ForumBizi Biz Yapan Öykülerimiz  Yeni Konu 

Umutlarım Sende Kaldı İzmir; Ruhum Sokaklarını Terkederken... (öykü)

13 Aralık 2009

volkan bayar

Zaman gece yarısı ile gündoğumunun ortasında, gündoğumunun ağır basmaya başladığı saatler. Gecenin parlak yıldızlarla süslenmiş koyu siyahı ise şu sıralar koyu lacivert; az sonra yerini tan yerinin kızıllığına ve sonrasında yeni günün güneşine bırakacağını bile bile.

Alsancağın pırıltılı mekanları birer birer kapanmakta ve gece tarifesinin garsonları işlerinin bittiğini müjdeleyen son temizliklerin ve akabinde alacakları yevmiyenin tatlı telaşındalar. Taksicilerin durumu da aynı sayılır; çünkü kapanış yapmış mekanlardan çıkmış ve sirkeli kelle paça çorbası kıvamına gelmiş her müşteri hayırlı velinimet, yolunacak yeni bir kaz ve bol bahşiş demek. Sonucu ise günün yeni saatlerinde eve cebi dolu dönmenin mutluluğu.

Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nin bitimi, Liman’ın başlangıcı arasında kısılı kalmış ve ismi hep kötü olaylarla nam Bornova Sokağı’nda ise durum biraz farklı; ama o sokağın sakinlerinden birine sorsanız, her biri diğerini kovalayan günlerin alışılagelmiş monotonluğu diye cevaplar; belki de daha argo bir dille. Yıllardır kaderi değişmemiş, gündüzleri hemen hemen bir mezarlık kadar sessiz, geceleriyse tam bir fuhuş batağı, kendi kaoslarıyla örülü ve yeniden varolma umudu kalmamış hayatlar; nice gencin Yenişehir’den sonra bakirliğini kaybetmek için uğradığı, yıllar sonra çocuklarına ya da torunlarına ilk cinsel deneyim hatırasını anlatmasına vesile olacak sokak Bornova Sokağı.

İşte, bu kargaşalar diyarının içinde, temiz bir geleceğe yeniden kavuşma umuduyla yaşayanlardan (bir çift elin on parmağını geçemeyenlerden) biriydi – Sevgi apartmanının 3. katının geçici sahiplerinden – Levent, nam-ı diğer Esra. 17 yaşından beri bu işin içindeydi ve meslekte 10. yılını doldurmuştu. Bu on yıllık zaman zarfı içerisinde kavgalar, karakollar, nezarethane dayakları, müşteri dayakları tatmış, üstünden para kazanma amacı güdenlerden işkence çekmiş, kimi günler aç kaldığı da olmuştu. Bunlar zamanla kapanan derinliği meçhul yaralardı. Kurtulma ateşini tetikleyecek ve asla kapanmayacak olanı ise, ev arkadaşı, kardeşi bildiği Serhat’ın, bir bar çıkışı vurularak öldürülmesiydi. Onun hayat hikayesi de Levent’inkinden farksızdı, fark ise ani gelen ölümdü. Katilinin hala bulunamaması da kahretmişti ve üstünden aylar geçmesine rağmen hala somut bir delilin olmayışı, adli tıbbın olaylar karşısındaki acizliği binlerce kez lanet ettirmişti polise ve adalete; zaten polislerle araları hiçbir zaman iyi olmamıştı.

