli bir zümrenin bir ülkeyi yönetmesiyle ortaya çıkan yönetim biçimidir.
Yani mesela Rusya, komutanım.
Orada işçi sınıfı hâkim.
Yani belirli bir zümre idare ediyor Rusya’yı.
Bizde demokrasi var.
Partiler seçiliyor ve onlar idare ediyor Türkiye’yi.
Yani komutanım, bir yerde biz kahrolsun komünizm demiş oluyoruz.
—Mantıklı bir açıklama.
Tamam, kalsın bu yazı.
Çıkarken de kapı aralığından bana uzun uzun bakıyor ve,
—Yemedim ama, sana da hak veriyorum.
Samimiyet ile anlattığın için kabul ettim.
Diyor ve cipe atlayıp gidiyor.
Bu slogan, 12 Eylül ihtilal'ine kadar bizim duvarda kaldı.
Bazen bizi güldüren olaylarda yaşadık.
Ofise gelen bazı cesaretli müşteriler bizim ile dalga geçti.
—Yahu, Attila Bey, Kahrolsun Oligarşi gibi acayip isimli bir atölyeyi ilk defa görüyorum, diye.

İkimizde karşıda oturduğumuz için, akşamları ya İbrahim atölyeye geliyor, ya da ben Mecidiyeköyden geçip İbo’yu alıyorum.
Geç kaldığım bir gece, Mecidiyeköyden İbrahim’i alıp, köprü yoluna çıktım.
Gece Saat 11’i geçiyor.
12 den evvel evde olmamız lazım.
Malum 12 de sokağa çıkma yasağı başlıyor.
Son sürat karşıya geçtik.
İbo’yu Erenköy de bıraktıktan sonra, son gaz Bağdat Caddesinde gidiyorum.
Saat 12 ye 10 var.
İnşallah yetişirimde, Vosvos’da sabahlamak durumunda kalmam.
Benim ev Selamiçeşme Cami’inin olduğu sokakta.
Bağdat Caddesinde, in cin top oynuyor.
Tek tük araba benim gibi son sürat geçiyor yanımdan.
Gözüm saatte.
Benim eve 500 metre kadar ya var ya yok.
Tam caddenin ortasında bir adam, makineli tüfeği omzuna dayamış ve benim arabaya nişan almış durumda bekliyor.
—Hapı yuttuk dedim içimden.
Burayı da basmışlar.
Ne yapsam kurşunlardan kaçamam. Ulan ben ölecek isem, bana ateş edeni de yanımda götürürüm diye köküne kadar gazladım Vosvosu ve son sürat adamın üzerine doğru gidiyorum.
Can havli işte.
Sağa doğru iyice yattım.
Bir tek gözlerim ve alnım ön camda görülüyordur.
Vursun bakalım beni pezevenk.
Belki de, yırtarım kurşunlardan.
Son anda adamın sağ tarafında, kenara çekilmiş bir aracın üstünde çakan kırmızı, mavi ışıkları fark ettim.
Olanca gücümle frene bastım.
Vosvos kendi etrafında iki tur döndü ve adama 2 metre kala durdu.
Birden etrafım polis ile çevrildi.
Tabancalar, tüfekler bana nişan almış.
—Çık ulan dışarı.
Eller yukarı.
Birisi, ensemden tutup, ittirerek yere yatırdı.
Üç beş polis de benim arabayı vıdık vıdık arıyor.
Arka koltukta Bond çantam var.
Çantamı açıp her şeyi asfalta döktüler.
Broşürler, demirci kompası, kâğıt kalem ve küçük hesap makinem etrafa saçıldı.
Polislerden biri gelip, beni ayağa kaldırdı.
—Nereden geliyorsun lan?
—4 Levent Sanayi Mahallesindeki atölyemden.
—Bu saatte ne arıyorsun lan sokakta.
—İşe dalmışım, ancak yetiştim.
—Nerede oturuyorsun?
—Cami'in yanındaki apartmanda.
Bir diğeri emir verdi.
—Arayın şunun üstünü.
Aradılar her yerimi.
Bir kontrol kalemi, bir parçada üstüpü çıktı.
Bazen bize gelen bildirileri, karıma göstereyim diye eve getiriyordum.
Allahtan bu gece yanımda yok.
Yoksa boku yemiştim.
Ömür boyu derdimi anlatamazdım.
Yaşlıca babacan tavırlı bir polis yanıma geldi.
—Evladım, içkili misin sen?
—Hayır edendim.
—Görmedin mi bizim arkadaşı?
Trafik yok, caddede iyice aydınlık.
Az daha ezecektin adamı.
Derdin ne be oğlum?
—Arkadaşı tabii ki gördüm.
Öldürmek için arabayı üstüne sürdüm.
Siz benim yerimde olsanız ne yapardınız?
Sivil bir adam.
Cadde bomboş.
Elindeki makineli tüfeği size doğrultmuş.
Anarşist zannettim.
Ben öleceksem, o da ölsün dedim.
—Sivil polis o.
—Nereden bileyim ben.
Gecenin bu saati, ödüm bokuma karıştı.
Binin benim arabaya, bir de siz bakın.
Ekip arabasını da uzağa park etmişsiniz.
Yapılır mı bu?
Son anda fark ettim çakan ikaz ışıklarını.
Pisipisine geberip gidecektik ikimizde.
Gençten bir polis yaklaştı benim ile konuşana.
—Komiserim arkadaş haklı.
Ben uzaktan baktım.
Ekip otosu pek gözükmüyor.
Tamam, tamam.
Bin sende arkadaşın arabasına.
Evine bırakıver.
Eve kadar benimle geldi genç polis.
Apartman kapısını anahtarımla açtığımı da görünce, doğru söylediğime iyice emin oldu her halde.
—Geçmiş olsun arkadaş.
Ucuz atlattın.
Teşekkür edip, iyi geceler diledikten sonra apartmana girdim.

Temmuz sonu, bir öğlen adaşım Atilla Sonay geldi.
Atilla uzun yol tanker kaptanı.
Evi İzmir de.
Karısı, Günseli’nin çocukluk arkadaşı.
Bu vesile ile tanıştık.
Senenin bir ayı göreve çağırılır ve en aşağı 10 ay ömrü açık denizlerde geçer adaşımın.
Kuzey Amerika, Güney Amerika, Karaipler, kimyevi madde getirir, götürür.
Her Türkiye’ye dönüşünde, gemiyi İstanbul'a yanaştırır ve bana uğrar.
İki gün kaldıktan sonra da, İzmir’e gider.
—Ooo hoş geldin adaşım.
—Hoş bulduk Ati.
Sarılıp öpüştük.
Atölye hayırlı olsun.
Adresi Günseli’den telefon ile aldım.
İyi dayanıyorsunuz burada.
Gelene kadar üç beş kere durdurulup sorgulandım.
Bütün fraksiyonlar seni tanıyor.
Araba tavanında köpekle gezen, ateş edenlere tuğla atan o manyak herife mi gidiyorsun diye sordular.
Anlat bakalım ne demek bunlar.
Anlatıyorum Atilla’ya.
—Allah sabır versin.
İnşallah başınıza bir şey gelmez diyor.
O da gittiği yerleri, sefer esnasında başından geçenleri anlatıyor.
Böylece akşamı ediyoruz.
—Yemeği burada yiyelim Atilla Kaptan.
Çok iyi bir köftecimiz var burada.
Ne dersin ha?
—Benim için bir mahzur yok.
Aldır köfteleri.
İbrahim’e telefon ediyorum.
—Atla gel İbo buraya.
Kaptan arkadaşım geldi seferden.
Yemeği burada yer öyle gideriz eve.
—Tamam, abi, şimdi çıkıyorum.
—Erdem, sor bakalım içeri.
Yemeği bizimle yemek isteyen var mı?
Yunus, Kenan, Veysel bizimle yemek istiyor.
Erdem,
—Abi ben Pala’dan köfteleri getirdikten sonra eve gidebilir miyim?
Merak ederler beni.
Tamam Erdem.
Sana zahmet getir köfteleri, sonra gidebilirsin.
Pala’ya da söyle lütfen.
Attila abi’min misafiri geldi diye.
Porsiyonlar biraz torpilli olsun.

