ForumGüncel Politika - İskender'in Düğümü  Yeni Konu 

Bir yatak hikayesi - Yalçın Yusufoğlu

15 Mayıs 2010

hurkus


Bir yatak hikâyesi - Yalçın Yusufoğlu

Ne kadar yenilirse yenilsin başkanlık koltuğunu bırakmaya hiç niyeti olmayan Deniz Baykal’ın beklenmedik istifası siyaset dışı kişisel bir olayın siyasileşmesi sonucu oldu.

Evli iki insanın evlilik dışı özel ilişkisinin sadece onların ailelerini ilgilendirmesi gerekirken, onlardan biri ya da her ikisi toplumun tanıdığı isimlerse olay onların yakınlarına ait olmaktan çıkar toplumu ilgilendiren bir hal alır. Hele hele söz konusu olan siyasi bir şahsiyetse Deniz Baykal’ın başına gelenler gelir. Bu durum toplumun “ahlâkçılık” denilen tutuculuğundan ileri geliyor. Ortada bir riyakârlık var: Milyonlarca evli erkeğin ve daha az sayıda da olsa kadının evlilik dışı ilişkileri olduğu halde, o erkeklerin ve kadınların çoğu tutup Baykal’ı kınarlar. Hatta pek çok medya yorumcusu bu duruma kılıf geçirirler. Politikacı, sanatçı, yazar ya da başka bir medyatik kişinin böyle bir ilişkisini ayıplarlar, “toplumun önüne çıkmış kimselerin topluma örnek olmaları gerekir” derler.

Bizde siyasetteki en çirkin örnek 27 Mayıs’çıların Adnan Menderes aleyhine açtıkları siyasi davaların arasına “Bebek Davası” adıyla özel bir dava sıkıştırmaları ve eski başbakanın evlilik dışı bir ilişkisini topluma duyurmak gibi utanç verici bir amaç gütmeleri olmuştu. Bu amaç Menderes’i değil ama tanınmış Soprano Ayhan Aydan'ı yaraladı. Doğan bebeğini Zeynep Kâmil'de Dr. Fahri Atabey öldürdü iddiasıyla dosya tanzim ettiler. Menderes de Atabey de beraat etti. Fanatik CHP’liler hariç hiç kimse yapılanı tasvip etmedi. Fakat tüm o erkek çirkinliklerine karşı Ayhan Aydan başını dik tuttu, Menderes’i 1951'den beri tanudığını ve sevdiği adamdan çocuk sahibi olmöak istediğini söyledi, böylece davayı açanları alt etti, takdir topladı. Özel hayata yapılan bu Kemalist saldırının diğer mağduresi de Berrin Menderes’ti. Berrin Hanım'a yapılan çirkinliklerden biri onun da tanık olarak Yassıada Mahkemesine çağrılması, ifade verdikten sonra salondan çıkmasına izin verilmemesi, Ayhan Aydan'ı dinlemeye mecbur edilmesiydi. Cunta, Menderes ayıplansın diye onun yazar Suzan Sözen'le ilişkisini de basında sergiletgmeye kalktı, Lüks Nermin lakaplı randevucunun kadın temin ettiğini bile yazdırttı. Bu yapılanlar yakın siyasi tarihimizin yüz karası olarak kaldı.

ABD, FRANSA, İTALYA, BRİTANYA

Gelişkin toplumlarda kişilerin özel yaşamlarına dair bu tür olaylar bizdeki reaksiyonları getirmiyor. Mesela Batı toplumlarının tutucularından ABD’de Başkan Clinton’ın bürosunda çalışan stajyer Monica Levinsky'yle kızla ilişkisi ortaya çıktığı zaman duyulan tepki Başkan olayı inkâr ettiği içindi, toplum Başkanlarının yalan söylemesini protesto etmişti. Bill Clinton yalan söylediğini ikrar edip özür dileyince mesele kapanmıştı.