Bütün bunları düşünürken balkonda olduğunu, üst üste dördüncü sigarasını yakıp içtiğini ve de gözlerinin dolduğunu çok sonradan fark etmişti. Eve geleli daha bir buçuk saat olmuştu ama kendine geldiğinde kalan son keyfi de kaçmış, kendini dışarı atmak için yeni bir bahanesi olmuştu. “Kurtulacağım” dedi kendi kendine ve devam etti: “Bugün kurtuluşumun başlangıcı olacak. Serhat gittiğinden beri işe de çıkmıyorum, aslında çıkıyor da, bıkkınlık işte… İlk evi değiştirmeli. Peki ya iş? İş ne olacak? Ne yapabilirim ki? Bir parfümeri dükkanı açabilirim belki, büyük ihtimal Hatay’da. Balçova da olabilir, belki çiçekçi dükkanı açarım.” Kenarda birikmiş az buçuk parası vardı ve kadınlığına ulaşmanın son adımında, son ameliyatını olmak için biriktirmişti bu parayı. Şimdi o para, ikinci baharının başlangıcı olacak dükkanın açılmasında kullanılacaktı. Kendinle konuşmaya devam etti: “Çiçekçi dükkanı da olabilir aslında. Küçüklüğümden beri sevmişimdir çiçekleri; laleleri, gülleri, sümbülleri, açelyaları, baharı simgeleyen kır çiçeklerini ve masum görünüşüyle papatyaları… Hepsini ellerimle yetiştireceğim ve tüm sevgimle insanların sevgisine sunacağım.” Çiçek kelimesi tel başına mutlulu artırmaya yetipte artmıştı bile. Bir çocuk edasıyla hoplaya zıplaya yatak odasına gitti, üstüne daha sıradan şeyler giydi ve çıkmadan son kez aynanın karşısında üstünü düzeltti. Uykusuzluktan ve yorgunluğundan eser yoktu çünkü içinde filizlenmeye başlayan baharın düşüncesi, Levent’i tüm olumsuzluklardan men edecek kadar güçlü bir hal almıştı… Sigarasını, cep telefonunu ve çantasını aldı, merdivenlerden kayarcasına aşağı indi ve dışarı çıktı.

Aynı dakikalar içerisinde sokağın Gar’a bakan ucundaki terk edilmiş, harap haldeki Rum apartmanının bodrum katında, sokak sakinlerinin bile yüzüne yeni yeni alışmaya başladığı esrarengiz bir tip elinde top haline getirip üstüne tiner döktüğü bezden son damlalarını soluyordu. (Tiner uçucu bir maddedir.) Çektiği tiner gibi uçmasına ramak kalmıştı ve dibinde etrafına meraklı gözlerle bakan fındık faresinin çıkardığı tıkırtıları sanki sokağın diğer ucundaymış da, devleşip bastığı yeri inletirmişçesine duyuyordu, demek ki kıvamına gelmişti. Sendeleye sendeleye kaldırım hizasındaki, ama kendisinden yüksekte duran basık pencere önüne geldi. Zıplayıp pencerenin eşiğine tutundu, az biraz bedenini yukarı çekti ve sokağı izlemeye başladı. Hemen hemen kimsenin kalmadığı bulanık beyninde belli belirsiz onaylarken, apartmandan çıkan Levent’i gördü. Hava da üzerindeki alacakaranlık sıkıntısını atmış, yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı. Gardaki İzmir-Denizli hattı treninin kalktığını belirten sirenle irkildi ve “Kahvaltı için yolunacak bir insan evladı, günün ilk siftahı….” dedi sırıtarak. Arka cebindeki sustalıyı sol cebine koydu ve dışarı çıktı.

Sahile doğru yavaş adımlarla yürürken, tanıdık birkaç kişi çıkabilir düşüncesiyle, zihnine yeniden Esra kimliğini giydi Levent. Sokaklarda çalışanların başlıca kurallarındandı, “sadece kendi evinde kendinsin” cümlesi. Levent bu durumu başarıyla kavrayanlardandı. On yıllık süre içerisinde sokaklar ona çok şey öğretmişti. Yürümeye başladığından beri arkasına peydah olan ve kendisini uzaktan takip eden ayak seslerini önemsememişti. Yalpaladığını belli eden ve sendeleyen, gittikçe yaklaşan ayak sesleri çoğu zaman hayra alamet olmayan seslerdi. Levent olacakları sezmeye başlamıştı. Tetiğine basılan sustalının açılırken çıkardığı metalik sesi hemen tanıdı. Seslerin iyi niyetli olmadığı şimdi onaylanmıştı.

Soğukkanlılığını kaybetmeyerek adımlarını hızlandırdı ve arkasındakine fark ettirmeden çantasının gizli bölümünde sakladığı jileti el çabukluğuyla dilinin altına koydu. Beklenen an gelmişti ve sahile çıkmaya iki sokak kala, tam köşeyi dönecekken, iri yarı bir adama ait olduğu belli olan kaba bir el, Levent’in omzundan tuttu ve bir çevirme hareketiyle duvara yapıştırdı. Tam jileti adamın suratına tükürecekti ki, sustalının soğuk keskinliğini boynunda hissedince “Noluyoz ya? Sen de kimsin? Ne işin var benle?” sorularını ancak sorabildi. Adam gevşemiş bir yüz ifadesiyle sırıttı, sonrasında yükselmeye başlayan bir öfkeyle ağzından ilk cümleleri döküldü. “Sabahım köründe senin gibi bi dilberin namaza gidecek hali olmadığına göre eşlik edeyim dedim yavrum benim.” Diğer eliyle de Levent’in baldırlarını okşamaya devam ederek konuşmaya devam etti: “Maşallah taş gibi de karıymışsın, ne dersin turlayalım mı biraz? Sende para da vardır…. Yavaştan sökülmeye başla artık!”