Köfteler gelince atölyeye geçiyoruz.
Tezgâhlardan birine gazete serip güzel bir sofra hazırlıyoruz.
—Yunus, Ofisin ışıklarını söndürün.
Demir kapıyı da kilitleyelim.
Bu gece, hiç bildiri dinleyecek halim yok.
Boş boya, tiner tenekelerini de tabure gibi kullanıp oturuyoruz masaya.
Atilla, bavulunu açıyor.
İçinden 2 büyük şişe Kulüp rakısı çıkartıyor.
—Limandan, Duty Free Shop'dan aldım.
İhraç edilen rakılar bunlar.
Ulan rakının iyisini bile gâvur içiyor.
Al bir yudum Ati.
Bak bakalım Bakkaldakine benziyor mu?
Bir yudum alıyorum.
Oh be mis gibi kokuyor.
Yemekten sonra kaptan Bond çantasını açıyor.
—Sana hediye Puro getirdim.
Havana’dan aldım Küba ya gittiğimizde.
Bir kutu sana, bir kutu bana.
Çantasına şöyle bir bakıyorum. İçi silme banknot dolu.
Dolar, mark, Sterlin ve bir sürü tanımadığım banknotlar.
—Ne bu be Kaptan.
Köşeyi dönmüşsün bakıyorum.
—Açık denizde parayı nereye harcarsın?
10 aylık maaşım burada.
Yanaş limana.
Tankeri boşalt.
Başka bir ülkeye git.
Tankeri doldur.
Gene çık yola.
10 ayda toplam 15 gün karada kaldım.
Onda da, limandaki en yakın barda kafa çek, dön gemiye yat.
Hem Tolga’nın durumunu biliyorsun.
Bir ümittir işte.
Yarın tıp bir çare bulursa diye para biriktiriyor Nermin.
Kaptanın sakat doğmuş bir oğlu var felçli ve geri zekâlı.
On beş yaşında.
Yürekler acısı.
Teyzekızıymış Nermin.
Kan uyuşmazlığı varmış.
Başka bir çocuk yapmaya cesaret edemiyorlar.
Onun da sakat doğma ihtimali çok yüksekmiş.

Sohbet, muhabbet saatler geçti.
Atilla Kaptan gittiği ülkeleri anlattı.
Brezilya, Haiti, Panama, Newyork, Kanada.
Gezmiş kadar olduk.
İki şişe rakıyı da bitirdik.
Birde, Havana purosu yaktık.
Değme keyfimize.
Saat on bir buçuk olmuş.
Hepimiz çakır keyifiz.
Yunus, bizde kalın bu akşam dedi.
—Bu kafayla uzun iş karşıya geçmek.
Başınıza bir iş gelmesin Attila Ağabey.
Anam yer yatağı seriverir.
—Haklısın Yunus.
Size gidelim.
Yunusun evi, atölyeye 10 dakikalık bir mesafede.
Seyrantepede oturuyor.
Yeni yerleşim bölgesi.
Tek mahzuru, yollar daha tamamlanmamış.
Bir kısım toprak yoldan gidiyorsun.
Dolduk arabaya.
Hepimizin Bond çantalarını ve kaptanın bavulunu da bagaja koyduk.
İbrahim bayağı sarhoş olmuş.
Bir iki kere kustu atölyede.
Vosvos 2 kapılı.
Belki gene kusar yolda diye, İbo’yu benim yanıma oturttuk.
Camı da açtım kapının.
—Ulan ibo.
Kusacaksan camdan çıkart kafanı dışarı kus.
Arabanın içine edersen, yarın sana temizletirim.
Seyrantepe yoluna girdikten sonra peşime bir Desoto kamyonet takıldı.
Kırmızı renkli bildiğin standart bir kamyonet bu.
Birden pirelendim.
Ara yollardan birine saptım.
O da arkamdan saptı.
Tekrar ana yola döndüm.
Kamyonette arkamdan geldi.
—Çocuklar, galiba anarşistler peşimizde.
Gazlayacağım, iyi tutunun.
Ben gazlayınca, onlarda hızlandı.
Vosvosun motoru, küçük bir motor.
Beş kişinin de yükü olduğu için, fazla hızlı gidemiyorum.
Arkamdaki kamyonet, selektör yapıp duruyor.
Biraz yavaşladım.
Yanımıza yaklaşınca, içeride 3 kişi olduğunu gördüm.
Birisi, camdan başını çıkartıp, bağırdı.
—Kenara çekin arabanızı.
Ben tekrar gazlayınca pencereden dışarı bir sten uzattı.
Ateş etmesin diye mecburen kenara çektim ve durdum.
Desoto da arkamızda durdu.
Üç kişi dışarı çıktı.
Hepsinin ellerinde Sten makineli var.
Biri bağırdı.
—Çıkın dışarı.
Gıpraşmayın götünüze korum.
Kaldırın ellerinizi havaya.
Hepimiz dışarı çıktık.
Ellerimiz havada bekliyoruz.
Biri, üzerimizi arıyor.
Ben sordum.
—Kimsiniz siz be?
Dağ başımı burası?
Ne istiyorsunuz?
—Nereden geliyorsunuz bu saatte.
—Sanayi Mahallesinden.
—Ne arıyorsunuz orada?
—Atölyemiz var.
Gece mesai yaptık.
Yemeğimizi yedik eve gidiyoruz.
Hem size ne bundan?
—Biz emniyetteniz.
Biri hüviyetini çıkartıp burnuma dayıyor.
Baktım, hepsinin belinde el telsizi asılı.
İçim rahatladı.
Galiba gerçek polis bunlar.
—Atölyenin adresi ne sizin?
Adresi veriyorum.
—Açın bagajı.
Bagajı açtım.
Şöyle bir baktı ve telsizi eline aldı.
—Merkez, merkez.
Kırmızı şahin arıyor.
—Evet, kırmızı şahin.
—Komiserim.
Seyrantepe yolunda bej renkli bir Volkswagen araba çevirdik.
İçinde beş kişi var.
Hepside alkol almış.
Bagaj çanta dolu.
Sanayi Mahallesinden geldiklerini söylüyorlar.
Güya şu adreste Atölyeleri varmış.
Banka soydu her halde bu itler.
Bu civarda soygun ihbarı var mı acaba?
—Tamam, kırmızı şahin anlaşıldı.
Şimdi içerden rapor istiyorum.
Birazdan size bilgi vereceğim.
—Açın şu çantaları bakalım neler çaldınız?
İçimden eyvah diyorum.
Kaptanın çantayı açıp bütün o dövizleri görürlerse, bu gece nezaretteyiz.
Önce kendi çantamı açtım.
Broşürler, kâğıt kalem, şirket kaşesi vs.
Broşürü eline aldı birisi.
—Bunlar nedir?
—İşte bunları imal ediyoruz.
Bizim mamullerin broşürü bu.
Sonra Kenan’ın çantayı açıyorum.
İçinden el arabası çizimleri, 3 tel elektrot, hesap makinesi çıkıyor.
Ardından da Yunus’un çantasını açtım.
Ondan da Kenan’ınkine benzer şeyler ve birde demirci kompası çıkıyor.
İbo’nun çantası ağzına kadar broşür ve müşteri takip kartları dolu.
Tam kaptan’ın çantaya uzanıyordum ki telsiz devreye girdi.
—Kırmızı şahin burası Merkez.
—Seni dinliyorum Merkez.
—Bu bölgede her hangi bir vukuat yok.
Verdikleri adreste de böyle bir atölye mevcut.
Silah falan yoksa serbest bırakın adamları.
Derin bir oh çekerek bagajı kapatıyorum.
Polislerden biri gönlümüzü almaya çalışıyor.
Kusura bakmayın Beyler.
Biz vazifemizi yapıyoruz.
O kadar da size selektör yaptık.
Siz de kaçmaya çalıştınız.
Bir den tepem attı.
—Ne diyorsun sen be?
Bizim sokaktaki kahvenin tarandığından her halde haberiniz var.
İş yerine beş altı yerde sorgulandıktan sonra gelebildiğimizi, sokaklara hâkim olan fraksiyonlara avanta vermek zorunda olduğumuzu her halde biliyorsunuz.
Gecenin bir saati ıssız bir yolda sivil bir kamyonet, içinde sivil adamlar seni durdurmak istiyor.
Sen olsan durur muydun?
Ne bilelim sizin polis olduğunuzu.
Adam tekrar özür diliyor.
—Hadi çocuklar binin arabaya.
İbrahim hariç diğerleri arabaya biniyor.
İbrahim’in gözlerinden yaşlar akıyor.
—Binmiyorum arabaya.
Küfretti bize.
Götünüze korum dedi.
—İbo, yürü bin arabaya.
İttirip duruyorum İbrahim’i.
—Bin lan arabaya.
—Tamam, binicem, binicem ama bende onların götüne korum.
—İbo yürü lan.
Özür diledi ya memur Bey.
Zorla sokuyoruz arabaya.
Hiç oyalanmadan gazlıyorum.
İbo hala ağlıyor.
—Götünüze korum dedi.
Götünüze korum dedi.
Ne biçim polis bunlar be?
Karanlığın içinde Yunus’un evine doğru yol alıyoruz.