Clinton’ın seleflerinden John F. Kennedy “günde en az bir kez seks yapmazsam kendimi fena hissederim, başıma ağrılar girer” derdi. ABD’deki İrlanda Mafyası kendisine düzenli olarak kadın bulur, korumaları ve FBI ajanları Başkanlarını gazeteciler ordusundan kaçırırlar, terk edilmiş bir askeri üste veya bir arkadaşının gözlerden uzak malikânesinde o kadınla halvet olmasını sağlarlar, bir saat sonra geri getirilerdi.

Başkan’ın Marilyn Monroe’yla ilişkisini bütün toplum bilirdi. JFK’in doğum gününde yıldızın Başkana hayran hayran bakarak söylediği şarkı ve "Happy Birthday Mr. President" diyen melodik sözleri hâlâ bir klip gibi gösterilir.

Muhafazakâr ve dindar ABD’de Başkan yatak yüzünden düşmez, ama Richard Nixon örneğinde olduğu gibi, rakip partinin genel merkezini dinlettiği için düşürülür. Bizde ise 7 Mayıs 1966 gecesi Demirel'in İçişleri Bakanı Faruk Sükan polislerine Meclis’i bastırtır, iki AP'li idare amiri baskına yol gösterir, CHP'nin, TİP'in ve AP hariç diğer partilerin odaları, çekmeceleri didik didik arandı odasİsmet İnönü ertesi gün kürsüye çıkıp “İlk vazifemiz Meclis'e tecavüz edenleri sezalandırmaktır. Vakit geçirilemez.Eşkıyanın bu gece ne yapacağı belli olmaz” der. AP’nin başı Başbakan Demirel pişkin ve fütursuzdur, her zamanki gibi olayı zamana bırakıp soğutur, savuşturur, haydutluk AP’nin yanına kâr kalır.

Avrupa’da Sarkozi ya da Berlusconi çiftlerinin evlilik dışı bağlarına toplumun aldırdığı yok. Bu nedenle orada gizli kasetler ya da fotoğraflar piyasaya sürülmüyor. Veya Fransa’da 14 yıl. C. Başkanlığı yapan Mitterand’ın 20 yaşlarında evlilik dışı bir kızını medya ekrana ve basına taşıdığında hiç kimse ilgilenmedi. O kadar ki, François Mitterand öldüğünde babasının cenaze törenine hem o genç kız geldi, hem annesi, hem de kanuni eşi Bayan Mitterand’la oğlu protokolde ölenin ailesi olarak yan yana durdular.

Dahası da, Mitterand bir dönem için Edith Cresson’u başbakan yaptığında ikilinin eski ilişkisini bilen toplum gülümsedi geçti. Halk iki kez seçtiği Mitterand’a “kadın düşkünü” anlamında bir söz olan “coureur de jupon” (etek peşinde koşan) derdi. [Bu tür konularda en hoşgörülü toplumlardan olan Fransızlar benzeri bir olay karşısında “l’histoire de cul” deyip geçerler (biraz daha az müstehcen çevirerek: “yatak hikâyesi” diyelim.)]

Cumhurbaşkanı de Gaule’ün son başbakanı Georges Pompidou yaşlı bir edebiyat profesörüydü. Kendi yaşlarında olan eşi Madam Pompidou’nun maceraları ve jigoloları halkın dilinde tebessüm konusu olmuştu. De Gaule 1969’daki referandumda “istediğim anayasa değişiklikleri kabul etmezseniz istifa ederim” dedi, toplum General’in şantajını görmeyince, çekildi. Yapılan seçimde aynı partiden olan Pompidou C. Başkanı seçildi ve 1974’te ölene kadar o makamda kaldı. Fransa halkı çiftin özel hayatıyla ilgilenmedi.

Bu konuda hatırladığım ve skandal olarak nitelenen olay, 1963’te Britanya Savunma Bakanı John Profumo’nun Christine Keller ile yatak ilişkisinin basına yansımasıydı. Bakan istifa etmişti, o zamanki tepkinin nedeni Keller’in bir call-girl olmasıydı.

Daha da önemlisi, bakan bir NATO Savunma Bakanı olduğu için 2. Dünya Harbinin Mata Hari’si hatırlatmasıyla -casusluk spekülasyonuyla- hadise büyütülmüştü.

