ForumGüncel Politika - İskender'in Düğümü  Yeni Konu 

AK Parti 12 Eylül’le hesaplaşabilir mi? - Ümit Cizre

14 Eylül 2010

hurkus

AK Parti 12 Eylül’le hesaplaşabilir mi?

Prof. Cizre: AK Parti nasıl oldu da 82 Anayasası’nı kabul edilemez bulan demokratik vicdanların tek umudu haline geldi?

ÜMİT CİZRE - İstanbul Şehir Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü

12 Eylül 1980 müdahalesinin 30. yıl dönümü, darbe düzeninin devamını güvence altına alan anayasayı kısmi, yetersiz, ancak olumlu bir biçimde yenileyen bir referanduma denk getirildi. Sırf bu ‘olumlu’ sıfatı nedeniyle bu değişikliğe ‘evet’ diyecek olanlardanım. Devletin bekasını bireyin, sivillerin, azınlıkların üstünde gören, otoriter, kontrolcü ve seçkinci 82 Anayasasıyla hesaplaşmanın AK Parti’nin öncelikli amacı olup olmadığı, tartışmaya açıktır. Daha doğru bir ifadeyle, partinin bu tür bir eğilime ve yatkınlığa sahip olduğunu beklemenin eşyanın doğasına aykırı olduğunu düşünenlerdenim. Anayasa değişikliğindeki sivil ve temsili demokrasiyi geliştiren unsurlara ‘evet’ demekle bu saptamayı yapmak arasında hiçbir çelişkinin olmadığını da not ederek, konuya önce tersinden bakalım: AK Parti niçin ve nasıl oldu da 82 Anayasasını kabul edilemez bulan demokratik vicdanların adeta tek umudu haline geldi?

AK Parti demokrasi havarisi mi?

12 Eylül rejiminin devlet merkezli güvenlik anlayışı evrensel hukuka, insan haklarına ve toplumsal ve siyasal çoğulculuğa öylesine aykırı ve duyarsız bir işkence-tutuklama-yargısız infaz-yasaklama-kapatma sarmalı oluşturmuştur ki Türkiye’nin en temel sorununun -büyük harflerle yazılan- bir ‘demokrasi’ sorunu olduğunu gözlerimize sokmuştur. 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarılmış; 30 bin kişi yurtdışına kaçarak mülteci olmuş; üniversite hocalarına (5 bini gerekçesiz görevden alınmıştır), aydınlara, öğretmenlere, solculara, sendikacılara, gazetecilere yönelik husumet, işkence ve insan hakları ihlalleri görülmedik ölçüde sistematize edilmiş; ülkenin tamamına yakını fişlenmiş; 39 ton gazete ve dergi imha edilmiştir. Bireyin ve yurttaşın yaşam alanlarını devletin güvenliğine feda eden bir anayasa bugüne dek -bazı değişimlere uğrasa da- 12 Eylül ‘fikrini’ sembolize eden bir yapıt olarak dimdik ayakta kalabilmiştir.

30 yıl sonra bir 12 Eylül

Benzer deneyimlerden geçen Latin Amerika ülkeleri, darbe rejimlerinin neden olduğu insan hakları ihlalleri ve kitlesel tahribatla yüzleşmek için “Gerçekleri Araştırma/Bulma Komisyonları” kurdu, işkenceci subayların yargılanması için verdiği mücadelede mesafe kat’edebildi. Oysa Türk toplumu, 12 Eylül’den 30 yıl sonra, 21. yüzyılda adeta “kesintisiz müdahaleler komplosu” çağını yaşadığını yeniden fark etmenin ezikliği içinde. 82 Anayasasının ruhunu oluşturan abartılı, bıktırıcı ve slogancı bir birlik-bütünlük, huzur ve güvenlik vurgusu; özgürlükler üzerindeki yasal sınırların kaldırılmasını ve askeri bürokrasinin demokratik sivil denetim altına alınmasını öncelikli bir mesele olarak iktidarların da vicdanına, gündemine, belleğine isteseler de istemeseler de, oralı olsalar da olmasalar da, şu ya da bu biçimde sokmuştur. Üstelik bu şaibeli demokrasi modeli, 12 Eylül zihniyetinin büyüsünü bozarak devletin yerine ‘küçük’ insanın yaşam kalitesini ve güvencelerini önceleyen globalleşme dalgasına çarpmak gibi bir talihsizliğe(!) de uğramıştır. Bu dalga, Avrupa Birliği’nin başat kriterleri olarak ülkede konuşulan ‘dil’e girmiş, hatta somut reformlara dönüşmüştür.