Levent soğukkanlılığını korumuştu ve adamın nefes alış verişlerinden, soluğundaki tiner kokusundan daha temkinli olması gerektiği sinyalini almıştı. “Para mara yok bende! İşe falanda çıkmadım. Bir hava almak için çıktık dışarı, sabah sabah keyfimden etme beni, bırak gideyim!” Adam iyice sinirlenmişti ve okşadığı bacakları kasıklarının arasına doğru ilerlerken cimdiklemeye başlamıştı. “Adamın asabını bozma lan kaldırım kahpesi! Sende para olmucakta kimde olcak lan!” Saniyelerle dakikalar arasında sıkışıp kalmak ve hızlı düşünmeye çalışmanın verdiği zorluktan başına ağrılar girmeye başladı. Adamı son kez, erkeksi kimliğiyle bu sefer, uyardı: “Bak arkadaşım, sabahın köründe iyi fitillenmişsin daha söylediğimi kavrayamıyorsun. Şimdi bırak beni de sen yoluna, ben yoluma gideyim selametle, hadi!” Adam Levent’in biranda kimlik değiştirmesine şaşırmıştı. Gülüyordu, ama bu sefer kasıkları okşadığı elini aniden Levent’in boynuna kilitledi. “Tatlı dil ettik, karı dilinden konuştun. Sert yapınca mı erkekliğin aklına geldi Alsancak Dönmesi!” Her küfürü, dayağı hatta tacizi kaldırabilirdi; fakat “dönme” kelimesi Levent’in her zaman öfkesini fitilleyen kıvılcım olmuştu. Boynundaki sustalıya aldırmadan adamı ittiriverdi, boşluğundan faydalanıp jileti suratına doğru tükürdü. Jilet adamın sağ kulağını yarıp geçerken, en erkek yumruklarını, suratının ortasına doğru indirmeye başlamıştı. Üçüncü yumrukta sol kaşını açtı ve üst dudağını patlatmıştı. Kafasının güzel olduğunu bildiği gibi, vurmaya devam ederse öldürebileceğini de biliyordu. “Hakkettiğini aldın! Şimdi ananı da al git! Gözüm görmesin seni it herif!” Adam yerden sendeleyerek kalktı, düşürdüğü sustalısını kaptığı gibi yalpalaya yalpalaya kaçarken arkasını döndü ve “Bu iş bitmedi lan! Kanını akıtmaya geleceğim! Kurtuluşun yok!” diye bağırdı.

Kurtulmanın verdiği rahatlıkla uzun uzun havayı soludu. Tehditi önemsemişti, bugüne kadar ölümle başlayıpta gerçekleştiğini görmediği tehditlerin sayısını bile hatırlamıyordu. Üstünde çok durmadı, hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etti.

Kordona geldiğinde güneş kafasını azıcık göstermişti. Sulama sistemi yeni kapanmıştı ve her yer mis gibi çimen kokuyordu. Denizden esen rüzgarın verdiği ferahlıkla da karışınca cenneti iliklerinde hissetti adeta. “İzmir benim en hakiki cennetim” dedi ve cennetinde bir daha günahların meleği olmamak için, tüm benliğiyle tövbe etti. Bunları yaparken çantasından bir sigara daha çıkardı ve dumanının verdiği keyifle denizi seyre koyuldu. Geleceğin planlarını satır satır aklında yazarken aklına ilk aşkı girdi bir anda. Hatay’da, arkadaşının yanına giderken fark etmişti onu. Yirmibeş yaşlarında, geniş omuzlu, uzun boylu, kıvırcık ve siyah saçlı, mavi gözleriyle bütün İzmir kızlarını kendine hayran bırakabilecek potansiyele sahipti. Ama karşı cinse ilgisi olmadığını, kendisine tanışma isteğini fark ettirdiğinde her şey belli olmuştu. Adının Emre olduğu, eşcinsel olduğunu, kendisine ilk görüşte aşık oluşunu ikinci buluşmalarında anlatmıştı. Geceyi de Emre’nin evinde geçirmişler ve bakirliğin başka bir erkek elinde yok olduğunu o gün keşfetmişti. Mutluydu; çünkü kendisini kendi dilinden anlayabilen biri çıkmıştı karşısına.