Diğer medyatik figürlere gelince, Britney Spears’in, Madonna’nın cinsel görüntüleri İnternette çokça yayınlandığı halde ne albümlerinin satışları azaldı, ne de konserlerine gelen hayranlarının sayısı. Bu konuda sadece pedofili ilişkileri, çocuk tacizleri çok haklı olarak bağışlanmayan bir suç, hem cezai olarak, hem de toplumsal olarak.

ŞARLATAN VAİZLER SAVAŞINDA YATAK

Son örneği bir istisna olarak vereyim. Olay 1990’li yıllarda ABD’deki bir sahtekârın kariyerinin sona ermesiydi. Pazar sabahları şifreli televizyonda dinsel ayin yapıp, salonu dolduran birkaç bin insana gösteri nutukları atan, salondaki ve ekran başındaki izleyicileri vecde getiren, trans halinde bol bol ağlatan bir vaizin paralı izleyicilerinin sayısı 10 milyonu geçiyordu.

O on milyon insan haftada 1 dolar ödeseler adamın vurduğu vurgunu varın siz hesap edin. İşte bu büyük dindarın küçük bir kasaba dışında ücra bir otelde call-girl denilen kızlarla düzenli olarak buluştuğu görüntülerle saptanıp medyaya verildi. Bir-iki Pazar program yapmayan vaiz ekrana çıktığı ilk gün ağladı, bağırdı çağırdı, “Oh. Lord!” diye Tanrı’sına yakardı, kendi kendisini lanetledi, “Aaaah Yüce Tanrım beni affet, günah işledim, şeytan beynime girmiş, bedenimi tutsak etmiş, beni sana karşı suça sürükledi” gibi laflar etti. Baktım, salondaki herkes, başta kadınlar, kendilerinden geçmiş, ağlıyorlardı.

Gündelik yaşamın yavanlığında, içlerinde boşluklar taşıyan ve o boşlukları bir takım klişe inanç sistemleriyle, başta İsa imgesiyle ve Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlemesiyle doldurmaya çalışan, hayatın sıradanlıklarını popüler medyanın sığlıklarıyla gideremeyecek olan, kültürel zenginliklere de ulaşamayan, zira prototipleştirilmiş olan milyonlar Tanrı’ya sığınarak düzenbaz vaizin sahne atraksiyonlarında ruhsal doyum arıyorlardı.

Adam silindi gitti, ama cukkaladığı kim bilir kaç yüz milyon dolar yanına kaldı, devlet de ondan kestiği yüksek vergilerden payına düşeni aldı. Yapımcı TV firması da öyle. Vaizi her Pazar sabahı izleyip kendinden geçen milyonlarca insan da onun nutuklarından mânen huzura erip, Tanrı’nın iyi kulları olmanın doyumunu yaşadıkları için ödedikleri paraların karşılığını aldılar.

Bu madrabazın cinsel ilişkilerini kim ortaya çıkarmıştı dersiniz? Kendisi gibi ekranda vaazlar veren bir başka sahtekâr onun açığını yakalamak için arkasına bir dedektiflik bürosunu salmıştı. Yani bu kez şıracı bozacının şahidi değil, rakibi olmuştu.

İSTİFA KURUMUNUN CİDDİYETSİZLİĞİ

Bizde pek çok şey gibi istifa kurumu da sulandırılmıştır. Mesela Aziz Yıldırım FB Başkanlığından geçmiş yıllarda iki kez istifa ettiği halde başkanlığı bırakmamıştır. İstifa kurumunu ciddiye almamak gerektiği özellikle siyasette görülüyor. Bakın, Britanya İşçi Partisi başkanı Gordon Brown seçimlerden 1. çıkamayınca, rakip parti Muhafazakârlar da tek başına kazanmadığı halde siyasetten çekildi. Bir dahaki seçimlerde başbakan olabilirim diye koltuğuna yapışmadı. Alman Sosyal Demokrat lider Schröder de 2005’te benzer durumda öyle yapmıştı. Bizde seçim yenilgisi üzerine istifa eden pek çıkmaz, çıksa bile istifası yapmacıktır.