Artan çelişkiler, bir yanda çağa aykırı bir darbe siyaseti öte yanda bunun yakışıksızlığını ve haksızlığına ifade eden global çapraz baskılar, işbaşına gelen iktidarlara muhteşem bir “Türkiye’yi dönüştürme” fırsatı sunmasına rağmen, 1990’lı yıllarda, bu fırsatı ciddi ve sistematik bir biçimde kullanmayı başaran bir sağ ya da sol iktidarın zuhur ettiğini söyleyemeyiz. Dolayısıyla, AK Parti iktidarının toplumda ve siyasal yaşamda 82 Anayasasından kaynaklanan birikmiş tatminsizliği, olumsuzlukları ve bu durumu değiştirme gereğinin baskısı altında olduğunun altını çizelim.

12 Eylül mü 28 Şubat mı?

Ancak, AK Parti iktidarının gerçekte hesaplaştığı rejim, paradoksal bir biçimde rüştünü ispatlayarak iktidar olma şansına kavuşmasına yol açan 28 Şubat 1997 müdahalesidir. AK Pari oluşumu 28 Şubat sürecinde kendisini, selefi Refah Partisi’nden ve ana damar hareketi Milli Görüş’ten ayrıştırdı; askeri ve sivil bürokrasinin oluşturduğu iktidar bloğu gözünde meşruiyet kazanmak için (AB ile bağdaşabilme anlamında) demokratikleşme tercihinde bulundu. 28 Şubat, hareketin paryalaşmasını ve yalnızca çevrenin tutunum ideolojisi olmaktan kurtulmasını, taban ve sempati genişletmesini, muhafazakâr-İslam’a duyarlı ve ‘özgüvenli’ bir siyasal tavır olarak iktidar olma başarısını yakalamasını sağlamıştır da. Nitekim, 28 Şubat’tan sonra AK Parti, 21. yüzyıl Türkiye’sinde ayakta kalabilen tek toplumsal umut olmuştur?

2002 ile 2007 yılları arasında partinin hem sivil-asker ilişkilerindeki uzlaşmacı, yumuşak ve insiyatifsiz yaklaşımı, hem de Kürt milliyetçisi harekete, azınlıklara, AB ve ABD’ye takındığı yer yer olumsuz muğlak tavır, bize bu demokratikleşme fazının araçsal olduğunu anlatıyor. Ancak, AK Parti’nin ‘demokratik takiyye’ yaptığını düşünerek yalnızca bu yöne yoğunlaşanlar, askeri bürokrasinin ve özellikle yüksek yargı organlarının, hatırı sayılır bir toplumsal desteği de arkalarına alarak “Kürt bölücülüğü” ve “irtica” üzerinden AK Parti yönetimini demokratik teamülleri hiçe sayarak kuşattığı ve aslında kendi iktidarlarını genişletip meşrulaştırdıkları gerçeğini gözden kaçırmakta ısrarlılar. Sonuç olarak şu söylenebilir: Parti’ye karşı bu süreçte geliştirilen yabancılaştırma, engelleme ve husumet politikaları onu ‘can havliyle’ demokrasi mücadelesine itmiştir.

Bu noktada vurgulanması gereken husus şu: Bu iktidar kendi varoluşunu korumak amacıyla temelinde sola, özgürlüklere, Kürtlere ve insan haklarına tam cephe savaş açan 12 Eylül rejimi ile yüzleşmeye değil, ‘irtica’ şablonuna (neyi ifade ettiği açıkça belli olmasa da neyi içermediği karine ile çıkarılan) karşı radikal bir mücadele yürüten 28 Şubat rejimi ile hesaplaşmaya programlanmıştır.