İki gün sonra da Atilla kaptanı İzmir’e uğurladık.

Bilecik’teki fabrikanın siparişlerinden 250 sandığı sabahleyin ambarlardan gelip aldılar.
Öğlen de Kenan hareket etti Bilecek’e otobüsle.
Yolda çizilen olursa, rötuş yapacak sandıkların boyalarına.
Yanına boya, tiner, fırça, küçük canavar taşı makinesini de aldı.
Eh kaldı yarısı.
İnşallah salimen onları da göndeririz.

Ertesi gün öğlene doğru Meryem geldi Atölyeye.
Meryem Kenan’ın karısı.
Altı aylık da hamile.
—Hayrola Yenge.
Hoş geldin.
Bir şey mi var?
—Seninle özel görüşmek istiyorum Attila ağabey.
Buyur gel, otur hele şöyle.
Bir soluklan.
Sana demli bir de çay getirteyim.
Misafir iskemlelerinden birine oturdu.
Epey üzgün görünüyor
—Erdem, Kenan ağabeyinin, karısı ile özel bir şey konuşacağım.
Ofise kimse gelmesin, lütfen söyle arkadaşlara.
—Tamam, Attila abi.
Şimdi söylerim.

—Eee anlat Yenge.
Niye böyle üzgünsün?
Kavga mı ettiniz Kenan’la, nedir, ne oluyor?
Bir ihtiyacın mı var?
—Attila abi.
Sana çok kırgınım.
Niye hiç para vermiyorsun Kenan’a?
Bu ay adeta süründük vallahi.
Hastaneye kontrole bile gidemedim parasızlıktan.
Kenan’a para bırak diyorum, Attila abi daha bana para vermedi.
Şirket sıkışık, idare ediver dedi, diyor.
Attila abi’ye ben telefon açayım dedim, kıyametleri kopardı Kenan.
Benim aramı bozacaksın Attila abi ile diye.
Abi, ben hamileyim biliyorsun.
Bebeğe bir şey olacak gıdasızlıktan diye korkuyorum.
Niye para vermiyorsun Kena’a?
Ayıp değil mi sana?
Allah, Allah.
Yahu Kenan ne zaman paraya ihtiyacı olduysa gelip aldı.
Bir iş var bu işin içinde.
Karı koca arasında kalmamak için yalan söylüyorum.
—Kenan doğruyu söylemiş be Meryem.
Epeydir bayağı sıkışıktık, inan.
Biliyorsun yüklü bir sipariş almıştık.
Bütün paramızı hammaddeye yatırdık.
Bu sabah bir kısmını gönderdik.
Zaten, Kenan da onun için gitti Bilecek’e
Yarım saat evvel geldi bankaya havalemiz.
Sıkma canını.
Kusura da bakma ne olursun.
Sen Kenan’ı dinleme.
Böyle sıkıntılara da düşme.
Ne zaman istersen, bana telefon açabilirsin.
Kena’a da söyleyeceğim mani olma Meryem’e diye.
Sizler benim ailemsiniz.
Gerekirse, ceketimi satar, sana para yollarım.
Merak etme ve çekinme.
Tamam mı?
Cebimde ne kadar para varsa veriyorum Meryem’e.
Al şu 600 lirayı acil ihtiyacını gör.
Erdem'i de yanına vereceğim.
Gitsin bir taksi alsın.
Önce doğruca Hastane’ye gidin.
İhtiyacın olan şeylerin listesini yapıp, Erdem’e verirsin.
Ben onları da alıp, sana akşam Erdem ile gönderirim.
Benim yeğenime de iyi bak.
Gıdasız bırakma bebeği.
—Erdem buraya gel.
—Evet abi.
Sultan Selimden bir taksi alıp gel.
Meryem Yengenle SSK Okmeydanı Hastanesine gideceksiniz.
Muayene olduktan sonra eve bırakırsın Yengeni.
Sana bir de liste verecek.
Onları da Leventten alıp, gelirsin dönüşte.
Akşam, Kenan’ların evine bırakırsın.
—Tamam Abi.

Meryem gittikten sonra kasa defterini açtım.
Bu ay Kenan kaç para almış diye bakıyorum.
2000 Liraya yakın para çekmiş bu ay.
Genelde 800–900 lira ile geçinir.
Allah hayır etsin, bir iş var ya bu işin içinde.
Zaten, on gündür Kenan’ın yüzünden düşen bin parça.
Sürekli düşünceli idi.
Bilecik’e de onun için gitmesini istedim.
Sıkıldı, yoruldu her halde çocuk.
Ortam değişmiş olur dedim.
Kenan dönünce anlarız bakalım.