Kasım 1987 genel seçimlerine ilk kez Bülent Ecevit’in başkanlığında giren DSP barajın altında kalınca Gen. Bşk. istifa etmişti, ama hemen geri döndü. Daha sonra 1999’da fiyasko başbakan bile oldu, 2002’de % 2 oy alıp feci şekilde siyasetten silininceye kadar politikada kaldı.

Aynı Kasım 2002 genel seçimlerinde MHP Meclis’e giremeyince Gen. Bşk. Devlet Bahçeli istifa etti, ama birkaç ay sonraki Kongrede geri dönü. Aynısını Deniz Baykal da yapmıştı. Partisi Nisan 1999 genel seçimlerinde CHP barajın altında kalınca Baykal istifa etmiş, ama partiden elini asla çekmemiş, hizbini, adamlarını el altında tutmuş, yönlendirmiş ve 1 yıl kadar sonra Olağanüstü Kongre toplayarak geri gelmişti.

GİTMEK ZOR, DÖNMEK KOLAY

Şimdiki istifasının da inandırıcılığı yok. Kimse onun gerçekten de istifa ettiğine inanmaz. İki hafta sonraki Kurultay’da gözü yaşlı il başkanlarının ve delegelerin ısrarıyla tekrar genel başkan olabilir. Zaten şimdiden niyazcılar evinin bulunduğu sitenin kapısında kamp kurmuşlardır.

Veya geçen defa yaptığı gibi bir dahaki erken bir Kurultayı bekleyebilir. Dikkat ettiyseniz CHP il kongrelerinin pek çoğunda kavga çıkıyor. Fakat bu kavgalar tamamen yerel ve kişisel çekişmeler. Yani parti içi bir muhalefetin göstergesi değil. Muhtemelen Deniz Baykal’ın adamlarına ve onların çıkarcılıklarına karşı gösterilen mahalli parti içi tepkilerden ibaret.

Mevcut Kurultay delegeleri Baykal’ın merkez ekibinin adamlarıdır. Bu kurultayın mutlak hâkimi Baykal’dır. Eğer yeni bir başkan seçilecekse göstermelik kalacak, emanetçilik yapacak, hakiki başkan Deniz Bey olacaktır. Partiyi gene o yönetecektir. Baykal parti yöneticilerine “vereceğiniz her göreve hazırım” demiş. Bu tür laflar etmek usuldendir. CHP’de Baykal’a görev verecek herhangi bir organ ya da kişi var mıdır? Görev verilecekse görevi Deniz Baykal verir.

Esasen gazeteci Fikret Bila’yla konuşmasında geri dönüş kapılarını tamamen kapatmış değil. Basında çıktığın a göre, Posta Gazetesine göre “halk isterse dönerim” demiş. NTV’den Can Dündar’a verdiği telefon mülakatında ise gösterilen ilgiden, duyarlılıktan çok duygulandığını ve partisine “ne haliniz varsa görün” diyemeyeceğini söyledi (Canlı Gazte, 11. O5. 2010.)

Halk dediği, sitenin kapısında açlık grevine yatmış olanlar mı? Yoksa hemen tamtamını kendi adamlarının belirlediği Kurultay delegeleri mi? O tür “halk” laflarını biliriz, halk onu aldığı oy kadar bile istemez, pek çok CHP seçmeni onu sevdiği için değil, Erdoğan’ı sevmediği için seçer. Düne kadar “şeriat geliyor” diyenler kaç zamandır “sivil faşizm” gibi bir laf icat ederek (zira orduya yaslanmayan faşizm yoktur) CHP ya da MHP’ye oy istemektedirler.

Bugünlerde yapılmakta olan kamuoyu yoklamaları birkaç güne kadar açıklandığında kendisinin ne kadar istendiğini göreceğiz. Ama daha gitmeden dönmesi konuşulur oldu.

Gelgelelim her şey Baykal’ın inisiyatifinde değil: Ayağını kaydıran güçlerin oynayacakları başka kartlar da var, örneğin Varan 2, Varan 3 tehdidi

nedir? Belki blöftür, öyle olsa bile blöf burada şantaj halindedir.