Muhafazakar demokrat kimlik

Devletin restorasyonuna yaşamsal önem veren 12 Eylül düzenini değiştirme projesine AK Parti’nin doktriner bir taahhütle değil, dış ve iç koşulların zorlaması ile eğildiğini düşünmek için sağlam nedenler var. AK Parti’nin 28 Şubat’tan etkilenerek şekillendirdiği muhafazakar-demokrat kimliğinin, 12 Eylül’ün Türkiye’ye armağan ettiği yeni muhafazakarlık siyasetinin iki yapıtaşını oluşturan Türk-İslam sentezi ve ANAP damarları ile zaten hiçbir problemi yoktur. Bu iki koordinat partinin yeni kimliğinin en temel esin kaynaklarıdır. Batılılaşmaya açık olmakla övünen, milli ve İslami unsurları bitiştiren Türk-İslam sentezcileri 12 Eylül’ün Konsey yönetimine yardımcı olurken, 12 Eylül’ün ‘devlete itaat’ ideolojisini sağlamak ve birlik ve bütünlüğü korumak üzere yeni-muhafazakarlık ve İslam unsuru öne çıkmıştır. İslam’a duyarlı bir müfredat programını okullara uygulatarak, otoriter askeri rejim, toplumu denetleme ve koşullandırma aracı olarak ‘yerli’ ve bize ait saydığı din unsurunu da kucaklamıştır. Dolayısıyla, 12 Eylül rejimini en mükemmel biçimde betimleyen ideoloji, “milliyetçi, muhafazakar, İslam’ı toplumsal itaat projesine dahil eden ve piyasacı olma anlamında Batıcılığa ‘evet’ diyen” bir almaşıktır. Bu zihniyet, 21. yüzyıl Türkiye’sinin de egemen ideolojisi olarak hükmünü sürdürmektedir. Dine biçilen rol ve bizzat muhtevası Milli Güvenlik Konseyi, Cumhurbaşkanı Kenan Evren ve yüksek bürokrasi tarafından farklı algılanmış olsa da bu almaşık ideoloji, AK Parti iktidarının “muhafazakar-demokrat” kimliği ile iyice örtüşmektedir.

AK Parti, patenti 12 Eylül’e ait yeni muhafazakarlığın ürünü ve taşıyıcısı olan ANAP’ı kendine örnek alan bir siyasettir. “Dört eğilimi bünyesinde birleştiren” ANAP, devleti vatandaşa karşı koruyan baskıcı bir anayasa çerçevesi içinde de faaliyet gösterebilen, siyasal olarak liberal olmayı beceremeyen, hem 12 Eylül’ün ürünü, hem de yenilikçi yanları ile ona karşı çıkabilen ve uzunca bir süre tek ve alternatifsiz bir platformdu. Dönüştürücü imajına rağmen, kendi siyasal çıkarlarına dokunulmadığı sürece devletçi bloğun ve askeri kesimin siyasette oynadığı

-hatta 1980’lerde daha da vahim düzeydeki- belirleyici rolü azaltma yönünde bir tercihi olmamıştır. Aksi vukuunda ise, sorumlu bulduğu yüksek komuta heyetini cezalandıracak cesareti gösterebilmiştir.

28 Şubat’ın çıktısı olarak düşünebileceğimiz AK Parti de benzer bir biçimde resmi ideolojinin benimsediği kapitalist kalkınmayı, Batıcı modernleşmeyi, tüketim fetişizmini, dünya ekonomisi ile bütünleşmeyi de içeren bir muhafazakar demokratlığı güçlü bir biçimde temsil etmekte. Zayıf entelektüel damarı nedeniyle askeri bürokrasinin vasilik rolünü “sorunsallaştıran” önceden hazırladığı bir mutabakat, program veya angajmandan söz edilemez. Onun yerine, tıpkı ANAP gibi kendi politika ve icraatlarına dokunulmadığı sürece militer yapıyı ve yaydığı militarizmi kendisine destek unsuru olarak kullanmayı tercih etmektedir. İcraatlarının engellenmesi ve kimliğine, değerlerine ve onuruna radikal ve hoyratça saldırıların vukuunda da (darbe planları yapan ordu mensuplarının sivil mahkemelerde yargılanması ve YAŞ kararlarına sivil iradesini ve inisiyatifini yansıtabilmesi gibi) tıpkı ANAP gibi proaktif bir tavır takınabilmektedir. Aslında referanduma ezici bir “evet” oyunun çıkması, bu proaktif tavrın sistematik ve tutarlı bir siyasete dönüşmesini zorlayan bir koşulu yaratması açısından da önem taşımaktadır.

En önemlisi, İslam’a duyarlı bir kimlik siyaseti olarak AK Parti çizgisi; 12 Eylül’ün siyaseti, medyayı, eğitim dünyasını ve toplumu kontrol aracı olarak kullandığı YÖK ve RTÜK gibi otoriter kurumları kendi değerlerini paylaşan bürokratları devreye sokarak yeniden meşrulaştırmıştır. Laik bloğun da aynı esastan hareket ederek kendi kalesini oluşturan kurumları partizanca kullandığı gerçeğini hatırlatarak şu tespiti yapabiliriz: 1983’ten başlayarak iktidara gelen tüm sivil yönetimler, 82 Anayasası ile devlete atfedilen önceliği, baskıcılığı, vatandaşı hiçleyen ve bezdiren tek-tipçi bakış açısını sorunsallaştırmaya ve statükoyu eleştiren bir bakış açısı geliştirmeye itilmişlerdir. Oysa, ikinci ve çelişkili olarak, bu sorunlu bakış açısını, yapıları ve vatandaş-devlet ilişkisini yeniden üretmişlerdir.