Çektim iş tulumunu üstüme, kalan sandıkların imalatına yardım etmek için atölyeye girdim.
Saat bire kadar kaynak yaptım.
Karnımda bayağı acıktı.
Levent’te Cambazın yeri diye bir et lokantası açılmış.
Sahibi bir zamanlar hakikaten ip cambazı imiş.
Bizim ilk atölyenin olduğu sokakta imalat yapan tirfon vidacı methetti.
—Abi bir biftek yapıyor adam, parmaklarını yersin.
Ben böyle kalın ve yumuşak biftek yemedim.
—Yunus, ara verelim biraz.
Yeni bir lokantadan bahsetti tirfoncu Metin.
Çok güzel eti varmış.
Kalk bir değişiklik olsun.
Bu öğlen orda yemek yiyelim.

Cambazın yeri küçük bir kulübe.
İçerde 4–5 masa var.
Etleri dışarı koyduğu bir mangalda kızartıyor.
Levent’in tam da merkezinde, ana caddeye yakın.
İçerdeki masaların hepsi dolu.
Cambaz, bembeyaz saçlı, pala bıyıklı, Hulusi Kentmen’e benzeyen güler yüzlü bir bey.
—Oturun şöyle çocuklar.
Şimdi birileri kalkar, sizi alırım içeri.
Izgaranın yanındaki iskemlelere oturuyoruz.
Soruyorum,
—Abi, sen hakikaten cambaz mıydın?
—Tam tamına 40 sene.
40 senem ip üstünde geçti.
Türkiye de gösteri yapmadığım vilayet kalmadı.
Belki hatırlarsın.
Hani bir seneler Medrano sirki gelmişti Türkiye’ye.
Üç senede onlarla çalıştım.
Rusya dâhil bütün Avrupa'yı dolaştım.
Çok iyi de para kazandım.
—Eee ne oldu sonra?
Cambazlık nere, lokantacılık nere?
—Kader be kardeşim.
Bebekler kadar güzel, Arjantinli bir sevgilim vardı sirkte.
Büyük bir aşk yaşadım Anna Maria ile.
O da at cambazlığı yapıyordu.
Milano da bir gösteride, atın üstünde ayağa kalkmış son sürat pisti turlarken, birden seyircilerin arasından bir çocuk piste fırladı.
At ürktü ve şaha kalktı.
Anna Maria kafa üstü çakıldı yere.
Boynu kırıldı ve anında öldü.
Bu hadiseden sonra, tadım kaçtı.
Bir sene daha idare ettim sirkte.
Ama bu ülke bizim kanımıza işlemiş.
Saçma sapan şeyleri özledim.
Hadi canım sende deme.
Her hangi bir kahveye gidip demli bir çay içmeyi, Galata Köprüsünde balık ekmek yemeği, Çiçek Pasajında kokoreç yemeği özledim.
Cumhuriyet meyhanesinde, bir duble rakı içip Topal’ın Udu’nu dinlemeyi özledim.
İstanbul sokaklarının pisliğini özledim be.
Özlenir mi bütün bunlar?
Vatan olunca özleniyor işte.
Döndüm Türkiye’ye.
Birkaç sene Adana, İskenderun, Mersin de gösteri yaptım.
Yaş 60’a dayanınca gözlerim bozuldu.
Hem miyop, hem hipermetrop oldum.
Yakını da uzağı da gözlüksüz doğru dürüst göremez olunca, cambazlık da bitti.
Bilirsin, Arjantin et memleketi.
Anna Maria'dan öğrendim kalın bir bifteği nasıl yumuşatacağımı.
Bir tesadüf bu kulübeyi de kiralık görünce, gördüğün gibi lokantacılığa başladım.
Et lezzetli olunca, müşteri tuttu burayı.
Şu içerde gördüklerin, hep banka, şirket müdürleri, gazete muhabirleri ve Levent’teki mağaza sahipleridir.
Ara sıra ta Şişliden bile gelenler olur.
Sağ olsun, sizin gibi işçi arkadaşlarda gelir dükkâna.
Fiyatlarım da makuldür.
Kimseyi kazıklamam.
Ulan bize neden işçi dedi bu adam?
E tabi yahu.
Biz o kadar alışmışız ki atölye düzenine, yemeğe de üstümüzdeki tulumlarla gelmişiz.
On dakika sonra birileri kalktı.
Bizde içeri girdik.
Cambaz’ın biftekleri hakikaten harika.
Ben bir daha böyle lezzetli ızgara et yemedim.
İki masa ilerimizde bir gurup yemek yiyor.
Takım elbiseli kravatlı üç bey ve Türk sarışını (boyalı sarışın) bir hanım.
Hararetli, hararetli konuşuyor.
Hanım arada bir bize bakıp yüzünü buruşturuyor.
Ne oluyor bu kadına be?
Cambaz içeri servise gelince, yanına çağırıp bir şeyler söyledi.
Cambaz da bize bakıp bakıp, kadına birazda sinirli bir yüz ile bir şeyler söylüyor.
Cambazı yanıma çağırıyorum.
—Abi rica etsem bir dakika bakar mısın lütfen.
Masaya geliyor.
—Abi bu hanım bizimle ilgilimi bir şey söyledi sana?
—Boş ver yahu.
Ukala karı işte.
—Hayrola?
Derdi ne imiş ki?
—Niye yemeğe işçi tulumu ile gelmişsiniz?
Midesi bulanıyormuş.
Rica ediyormuş.
Bir daha böyle insanları lokantaya almayayım diye.
Ağzının payını verdim tabi.
Beğenmiyorsan bir daha gelmezsin dedim.
Şımarık karı.
Zenginliğine güveniyor.
—Kim abi bu?
Tanıyor musun?
-…….. Gazetesinin sahibinin karısı.
—Cambaz ne olur beni tanıştır, ne olur be abi.
—Buraya bak hır çıkartma burada.
—Yemin ederim hır çıkartmayacağım.
Masaya gittik beraber.
—Hanımefendi.
Arkadaş sizinle tanışmak istiyor.
—İyi günler efendim.
Benim ismim Attila Bozoğlu.
Sizinde kim olduğunuzu öğrendim.
Rahatsızlık verdiğimiz için özür dilerim.
Ankara Maarif Koleji mezunuyum.
Sanayi ve İşletme İdaresi dalında da üniversite mezunuyum.
Ana dilim gibi İngilizce ve İtalyanca bilirim.
Aklına gelen her türlü inşaat makinesini kullanabilirim.
Pilot ve paraşüt brövelerim var.
Sanayi Mahallesinde de atölyem var.
Acaba siz Sayın Hanımefendi?
Hangi üniversiteyi bitirdiniz?
Kaç lisan bilirsiniz?
Hiç kurşun yağmuru altında kaldınız mı?
Arabanıza ateş edildi mi?
Vücudunuza kurşun yediniz mi?
Gece yarılarına kadar çalışıp da, bu yorgunlukla eve nasıl gideceğim diye endişe ettiniz mi?
İş yerinize gidip gelirken, acaba sırtıma bir kurşun yer miyim diye korktunuz mu?
En önemlisi de, bu güne kadar, işte bunu ben ürettim dediniz mi?
Ürettiğiniz bir şeye karşıdan bakıp gururlandınız mı?
Bizler üreten bir nesiliz.
68 kuşağıyız.
Bizlere alışsanız iyi olur.
Çünkü benim gibi yüz binlercesi var.

—Kalk Yunus gidelim.
Böyle insanlarla aynı yerde yemek yenmez.

Bu hanım arkadaş aynı ukalalıkla Türkiye’nin başına bela oldu ve hala
da olmaya devam ediyor.
Bu güne kadarda neyi savunduğunu anlayamadım.
Başım belaya girmesin diye de, daha fazla yazmak istemiyorum.