HIRSIZLIK, YOLSUZLUK VE NAMUS KAVRAMI

Deniz Baykal istifa etmekle özel yaşamına ilişkin suçlamaları kesmiştir. Aksi halde itham ve dedikodular devam edecek, Varan 1’den sonra Varan 2, Varan 3 vesaire gelecekti. Bu bakımdan istifasının olayın sıcaklığını geçiştirmek, şu günlerdeki ateşi küllendirmek amacını taşımıştır. Bu bir siyasi karar olmakla birlikte, aynı zamanda ailesini korumak amacını da taşımaktadır.

İsterdik ki, bu nedenle istifa etmeseydi. Fakat olaya karşı durmak, “bana komplo yaptılar” demek değildir. Toplumun tutuculuğuna karşı koymaktır. Söz konusu olan yolsuzluk, hırsızlık değil, özel yaşama ilişkin.

Toplum ister beşeri zaaf desin, ister insanlık hali desin, ister ayıplasın o muhafazakârlığı reddetmek gerekir. Böyle durumlarda “Bu konu beni ve ailelerimizi ilgilendirir, siz kendinize bakın” diyebilen siyasetçiler çıktığı ve çoğaldığı takdirde, bir süre sonra insanlar böyle ulu orta suçlanmaz olacaklardır, toplum da onları suçlamamaya alışacaktır. Yazının girişinde verdiğim örnekler bunu göstermektedir.

Deniz Baykal gibi, tutucu bir kişi böyle bir direnişi gösteremezdi, ama birilerinin göstermesi gerekir. Günün birinde o noktaya geldiğimiz takdirde artık gizli kasetlerin önemi kalmayacak, “Berlusconi eşini aldattı, Sarko’nun eşi bir erkekle tatil yaptı” gibi haberler bizde de siyasal yaşamı ilgilendirmeyecektir.

Tekrar etmeliyim: Öylesine bir ülkede yaşıyoruz ki, yolsuzluğu, irtikâbı ortaya çıkan, oğlu yeğeni, bir başka yakını haksız menfaat sağlamış olan, hatta hakkında soruşturma başlatılan politikacı ya da yüksek bürokrat istifa etmez -Adana Bel. Bşk. gibi ancak işten el çektirilmediği takdirde— görevine devam eder, toplumca ayıplanmaz, hatta “gemisini yürüten kaptan” diye takdir olunur, ama özel hayatında dair böyle bir olayda çıkarsa linç edilir, istifa eder. Hırsızlık, rüşvetçilik o kadar ayıp değildir de yatak hikâyeleri ayıptır. Zaman zaman söylendiği gibi, bu ülkede namus kavramı belden aşağıdadır. Akçeli işlerde değil. [1984’te Şener Şen’in oynadığı, Ertem Eğilmez’in yönettiği “Namuslu” filmi özellikle Özal döneminin başlattığı işi bitiriciliğin, köşeyi dönücülüğün revaç kazanmasının ne iyi taşlamasıdır.].

NEYİN, KİMİN KOMPLOSU?

Medyada, siyasette ağzını açan bu olayı görüntüleyip servis edenlere tertipleyenlere sövüyor. Tamam, sövün de, böyle bir görüntü niçin amacına ulaşıyor, siz ona yanıt verin. Olay niçin komploymuş? Baykal’ı uyutup tuzağa mı düşürmüşler? Sahte görüntüler mi düzmüşler? Olmayan bir ilişkiyi mi uydurmuşlar? Görüntülerin tele-kamera (uzaktan kamera) ile görüntülenmesi özel yaşamı ihlaldir, hem ayıptır, hem suçtur, ama komplo değildir.

Yapılan şey ne kadar çirkin olursa olsun komplo değildir, özel hayata tecavüzdür. Mesela, Gamze Özçelik’e içki içirip veya uyuşturucu verip, sonra da porno çeker gibi onu görüntülemek kadar çirkin değildir. [Bir ara bu tür gizli çekimler o kadar yaygınlaşmıştı ki, “İnternete düşmek” diye bir tabir bile çıkmıştı.] Gülben Ergen’e, Ali Kırca’ya ait görüntüler onların kariyerlerine engel olmadı, ama Baykal’a darbe vurdu, neden? Demek ki, medyada tanınan figürlerin o tür görüntülerini toplum tolere edebiliyor, ama siyasetçininkini edemiyor. Bazı tanınmış sendikacılar hakkında da benzer iddialar ve bulgular basına yansıdığında mevkileri sarsılmamıştı.