Elin ağzı torba değildi ve büzülemiyordu da. Başka bir erkekle kıyıda köşede elele dolaşıp, dudak dudağa görüldüğü duyulunca, babası evi mahşer yerine çevirmiş ve belinden çıkardığı kemerle sabaha kadar dövmüştü Levent’i. Sabaha karşı kendilerini dinlemekten ve izlemekten uyuyamayan mahallenin önünde babası son şamarını patlatmış, “Seni evlatlıktan reddettim, siz de şahit olun ey ümmeti Muhammed” nidalarıyla yeri göğü inletmişti. Emre’sinden başka gidecek yeri kalmamıştı. Koşarak aşkının yanına gitmişti ama kapıcıya bırakılan notla ikinci kez yıkılmıştı. Bu ilişkinin böyle yürümeyeceğini, ailesinin baskısında kalıp bir kızla normal bir evlilik yapmaya karar verdiğini, iki hafta sonra yıldırım nikahıyla evleneceğini, kendisini unutmasını istediğini yazıyordu. Hayattaki son dayanağı, ilk ve son aşkı da gitmişti…. Bu hale gelişi de o günden sonra başlamıştı. Balayı dönüşünde Emre’nin trafik kazasında yeni eşiyle beraber öldüğünü duyunca hiç şaşırmamış, hiç üzülmemişti. Levent zaten o notu okuduğu gün ölmüştü.

Bir anda geçmişi hatırlamak tüm sinirlerini gevşetmiş ve ince ince ağladığını yine güç bela fark etmişti. Gözyaşlarını silerken çimenleri ezerek kendisine yaklaşan ayak seslerini, sustalının açılırken çıkardığı metalik sesi duyunca fark etti. Arkasını dönmeye fırsat bulamadan sustalının belinden bedenine ilk girişini hissetti, sonra ikinci, üçüncü ve dördüncüyü…. Adam sözünü tutmuştu. Bedeni acıyla çimlere doğru yığılırken, kulağında intikamın alınışının hazzıyla titreşen şeytani ses, duyduğu son sesti: “Ben verdiğim sözü tutarım Alsancak Dönmesi! Sen rahat rahat uzan şimdi!” Adam, çantasını alıp gitmeden son bir kez bıçağı Levent’in kalbine sapladı ve ayılmış kafanın vücuduna verdiği zindelikle Liman tarafına doğru koşturmaya başladı. İşlerine yeni yeni gelmeye başlayan insanlar yardım için başına üşüşürken, hayatı gözlerinin önünden film şeridi gibi geçti. Gözleri tamamen kapanıp, nabzı ve vücudundaki organlar durmaya başladığında, ardında tamamlayamadığı hayalleri yanı başında bırakıp gitmişti.

Sahile bakan kafelerden gazete bulundu ve üzeri bunlarla örtüldü. Olay yeri inceleme ekipleri ve savcı gelene kadar iki buçuk saat olduğu yerde üzeri örtülü kaldı ve işlemler bittikten sonra otopsi yapılmak üzere ambulansa taşındı cesedi. Sonrası morg ve akabinde kaynaklardaki mezarlıkta sadece imam, iki mezarlık görevlisi ve taşımayı yapan şöförün katıldığı 4 kişilik sade cenaze töreni…

Ertesi gün yerel bir gazetenin “VAHŞET” başlığı altında şu habere yer veriliyordu:
“Dün sabah 7 sularında, Esra kod adını kullanan Levent Bahri adlı travesti vatandaş, kimliği belirsiz kişi ya da kişilerce hunharca öldürüldü. Polis kaynaklı kişilerin verdiği bilgiye göre ilk darbenin arka bel kısmından alınması ve boğuşma izinin olmaması, şahsın tanıdığı kişiler tarafından öldürüldüğü ihtimalini kuvvetlendiriyor. Kimbilir belki kaçmıştı, ya da hava almak için dışarı çıktığında saldırıya uğramıştı. Ceset ambulansa konulurken yüzünde kalmış hayal kırıklığı yarım kalmış meselelerin ifadesi olabilir”
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.

Bu tartışmayı Facebook'ta paylaşabilirsiniz:
Facebook'ta paylaş
0