Dört gün sonra Kenan İstanbul’a döndü.
—Selamın aleyküm Attila ağabey.
—Hoş geldin Kenan.
Nasıl geçti?
Var mı kelek bir durum?
—Yok abi.
Müşteri gayet memnun.
Üç tane sandığın boyası çizilmiş.
İki saatte onları da hallettim.
İyi haberlerim var sana.
Sekiz tanede şerit kapı siparişi aldım.
Aman çok iyi.
Değdi bari ta oralara gittiğine.
Tam Meryem den söz açacaktım ki telefon çaldı.
—Alo buyurun ben Attila.
—Abi ben İbrahim.
—Selam İbo, hayrola?
—Vallahi nedir anlamadım.
Mecidiyeköy karakolundan aradılar.
Komiser İskender diye birisi.
—EEE?
-Kadir Attila Bozoğlu orada mı diye sordu.
—Atölyede imalatta dedim.
Oranın telefonunu istedi ama ben vermedim.
Arızalı dedim telefonlarımız.
—Ne istiyormuş peki?
—Sizde çalışan bir eleman ile ilgili dedi.
Bu gün mutlaka gitmen lazımmış.
Eyvah dedim içimden.
Her halde Doğan gene bir bok karıştırdı.
—Erdem, çağır Doğanı bana.
İki dakika sonra Erdem geldi.
—Abi, Doğan abim tam bir işin ortasındaymış.
Yarım saat müsaade etsin diyor.
—Söyle o eşeğe, bıraksın her şeyi, derhal gelsin yanıma.
Doğan gelince sordum.
—Ne boklar karıştırdın gene?
Sana kefil olduğumu bilmiyor musun?
Ne diyeceğim ben şimdi?
—Ne var be Abi?
—Ne olsun, komiser İskender Bey aramış Mecidiyeköyü.
Biraz evvel, Karakol’dan telefon etmişler.
Beni istiyorlar.
Bir elemanınızla ilgili demiş İskender Bey.
—Kuran ekmek çarpsın o günden beri, bir vukuatım yok abi.
Sen bana babalık ettin, kefil oldun.
Seni zor duruma düşürecek bir şey yapar mıyım?
Üç beş kere partiye toplantıya gittim.
Onu da herkes yapıyor.
Toplantıya gittim diye suçlayamazlar ya?
Doğan’a inandım.
İnşallah başka bir bela çıkmaz başıma.

Elim mahkûm.
Erdem'i de yanıma alıp, karakola gittim.
Yolda Erdem’e tembih ediyorum.
—Lan bir şey olursa bana, evin telefonunu biliyorsun.
Yengene haber ver hemen.
—İçeri mi atarlar seni abi?
—Ne bileyim be Erdem.
Gidip göreceğiz.

—OOO hoş geldiniz Beyefendi.
—Hayrola Komiser Bey, bir vukuat mı var gene?
—Nedir bu Bozoğlu atölyesi ile bizim uğraştığımız?
Atölye mi yoksa anarşist yuvası mı orası?
—Yarım saat evvel Doğan ile konuştum.
O günden sonra hiçbir olaya karışmadığına yemin etti.
—Bu sefer Doğan değil.
—Kim peki?
—Dün gece gene birini yakalamış bizim ekip.
Üstelik de tepeden tırnağa silahlı birisi.
Yıldırım hızıyla aklımdan bütün çalışanları geçiriyorum.
Doğan haricinde, bu taraklarda bezi olan kimse yok bildiğim kadar.
—Ne yapıyormuş, nerde yakalanmış, kimmiş bu?
—Şişlide duvara slogan yazıyormuş.
—Ne yazmışlar gene?
PATRON AĞA DEVLETİ YIKILACAK, HALK İKTİDARI KURULACAK.
—Bak buraya kardeşim.
Geçen sefer, ben seni ikaz etmiştim bir daha gözünün yaşına bakmam diye.
Sen bu adamların başı olabilirsin.
Ama hiç mi vicdanın sızlamıyor?
Yazık değimli bu gençlere?
Yarın öbür gün bir çatışmada ölüp gidecekler.
Bak bu sefer kurtuluş yok.
Hem adamın silahlı.
Hem de devleti yıkma tehdidi ve teşviki var burada.
—Komiserim, açık konuşalım.
Yani ben komünist bir örgütün başıyım mı diyorsunuz?
Hem kim bu adam yahu?
Nereden çıkardınız benim adamım olduğunu?
— Murtaza Özenç, senin adamın değil mi?
İfadesinde senin atölyede çalıştığını söyledi.
İşte yazılı, imzalı ifadesi burada.
Seni suçüstü mahkemesine sevk ediyorum.
Allah kurtarsın.
Ulan Murtaza.
Öyle bir bok duruma soktun ki beni.
Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık.
Yalan söyledim.
—Bir dakika komiser bey.
Doğrudur.
Murtaza benim yanımda 15 gün kadar çalışmıştı iki üç ay evvel.
İşte o kadar.
Girip çıktı işe.
Sigortaya bile kayıt yaptıramadık.
Hem Allah’ını seversen, yanımda çalışan her adamı, gece ne yapıyor diye nasıl kontrol edebilirim?
Benimde ailem, çoluk çocuğum var.
10 kişi var benimle çalışan.
Hangi birini kontrol edeyim?
Siz karakolda çalışan bütün polislerin gece ne yaptığını biliyor musunuz?
Kontrol edebiliyor musunuz?
Gazetelerde okuduğumuz kadar, polisler de iki ye ayrılmış sağcı, solcu diye.
Karakoldakilerin hangisi sağcı, hangisi solcu bilebilir misiniz?
Baktım Doğan’ın dosyası masasının üstünde duruyor.
—Birde bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum İskender Bey.
Doğanın dosyası önünüzde.
Abi ne olur bak dosyaya.
Doğan sağcı slogan yazarken yakalanmış.
Murataza solcu slogan yazarken yakalanmış.
Ben de bunların başıyım.
Abi sen karar ver.
Ya sağcıyım, ya da solcu.
İkisi birden olamam ya?
Keşke böyle bir şey olsam da, bu gençleri durdurabilsem.
İnsanlar çatışmasa, ölmese, bu anarşi olmasa.

İskender Bey iki dosya’ya da uzun uzun baktı ve bana döndü.
—Şeytan tüyü var sende.
Bu sefer de yırttın.
İnşallah seni bir daha karşımda görmem.
Bas git bakalım.

Murtaza üç sene hapis yedi.
Hapisten çıkınca da köyüne geri dönmüş.
Bir daha da görmedim.

Atölye’ye dönünce Kenan’ı çağırdım.
Otur Kenan, seninle özel bir şey konuşacağım.