Siyasetçi dedikse yanlış anlaşılmasın. Bu tür olayların siyasetçiye zarar vermesi için o kişinin ciddiye alınan birisi olması gerekir. Örneğin faşist cuntanın Danışma Meclisi’nden beri profesyonel politikacılık yapan Kamer Genç isimli zat, bir evde bir kadınla buluştuğu ortaya çıkınca, o eve çiçekleri sulamaya gittiğini söylemiş, “çiçek sulamak” toplumda alay deyimi haline gelmiş, parodilere girmiş, ama hazretin ciddiye alınmayan politik kariyerine zarar vermemişti.

TOPLUM MÜHENDİSLERİ İŞ BAŞINDA

Baykal kasetini (ya da kasetlerini) kimlerin, hangi çevrelerin çekip İnternete verdiğine gelince: CHP’lilere göre olay AKP yöneticilerinin marifetidir. Oysa haber patlak verir vermez başta Doğan Medya Grubu ile Ciner Grubuna ait basındaki CHP yandaşlarının çoğu önünü arkasını düşünmeden “Baykal istifa etsin” diye tutturdular. (Örneğin Haber Türk Gazetesi istifayı “Gereğini Yaptı” manşetiyle vererek istifayı tasvip ettiğini duyurdu.) Demek ki, CHP Gen. Başkanının üzerine çullanmak için fırsat kollayanlar varmış. Yani Deniz Beyin gitmesini AKP yöneticileri değil, her daim kendisini destekleyenler arasındaki karşıtları istemişler. CHP’nin AKP’yi yenmesini ve Tayyip Erdoğan’ı devirmesini dileyenler bu işin Baykalsız başarılabileceğini düşünmüşler.

Muhtemeldir ki, darbe yoluyla AKP’den kurtulmaktan umutlarının kesen, Baykal’ın ise Erdoğan’ı yenemeyeceğini düşünen çevreler bu işi kotarmışlar. Nitekim Deniz Baykal istifa konuşmasında hadiseden Erdoğan’ı ve AKP’yi suçlu tutarken, istifasının

“CHP’yi yeniden dizayn etmek isteyenlere de fırsat vereceğini” söylemekten alıkoyamayıp, kendi kampındaki muarızlarına tarizde bulunmuştur.

Hem olaya komplo diyeceksiniz, hem de Genel Başkanın istifasını isteyerek “komplonun amacına ulaşmasına” hizmet edeceksiniz. Buna halk dilinde “istemem yan cebime koy” diyorlar.

Olayı kim mi yaptı? İlişkiyi kim mi faş etti? Yanıt bir giz olmasa gerek: Toplum mühendisliği için suikast ve kargaşa dahil her şeyi göze alanlar. Deniz Baykal nicedir kader birliği ettiği, yasal siyaset alanında sözcülüklerini yaptığı çevrelerin bir gün silahlarını kendisine de çevirebileceklerini düşünmüş olmalıydı. O saldırının nereden geldiğini pek iyi biliyor, ama hâlâ ucuz politika yapıp siyasi rakibini suçluyor. Şu anda asıl siyasi rakiplerinin partisini ve toplumu dizayn etmek isteyenler olduğunu bile bile böyle yapıyor. Ayıp. Hem ayıp, hem nahak.

MAĞDUREYİ DÜŞÜNEN YOK

Hadisenin Baykal etrafında dönmesi olağandır, ama haksızlıktır. Çünkü mağdur olan diğer kişi Nesrin Baytok’tan hiç söz edilmemektedir. Komplo kelimesine bu nedenle de itiraz etmek gerekir. Çünkü komplo denilince olay Baykal eksenli tanıtılmaktadır. (Komplo meğer sadece kendisine karşı değil, CHP’ye, hatta Cumhuriyete karşıymış.)