Bu çelişkinin bir sorumlusu 12 Eylül düzeninin yarattığı yoğun, derin ve yaygın bir ideolojik sistemin ve toplumsal/siyasal denetimin iktidarlarca ancak ağır bir maliyet ödenerek dönüştürülmesi gerçeği ise, diğeri de Türk siyasetinin kolaycılığı, pragmatizmi, samimi bir özgürleştirme projesi geliştirme kapasitesinin olmayışıdır. Bu duruma bir de 80 sonrasının siyasetin içini boşaltan, ekonomi ve piyasayı siyasetin efendisi yapan düzenini eklersek, Türkiye’yi (ve 12 Eylül rejimini) dönüştürme meselesinin önündeki engelleri bir nebze anlamak mümkün olur.

Çevreyi temsil eden siyaset

Genel hatlarıyla AK Parti iktidarı, 1980 rejimine paralel bir amaçla pazar ekonomisini benimserken, ondan farklı olarak da muhafazakâr Anadolu sermayesini harekete geçirmeye öncelik vermektedir. Ancak, Türkiye’yi “modern” bir iktisadi bir güç olarak Batı ülkeleriyle eşitlemek hülyası dışında liberal demokratik esaslara uygun, toplumun ve bireyin rahat, baskısız, korkusuz, hukuk devleti güvencesinden emin ve özgür yaşamına geçiş yapan bir siyasal modele “kayıtsız şartsız” bağlılık duyan bir siyasal projesi olduğunu söyleyemeyiz. Bunun vebalini partinin olmayan bir “İslamcı” tasavvuruna atma yanlışına düşmeden şu noktaya varılabilir: 12 Eylül’ün “hatırlattığı” ve vatandaşın üstüne bir karabasan gibi inen sınırlayıcı ve ağır devlet otoritesi, AK Parti dahil tüm sağ ve sol siyasetlerin bize sürekli olarak yeniden ve yeniden “hatırlattığı” ve modernite ile bir yaşam biçimi olarak hiçbir sorunu olmayan bir unsurdur. Çevreyi temsil ettikleri varsayılan siyasetler, temsil ettikleri ‘toplum’a ve demokrasiyi normalleştirme yöntemlerine kafa yormaktan ve sorunların çözümünde mevcut yetkilerini ve yaratıcılıklarını kullanmaktan çok, devleti korkutucu bir soyutlama ve zorlayıcı bir aktör olarak iktidarların arkasına alma dersine çalışmaktalar.

1971 müdahalesi sonrasında, TSK’nın gadrine uğrayan merkez-sağ siyasetin lideri Süleyman Demirel, devleti sol güçlere karşı tahkim eden Anayasa değişikliklerine “devletin demokratik otoritesinin güçlendirilmesi” gerekçesini kullanarak yardımcı olmuştu. Devlet otoritesini tahkim etmeyi kendi iktidarına, gerek soldan gerekse silahlı kuvvetlerden gelebilecek müdahaleleri engelleyecek bir teminat olarak görmüştü. 1980’e gelindiğinde ise TSK’nin görevini kötüye kullandığını, anarşi ve şiddetin devletin ve bir kurum olarak ordunun varlığını, prestijini, inanırlığını tehdit eder bir noktaya ulaşmasını bekleyerek sivil iktidarı devirme planını uyguladığından yakınıyordu.

Siyasal ve toplumsal yapıda 12 Eylül rejiminin olumsuz izlerinin tamamen silinmesi; Türk siyasetinin genlerine işlemiş, yüreklere, beyinlere ve reflekslere sinmiş “devlet fetişizminin” bedel ödemeye hazır bir cesaret, irade ve kararlılıkla, tıpkı “28 Şubat Süreci” gibi bir sürece dönüştürülerek sökülüp atılmasıyla mümkündür.

umitcizre@sehir.edu.tr





Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.

Bu tartışmayı Facebook'ta paylaşabilirsiniz:
Facebook'ta paylaş
0