Kenan’ı kırmadan nasıl konuya gireceğimi bilemiyorum.
En iyisi çekmiş olduğu paradan başlayayım.
—Kasa defterine baktım da Kenan, bu ay 2000 liraya yakın para çekmişsin şirketten.
Hayrola, eve eşya falan mı aldın?
—Yok, be Attila abi.
O kadar çektiğimi zannetmiyorum.
—Çek şu iskemleyi yanıma.
Tarih, tarih defterden gösteriyorum.
Kenan sus pus oturuyor.
—En son otomatik çamaşır makinesi aldıydık sana.
Ne yaptın bu kadar parayı Kenan?
Aklıma kötü şeyler geliyor.
İçki içen adam değilsin.
Kumar mı oynuyorsun?
Yoksa esrar mesrar boktan şeylere mi alıştın?
Bak sen Bilecik’e gittiğinin ertesi günü, Meryem geldi atölye’ye.
Kıza beş kuruş bırakmamışsın.
Hamile bir kadına nasıl yaparsın lan bunu?
Beni de töhmet altında bıraktın.
Utanmadan birde Attila Abi para vermedi demişsin.
600 lira verdim Meryem’e.
İstediği erzakı da aldırıp eve gönderdim Erdem’le.
Kız’a da sakın çatayım deme.
Ağzını burnunu dağıtırım bak Meryem’den böyle bir şey duyarsam.
Şimdi bana gerçeği söyle.
Kenan birden hıçkıra, hıçkıra ağlamaya başladı.
—Âşık oldum ben Attila Abi?
—Ne
Ne diyorsun lan sen?
Karın hamile ve sen başka bir kadına âşık oldum mu diyorsun?
Kim bu lan?
Gece yarılarına kadar atölyede eşekler gibi çalışıyorsun.
Ne zaman, nerede gördün de âşık oldun bu karıya be?
—Hani 20 gün evvel alet edevat almaya Perşembe pazarına gittiydim ya?
—EEE?
—Akşam 7 gibi işim bitti.
Baktım dolmuşlar tıklım tıklım geçiyor.
Bende tünele bineyim bari Galatasaray’a çıkarım, oradan da Taksime kadar yürür, Taksim den otobüs veya dolmuşa binerim dedim.
Hem de Beyoğlu’na neredeyse iki senedir gitmedim.
Vakit geçer, kalabalık da azalır, Beyoğlu’nu da gezmiş olurum diye düşündüm.
Çiçek Pasajına gelince, burnuma kokoreç kokuları geldi.
İçim çekti.
Zaten karnımda acıkmıştı.
Oturdum bir birahaneye, kokoreçle bir bardak da bira söyledim.
Biramı yarılamıştım ki, bizim Kastamonulu hemşerilerden Kemal’i gördüm yan masada.
Yanıma geldi.
Bir birada onunla içtim.
Kemal, arka sokakta, bizim hemşeriler yeni gazino açtı.
Hadi buradan çıkıp oraya gidelim dedi.
Hem bizden bir kaç kişi daha görür sohbet ederiz.
Kalktık Gazinoya gittik.
Bayağı büyük bir gazino açmış hemşeriler.
Bar Amerikan’da oturan konsomatrislerde var.
Abi görsen bitersin.
Hepsi birbirinden güzel karılar.
Kemal, hepsini tanıyor.
İki tanesini bizim masaya davet etti.
Bu akşam hesaplar benden dedi.
Yarın akşamda sen ödersin.
Abi yanıma oturan öyle güzel bir karı ki anlatamam.
Her yanı mis gibi esans kokuyor.
Memelerinin yarısı açıkta.
Öylesine bir mintan giymiş.
Memelerinden bile mis gibi kokular geliyor.
Yağlı boya resim gibi de boyanmış.
Kıpkırmızı kiraz gibi dudaklar.
Pespembe memeler.
Sapsarı kıvır kıvır uzun saçlar.
Çimen yeşili badem gibi gözler.
Hele birde sol yanağında bir beni var ki.
Üzüm kurusu mübarek.
Yıldırım çarpmışa döndüm abi.
Meryem, bebek, hepsi aklımdan uçtu, gitti.
Kırk tane Meryem eder bu karı vallahi Attila abi.
Gel dese gelirim.
Öl dese ölürüm abi.
Feleğim şaştı benim.
Hapı yuttuk dedim içimden.
—İşte o günden sonra işten çıkınca ben doğruca o gazinoya gidiyorum.
Para orda gitti her halde.
—Manyakmısın sen oğlum?
Meryem ne olacak?
Bebek ne olacak?
Lan gazino karısından avrat olur mu adama?
—İmam nikâhı yapacam abi ona.
—Meryem kabul eder mi lan?
—Beğenmez ise siktir olur gider gerisin geriye köyüne.
Sıçtık ki ne sıçtık.
—Kalk sen şimdi doğruca eve git.
Bak kontrol edicem bu gece.
Gazino mazino yok bu gün.
Yarın akşam beraber gideriz.
Görmek istiyorum bu karıyı bende.

Ertesi gün akşamı zor etti Kenan.
Yunusu çağırdım yanıma.
—Yunus, Kenan ile benim bir işim var.
Bu akşam erken çıkacağız.
Atölye sana emanet.
Saat 11 gibi paydos edersiniz.
—Tamam, sen merak etme abi.

Vosvosu AKM'nin arkasındaki parka çektim.
Taksimden pasaja doğru yürüye yürüye gittik.
Pasajın içinden geçip, bayağı aşağıya yürüdük.
Dar ve çıkmaz bir sokakta Gazino.
Yeşil neon ışıkları ile boydan boya büyük bir tabelası var.
Yeşil Kastamonu Gazinosu.
Yanıp sönüyor neonlar.

Kenan’ı gören garsonlar kapıda karşıladı bizi.
—OOO Kenan Bey.
Hoş geldiniz efendim.
Buyurun, Buyurun içeri.
Salonun ortalarında bir masaya oturttular bizi.
Her masada, bej kumaş üzerine, kırmızı menekşeler işlenmiş masa örtüleri.
Kırmızı renkli kâse şamdanlarda da mumlar yanıyor.
Loş, bir ortam.
Köşeye yerleştirilmiş kuyruklu piyanoda, yaşlıca bir bey, hafif müzik çalıyor.
Kenan’ın anlattığı gibi, salonun tam arka ortasında, şık bir Amerikan bar ve etrafındaki yüksek taburelere oturmuş, birbirinden güzel kızlar var.
Bizi gören kızlardan biri kalkıp, masaya geldi.