Konu bir erkek toplumu hadisesidir. Çünkü sözü edilen kadın Deniz Baykal’ın kendi partisi dışında tanıdığı herhangi birisi değildir. Kudretli kişi, yanında Özel Kalem Müdiresi olarak çalışan kişiyle özel bir ilişkiye giriyorsa, bu sayısız patronun, müdürün, erkek avukatın, doktorun, sendikacının yaptığı sıradan bir maçoluktur. Toplumda yüz binlerce böyle ilişki vardır. Bunlar “cinsel taciz” dediğimiz olayın bir başka türüdür. Bir kadın olarak Nesrin Baytok olayın mağduresidir.

Gelgelelim, karşımızdaki vaka bundan ibaret değil: Baykal Nesrin Baytok’u milletvekili yapmış. Rakibi Erdoğan’ı tek adamlıkla suçlayan şahsın kendisi acaba neymiş? Özel ilişki içinde bulunduğu bir kadını Ankara 2. Bölgede seçilecek sıraya koymuş. Baytok da bunu reddetmemiş, “ben sana mevki, makam, ömür boyu yüksek emeklilik maaşı için bağlanmadım” diyememiş. Kişisel olarak o Meclis’teki, o partideki birçok mebustan daha yetenekli olabilir, ama onu milletvekili yapan başka bir etken.

Hadiseyi her iki insan açısından da sevimsizleştiren, “insanlık hali” dememizi güçleştiren, zira her ikisi açısından da savunulması zor olan asıl nokta bu. Toplumu sözü edilen yatak hadisesi ilgilendirmemeliydi, ama Baytok’un milletvekili atanması ilgilendirir, çünkü siyaset kurumunu çirkinleştirir. Bu ne biçim padişahlık zihniyetidir? Birisi partisine verilen 13 kişilik kontenjandan birinde ölmüş eşinin Koruma Müdürü’nü milletvekili yapar, diğeri gönül ilişkisi içinde olduğu kadını.

SİYASİ İHTİRASI HER ŞEYE BASKIN DEĞİLMİŞ

Deniz Baykal’ı robot gibi ölçülü, biçili, hesaplı kitaplı birisi olarak tanıdım, hayatının asla dinmeyen ihtirası Başbakan olmaktı. 1960 başlarında Mülkiye’de Anayasa asistanıyken sosyalist gençler onu TİP’e bekliyorlardı, o doktorasını verdi, “bekleyin askerden dönüp geleyim” dedi, ama askerden döndükten sonra CHP’ye girdi TiP’li öğrencilerini hüsrana uğrattı.

CHP’de Haluk Ulman’ın adıyla anılan “Mülkiye Cuntası”nın hızlı bir ferdi oldu. Özellikle 12 Mart döneminde Ecevit İsmet İnönü’ye karşı mücadele ederken partide onun en yakınıydı. CHP-MSP koalisyonu dönemimde Maliye Bakanı oldu, ama artık Ecevit’in çevresinde uzaklaşmıştı (uzaklaştırılmıştı.) Ecevit sonraki kabinesinde Enerji Bakanlığı gibi o yılların ateşten gömleğini Baykal’a giydirdi. 12 Eylül de kısa bir düre Dil Okulunda tutuklu kaldı. 1983’te siyasi partiler kurulurken yasaklı siyasetçi olarak kulislerde olduğu gerekçesiyle Demirel’le birlikte Zincirbozan’a nefyedildi.

1987’de yasaklar referandumla kalkınca SHP’ye girdi. Genel Sekreter oldu, ama hizipçilik yaptığı için istenmedi. Erdal İnönü’ye karşı üç kurultayda aday oldu, yenildi. Kapatılan siyasi partiler tekrar açılınca, gitti CHP’yi kurdu. Asla itibar görmedi. Erdal İnönü siyasetten çekilince, SHP ve CHP birleştiler, geçiş döneminde Hikmet Çetin, sonra da Murat Karayalçın Gen. Bşk. oldular. Deniz Baykal o koltuğa 1998’de oturdu. Başbakan Yrd. ve Dışişleri Bakanı oldu. Nisan 1999’da Partisi Meclis dışında kalınca çekildi, ama ertesi yıl geri geldi. Gen. Bşk. Altan Öymen’in yaptığı pozitif çalışmaları ve uzun erimli iyileştirmeleri sildi süpürdü, Tüzükte diktatoryal değişiklikler yaptı. Ve on senedir partinin mutlak hâkimi oldu.