Ahu Tuğba’ya benzeyen Allah’u Ekber bir hatun bu.
Sapsarı lepiska, uzun saçlar.
Badem gibi büyük yeşil gözler.
Sütun gibi bacaklar.
Ve hayatımda gördüğüm en yuvarlak dolgun memeler.
Kenan haklı yahu.
Hatun, bebek gibi güzel.
—Hoş geldin Kenan’cığım.
Sarıldı Kenan’a yanaklarından öptü.
Bizimkinin eli ayağı titriyor.
—Buyurun oturun.
—Arkadaşım Nil’i de alalım mı masaya?
Kafa kızdır.
Seversiniz.
—Belki daha sonra.
Kenan bu gece sizin ile tanıştırmak için getirdi beni.
Ben Kenan’ın ortağıyım.
Adım Attila.
—Memnun oldum.
Elimi sıkıyor.
—Bende Linda.
—Çok severim Linda adını. Gençliğimde Linda isminde Amerikalı bir sevgilim vardı.
İskemlenin birini Kenan’ınkine yanaştırıp oturuyor.
—Bakın Kenan ne ciciler aldı bana.
Kolunu uzatıyor.
Kolunda beş adet Trabzon işi altın bilezik var.
Onları gösteriyor.
Ulan Kenan.
Zamanında bir duble rakıyı bile zehir etmiştin bana.
Ben sana sorarım.
—Türk değil misiniz?
—Niye sordunuz?
—Adınız Linda'ya.
Merak ettim.
Tatlı tatlı gülüyor.
Enfes dudaklar, enfes dişler, enfes bir ağız.
Ulan Kenan’a derken karıya ben de çarpılmayayım sakın.
—Ben Romen’im
Romanya’dan göçmen geldik İstanbul’a.
—Ya, ne kadar oldu geleli.
—Galiba beş seneyi geçti.
Anlaşıldı.
Beş senede bu kadar düzgün, bu kadar seri Türkçe konuşmayı öğrenmiş bir kişi, ya hakikaten çok zeki, ya da yalan söylüyor.
Garson yanımıza geldi.
—Beyler ne arzu edersiniz?
—Ne içersiniz Linda Hanım?
—Ben viski rica edeyim.
—Tamam, garson bey.
Birer bardak viski alalım lütfen.
Viskilerimizi yudumlarken soruyorum.
—Romen iseniz, her halde Müslüman değilsiniz?
—Evet, ben Hıristiyanım.
—Doğru ya.
Romenler Slav ırkından.
Ortodoks’sunuz yani değil mi?
—AAA evet.
Nasıl da bildiniz?
Bir yandan da içimden geçiriyorum.
Hatun hakikaten Hıristiyan ise nasıl imam nikâhı yapacak Arif diye.
—Çocukluğum İtalya, da geçti benim.
Napoli de otururken, sesim güzel diye, kilise korosunda şarkı bile söylettiler bana okulda.
Severim Hiristiyan ilahilerini.
Mesela, Orazione.
Hani, “O signore, che colmistero”, diye başlar.
Hadi beraber söyleyelim mi?
—Ay ben onu hatırlayamadım şimdi.
—Peki, Ave Maria?
—Beş sene oldu unutmuşum.
—Linda kaç yaşındasın sen?
—Ay hanımlara yaş sorulur mu?
—Evlenecek değiliz ya be kızım.
Cidden merak ettim.
—27 yaşındayım.
—Daha çok gençsin.
İnsan unutur mu dualarını?
—Din beni pek açmıyor.
Hristiyanım dedim ama ben hiçbir dine inanmıyorum esasında.
Hem biz neden bunlardan konuşuyoruz ki?
Aşk konuşalım.
Sevişmek konuşalım.
Gazinoda hiç din konuşulur mu?
İlk defa başıma geliyor böyle garip bir şey.
—Tamam, Linda aşk konuşalım o zaman.
—Yalnız ben, beş dakika tuvalete gideceğim.
Müsaadenizle.

Baktım Kenan’ın surat kıpkırmızı.
Gözleri de çakmak çakmak olmuş.
Ben de hafif çakır keyif oldum.
Yahu Linda da hiçbir değişiklik yoktu.
Gazino hayatına, alışık diye her halde.
Ama şeytan dürttü.
Şunun bardağından bir yudum alayım dedim.
Oh be halis muhlis çay ve cola karışımı.
Viski’nin ceremesi yok bardakta.
Ulan hatun ben sana gösteririm.
Linda masaya dönünce Garsona işaret ediyorum.
—Garson Bey, ben biraz fazla içerim.
Bardak hesabı tuzlu olur.
Kaç lira viskinin bardağı?
—50 liradır beyefendi.
—Peki, bir şişe komple viski kaça?
—350 lira.
—Johny Walker bulunur mu?
—Evet efendim
—Tamam, sen bize bir şişe Johny Walker getir.
Şu bardakları da alır mısınız lütfen.
Hepimize yeni bardak da getirirseniz memnun olurum.
Linda itiraz ediyor.
—Ama benim viskim daha bitmedi ki.
—Bu viskilerin ne olduğu belirsiz.
Johny Walker ile karıştırmayalım.
Tadı bozulur.
Maksadım çaylı colayı kaldırtmak.
Garson temiz bardakları ve bir şişe viskimizi getiriyor.
Üçümüzün bardağına da dolduruyorum.
—Haydi sağlığımıza.
Yarım saat, ondan bundan, havadan sudan sohbet ediyoruz.
Üçüncü bardaktan sonra Linda da konuşurken peltekleşmeye başladı.
Kenan müsaade isteyip tuvalete gidiyor.
Dördüncü bardağı doldurmaya kalkınca itiraz ediyor Linda.
—Sarhoş mu edeceksiniz beni.
—Evet, sarhoş etmek istiyorum.
—Eh, viski, çaylı cola nın bardakta durduğu gibi durmuyor değimli?
—Orospu çocuğusun sen.
—Haklısın.
Aynen orospu çocuğuyum.
Bak hayatım.
Kenan’da masada olmadığına göre.
Sen hakikaten nerelisin?
Yemin ederim Kenan’a söylemeyeceğim.
Merak ettim işte.
—Malatyalı
—Hakiki ismin ne?
—Leman.
—Peki, niye kendini Romen, adını da Linda diye tanıtıyorsun?
—Türk erkelerine ne hikmetse gâvur karıları daha cazip geliyor.
Hiç aklımda yoktu.
Sarışın ve yeşil gözlüyüm ya.
Hep soruyorlardı.
Yok, Rus musunuz, Alman mısınız, İsveçli misiniz diye.
Madem piyasa böyle istiyor, bende Linda olurum dedim.
Türk erkekleri gâvur karılarının muamelesi temiz diye kabul etmiş bir kere.
Ondan soruyorlar yabancı mısın diye.
Adımı Linda koyduktan sonra inan kazancım beş misli arttı.
Kenan masaya gelince konuyu değiştirdik.
Bir yarım saat daha havadan sudan sohbetten sonra, Linda’nın kafayı iyice bulduğuna kanaat getirdim.
Yekten teklif ettim.
—Bak Linda.
Senden bir ricam var.
Bizim Kenan kafayı kırmış sana bir kere.
Gel size Hilton Otelinde bir oda tutayım.
Beş yüz lirada senin eline sayarım.
Kenan ile bu gece birlikte ol.
Bu herif de muradına ermiş olsun.
Ne olur be kızım?
—AAA, delinin zoruna bak.
Ulan, elin hanzosuna mı vereceğim 500 liraya?
Kenan kim be?
Al da kıçına sok o 500 lirayı.
Ben bir gecede yalnız konsomasyondan 2000 lira kazanırım.
Kalkıp gidiyor kahkahalar ataraktan.
Kenan’a döndüm.
Gördün mü Kenan?
Gazino karısına âşık olunur mu hiç lan?
Siktir kalk gidiyoruz.
Bu geceden sonra Kenan bir daha Linda’dan bahis açmadı.
Ta ki 1981 ortalarında bir gün 60 tonluk eksantrik pres almağa gittiği
güne kadar.
Karaköy den de birkaç müşterimizden çek alacaktı.
O gün, gece 11’e kadar, Kenan kamyon ile presi getirecek diye bekledik.
Ertesi gün, öğlene kadar da Kenan’dan haber çıkmayınca, Komiser İskender’e
telefon açtım.
—İskender Abi günaydın.
—Merhaba Attila Bey, nasılsın?
—Abi senden bir ricam var.
—Benim ortak dün sabahtan beri kayıp.
Yanında yüklüde para vardı.
Karaköy’e inmişti pres tezgâhı almak için.
Başına bir iş geldi diye korkuyorum.
Ne olursun, bir sordursana karakollara her hangi bir vukuat var mı diye.
—Tamam, Attila kardeşim.
Ben seni ararım.
İki saat sonra İskender Komiser aradı.
Kenan’ı Beyoğlu karakolu polisleri, bu sabah Beyoğlu’nda, sapa bir sokakta, ağır yaralı olarak bulmuşlar.
Şimdi Şişli Etfal Hastanesindeymiş.

Hemen hastaneye gittik İbrahim’le.
Kenan’ı yatırmışlar yatağa.
Ağız burun çarşamba pazarına dönmüş.
Gözler mosmor ve şişmiş.
Vücudunun her yerinde morarmış darp izleri var.
Bir kolu da çatlamış.
İki gün sonra kendine geldi biraz.
—Ne oldu sana Kenan?
Ağlamaya başladı.
—Soyuldum abi.
—Sen Perşembe pazarından presi yükleyip gelmeyecek miydin?
Beyoğlu’nda ne arıyordun be?
—Sabahtan müşterilere gittim.
Tahsilâtları öğlene kadar ancak yaptım.
Kazmacılar şirketine saat bir gibi gittim.
Pres’in depodan daha gelmediğini, saat 3 gibi beklediklerini söylediler.
Bende saat üçe kadar yakındaki bir kahvede bekledim.
Pres, saat dört buçukta geldi.
İki saatte kamyon gelecek diye bekledim.
Saat altı buçukta kamyon geldi.
Be sefer de hamallar, geç oldu bu saatte yükleme yapamayız dedi.
Kazmacılardan Ali Bey’de bana,
—Kenan Bey kusura bakma.
Seni bu kadar beklettik.
Sen bu akşam git.
Yarın sabah ben yükleyip gönderirim presi sana.
Kamyon, hamal parası da bana ait.
Kabahat benim.
Para da istemiyorum şimdi senden.
Malı alınca gönderirsin.
Bende tünelle Beyoğlu’na çıktım ki saat sekize geliyor.
Pasaj’da bir bira içeyim diye oturdum.
Arka masada üç kişi beni süzüp duruyordu.
Birama ilaç mı attılar ne.
Birden kötü oldum.
Bayıldım her halde.
Sabah baktım ki birileri beni kaldırmaya çalışıyor.
Polislermiş.
Alıp beni buraya getirdiler.
—Peki, dayak nasıl yedin hatırlamıyor musun?
O ıssız sokakta yerde ne arıyordun?
—Hiçbir şey hatırlamıyorum abi.
Herhalde direndim ki beni dövmüşler.
Sonrada o sokağa atmışlar.
Çantamdaki bütün parayı da almışlar.
—Peki, Kenan, çekler ne oldu?
Onları da mı almışlar?
—Çekler duruyor.
Onları almamışlar.
Bond çanta karyolanın ayakucuna dayalı.
Açtım baktım.
Altı tane çek var.
Hepsi de hamiline yazılı.
Yani nakit para gibi.
Parayı alan, normalde bunları da alır.
Bir bokluk var bu işte.
Kenan sekiz gün hastanede yattı.

Bu hadiseden bir ay kadar geçmişti ki Linda aradı.
—Alo buyurun?
—Kenan Bey ile görüşmek istiyordum.
—Kenan Bey imalatta, buyurun ben Attila.
—AAA Attila Bey tanımadın mı beni?
Ben Linda.
—Merhaba Linda ne var ne yok?
—Niye hiç gelmiyorsun Gazinoya?
—Kenan’ın da benim de işlerimiz yoğun.
Ondan gelemiyoruz.
—Olur, mu öyle?
Kenan bir ay evveline kadar sürekli geliyordu, ama tanıştığımızdan sonra sen hiç gelmedin.
—EEE, ne istiyorsun?
—Kenan’ı soracaktım.
Bir aydır uğramıyor Gazino’ya.
Birden kafamda şimşekler çaktı.
—Ne gelsin ki Kenan oraya?
Hem adamı eşek sudan gelene kadar dövdür, kolunu çatlatsınlar, çantasından bütün parasını alıp sokağa atsınlar, hem de neden gelmiyor diyorsun.
—AAA, sana öylemi anlattı?
Kendi bütün gazinoyu kapattı.
İçerdeki herkese viski ısmarladı.
Hem de şişelerce.
Ondan sonra da bana saldırdı.
Elbiselerimi yırttı.
Memelerimi ısırdı.
Hala diş izleri geçmedi.
—Unut Kenan’ı sen artık kızım.
Evli barklı adam Kenan.
Günaha giriyorsun.
Arama bir daha.
Adama, zaten vereceğin zararı verdin dedim, kapattım.
Kenan’a da Linda’nın aradığını söylemedim.

Bu telefondan sonra 1980 Kasımına kadar Linda ile ilgili bir vukuat olmadı.
Kasımın ilk haftası Mecit Bey’in yanındaki beyaz eşya satan dükkândan geldiler.
—Attila Bey,
On gün evvel Kenan bizden bir buzdolabı aldı.
Peşin ödeyeceğim dedi ama bu güne kadar parayı getirmedi.
—Ne kadar borcu Kenan’ın?
—500 Lira.
Bir çek yazıp verdim adama.
—Buzdolabını nereye teslim etmiştiniz?
—Cihangir de bir adres verdi bana.
İbrahim’e telefon açtım Mecidiyeköye.
—Selam İbo.
—Selam Attila
—İbo sana bir adres yazdıracağım.
Lütfen hemen atla git bu adrese.
Kim oturuyor bu evde bilmek istiyorum.
İki saat sonra İbo aradı.
—Linda diye bir konsomatrismiş Abi.

Kenan’ı ofise çağırdım.
Böyle gitmeyeceğini ve ona olan güvenimi kaybettiğimi anlattım.
—Bak Kenan.
Senin bana, benimde sana çok emeğimiz geçti.
Al atölyenin anahtarlarını.
Coco hariç, olduğu gibi sana bırakıyorum her şeyi.
Ben senden daha tahsilliyim.
Hiç olmaz ise bir işe girerim.
Ama bu günden sonra seninle ortak çalışamam.
Ben Mecidiyeköy ofise gidiyorum.
Orada iş yapmaya çalışacağım.
Hakkını helal et.
Sarılıp öpüştük, helalleştik.
Gitmeden son kez bir daha ikaz ettim.
Siktir et bu Linda denen orospuyu.
Doğru dürüst bir karı olsa idi, dövdürüp seni sokağa attırmazdı.
Yazık ediyorsun Meryem’e ve kızına.
Ailene sahip çık.
Yarın Allaha hesabını verirsin.
Haydi, bana eyvallah.
Coco’yu alıp, Mecidiyeköy’e doğru yola çıktım.

Neyse, geri dönelim biz Eylül 1980 ‘e.
Bilecik’ten aradılar.
—Attila Bey merhaba?
—Merhaba efendim.
—Ne oldu bizim bakiye sandıklar Attila Bey?
—Abi, gazetelerden okuyorsunuzdur İstanbul’un durumunu.
Anarşi, terör, zorlukla iş yapıyoruz.
—Anladım da kardeşim, biz de burada imalat yapıyoruz.
Çok geciktiniz, çok.
Vallahi, ya bir hafta içinde bakiye malzemeyi sevk edersiniz, ya da iptal edeceğiz siparişimizi.
—Tamam abi. Elimden gelen gayreti göstereceğim.
Ne olur iptal etmeyin siparişi.

İbrahim’i bile atölyeye çağırdım.
Müşteri filan bıraktık.
Bütün yoğunluğu imalata verdik.
Bir yandan kaynak yapılıyor, bir yandan taşlanıyor, bir yandan da boyanıyor sandıklar.
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.

Bu tartışmayı Facebook'ta paylaşabilirsiniz:
Facebook'ta paylaş
0