İşte böylesine hırslı bir politikacının böyle bir nedenle siyasi darbe yiyebileceği düşünülemezdi. Başbakanlık için kırk yıldır bu kadar çok yanıp tutuşmak da insan yapısına uygun bir özelliktir. Fakat mekanikliğiyle, kuruluğuyla ve kaskatı katılığıyla tanıdığımız bu politikacının demek ki robot olamayan bir tarafı varmış ki, gene insana özgü başka hislerine, eğilimlerine kapılmış, kalbine ve bedenine karşı koyamamış.

Ne var ki, bu ülkeyi tanıyacaktı, toplumun belden aşağıya merakını bilecekti, başbakanlığa talip bir liderin münafık muarızlarının olacağını ve bu tür şeylerin gizli kalmayacağını bilecek, halkın dediği gibi karizmayı çizdirmeyecekti veya toplumun bu tür konulardaki önyargılarına karşı koyacaktı.

TARİHTEN BAŞKA BİR YAPRAK

Konumuzla doğrudan ilişkili olmasa siyaset hayatında vuku bulmuş, ama unutturulmuş bir olayı hatırlamamızda fayda var. Süleyman Demirel 1965’te Başbakan seçilmişti. 1969’da eşi Nazmiye Hanım’la ilgili bir dedikodu çıktı. Kızılay’da kunduracı dükkânı olan Osman Nuri Tepe ile ilişkisi olduğu öne sürüldü. Çok geçmeden bu şahsı Kızılay’da bir araç ezdi. AP’liler “oh oldu, müstahaktı, kazayı Demirel’i çok seven bir hayranı yapmışsa, iyi yapmış” dediler. CHP’liler ölüm olayını hepten şüpheli buldular. Demirel Ekim 1969 seçimlerini yüzde 50’yi de aşan bir oyla kazandı.

Derken, 14 Kasım 1969 tarihli Günaydın Gazetesi ölenin kardeşi Ali Tepe’nin sözlerini yayınladı: “Ağabeyim Nazmiye Demirel’e yakındı, sipariş ettiği ayakkabıları evine bizzat götürürdü, bu nedenle öldürüldü” diyordu. Fakat olayın üzerine giden olmadı. Basın da sustu, hadise kapandı. Toplumun acımasızlığına bakınız ki, hakkında başbakanın eşiyle dedikodu çıkan şahıs beklenmedik bir şekilde hayatını kaybediyor, ama toplumda çıt çıkmıyor. Kimseyi olur olmaz suçlamak istemiyorum, ama konunun sorularla dolu olduğunu bilmek gerekir. Dedikodu kendiliğinden çıkmıştı, siyasi amaçla çıkartılmış değildi ve hiçbir şekilde politikada kullanılmadı.

Söylentilerin aslı astarı var mıydı, yok muydu, bu noktanın önemi yok, iddia tabii ki çok çirkindi, ama dedikoduyu çıkaran ölenin kendisi değildi, öyle olsaydı bile bedelinin hayatıyla ödetilmesi taammüden işlenmiş cinayetti.

Şayet ölüm olayı gerçekten de kaza idiyse bu toplumun önüne konulmalıydı. Kazayı yapan şahıs yakalandı mı, yakalandıysa ne ceza aldı, bilmiyorum, basın yazmadı, konunun üzerine eğilmedi. Ölümün kazaen vuku bulmadığı, kazanın yapıldığı, yaptırıldığı yaygın bir kanaat olmasına rağmen, içyüzü öğrenilemeden, vaka öylece örtüldü gitti, unutuldu bitti.

Sesonline.net

13.05.2010
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.

Bu tartışmayı Facebook'ta paylaşabilirsiniz:
Facebook'ta paylaş
0