ForumGüncel Politika - İskender'in Düğümü  Yeni Konu 

İzmir’in İçinde bir Yol Ayrımı: Bürokratlar ve liberaller hürriyeti tartışıyor

10 Ekim 2009

hurkus

Cahit Akın (KALEMZEDE)

Kitap-lık dergisinin Mart 2008 sayısında yayımlanmıştır.

Yeşil Gece’nin Kemalist aydınlarının kurdukları Cumhuriyet iktidarında, ardı ardına gerçekleştirilen inkılâplarla, tepeden inmeci bir modernleşme projesinin temellerini sağlamlaştırmak amaç edinilmiş, fakat Batılı örneklerine uygun bir demokratik düzenin toplumla buluşturulması, otoriter bürokratların zihninde, hep ertelenmesi gerektiği düşünülen bir hedef olmuştur. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün etkin ve ivecen bürokratı Halit Ayarcı’nın halkla gerçek anlamda buluşmayan projesinin başarısız olacağının anlaşılması için, Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından en az yirmi yıllık bir süre geçmesi gerekmiştir. Mustafa Kemal’in güdümünde başlatılan ve denetlemez sonuçlara yol açacağının görülmesiyle birlikte kesintiye uğratılan, 1930 yılındaki Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyimi Cumhuriyet’in ilk on yılına damgasını vuran en çarpıcı muhalif hareket olarak resmî tarihteki yerini almış; 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti ise, liberal bir hürriyeti hedeflediğini iddia eden bir demokratikleşme projesinin öncülüğünü üstlenmişse de, on yıllık iktidarında hızla diktalaşan bir rejimin tutucu savunucuları hâline gelmiştir.

Siyasal tarihin bu iki önemli dönemi romancıların da ilgisini çekmiş; Kemal Tahir Yol Ayrımı (1971) adlı romanında Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyimini, Samim Kocagöz ise İzmir’in İçinde (1973) adlı romanında Demokrat Parti iktidarının son dönemini konu edinmiştir. Yol Ayrımı’nın Kuvayı Milliyeci Ramiz Hoca’sı ile İzmir’in İçinde’nin emekli albayı Nafiz Tınaztepe, tarihsel değişim karşısındaki tutumlarıyla Kemalist söylemin temsilcisi olmuşlardır. Sınıfların varlığını reddeden, korporatist ve solidarist bir toplum yaratma projesini gerçekleştirmeye çalışan Kemalizmin bu iki temsilcisi gelişen olaylar karşısında bir iç hesaplaşma yaşamış, fakat gerçekliği kavramada yetersiz kalmışlardır. Başlangıçta Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşunu olağan karşılayan Ramiz Hoca’nın halkın bu partiye gösterdiği yoğun ilgi karşısındaki şaşkınlığını (115) Hilmi Yavuz, “Türk Romanında Bürokrasi İle Hesaplaşma” başlıklı yazısında, “Lucien Goldmann’ın deyişi ile, ‘bir yandan yaşanan gerçeği, bir yandan da bu gerçeği tarihsel olarak değiştirmeyi reddetmekten’ do[ğan]” (47) bir trajik durum olarak yorumlar. Ramiz Hoca’nın trajik durumunu en iyi, gazeteci Murat’ın şu sözleri anlatır:

Ben Kuvayı Milliye devrimcisiyim. İnsan bir şeye bağlandı mı, şartlanıyor. [....] Bazı haklarından vazgeçiyor, kendi iradesiyle… Bunun iki sakıncası var. Biri: Baskıya korkudan boyun eğmişsin gibi görünmek… İkincisi daha kötü… [...] Baskı rejiminden çıkar sağlayan rezillerle, namussuzlarla, aynı safta görünmek… (87)

Gazeteci Murat’ın, Ramiz Hoca’dan farklı olarak, tercihini “Bana lazım olan hürriyet, Fethi Bey’in getireceğini söylediği hürriyet değil… Bu hürriyet, ‘Bırak yapsın, bırak geçsin’ hürriyeti… [...] Halk Partisi içinde hürriyeti istiyorum ben…” (87) sözleriyle dile getirmiş olmasını Yavuz, parçalı bir kavrayış olarak değerlendirir: “Gerçekliği somut olarak kavramasına karşın, gazeteci Murat bunu salt empirik bir gözlem olarak değerlendirdiği, bilimsel bir çözümlemeye gidemediği için, bir bütün olarak kavrayamamakta, Ramiz Hoca’nın içinde bulunduğu trajik konumu o da paylaşmaktadır” (50).

Kemal Tahir’in “aferizm” (81) olarak adlandırdığı, bürokrasiye bağımlı burjuva yaratma projesi ile “liberal hürriyet” (34) yanlısı SCF deneyimi arasında, her iki söylemin de dışında kalan Doktor Münir ise, eski İttihatçıların SCF içinde yer almasını eleştirerek bunların “artık bir daha iktidara asla geleme[yeceğini]” (107) ve iktidara asıl gelecek olanın halk olduğunu düşünür: “Her çeşit aydınlarımızın yanına lütfen inmek istedikleri uydurma halk değil… Bizim gerçek halkımız… Bizden başka bir insan türü olmayı sürdüren halkımız… Hiç su katılmamış yerli” (108). Doktor Münir, Kemalistler ile liberaller arasındaki iktidar çatışmasının kökenindeki asıl sorunun hürriyet anlayışlarındaki farklılık değil, “çok su katılmış” (108) aydın ile “[s]u katılmamış yerli” (108) halk arasındaki kopukluk olduğunu düşünmektedir. Doktor Münir’in bu kopukluğu Batılılaşma sorunsalıyla ilişkilendirmesi dikkat çekicidir: “[B]atılaşmaya yöneldiğimizden bu yana, biz aydınlar halktan ayrılmışız. Çünkü, bu batılaşma bize halktan değil, Saray’dan gelmiştir” (108). Doktor Münir’e göre Türkçüler de, Müslüman Doğucular da, halkçılar da Batılılaşmacıdır; yerlilik ise, bu akımların Batılılaşmacılıktan arındırılmasıyla mümkündür (108). Doktor Münir’in dile getirdiği görüşler, Yol Ayrımı’nın yalnızca bürokrasiyle hesaplaşma bağlamında değil, Tanzimat romanından başlayarak süregelen “aydın kimliği” tartışmaları bağlamında da okunmasına olanak tanımaktadır.

Kemalistler ile liberaller arasındaki iktidar çatışmasını Demokrat Parti dönemi üzerinden tartışan bir diğer roman olan İzmir’in İçinde ise, açıkça Kemalist söylem yanlısı anlatımına karşın, başarıyla çizdiği yeni burjuva tipi Hidayet Koryürek nedeniyle ayrı bir önem taşımaktadır. Kuvayı Milliyeci emekli albay Nafiz Tınaztepe ve damadı yarbay Sabri Tezen ile sosyalist mühendis Cahit Demiroğlu’nun liberaller karşısında ortak tutum almaları, Türk Solu ile Kemalizm arasındaki organik ilişkiyi imlemektedir. Romanda dikkati çeken bir diğer durum ise, ticaretin “bir çeşit dolandırıcılık, yasalara dayanan bir namuslu hırsızlık” (73) olarak yorumlanmasıdır. Liberal burjuvazinin iktidara ortak olduğu Demokrat Parti döneminin ekonomi politikasına karşı çıkılırken, Kemalizme eklemlenmiş bir Marksist bakışın kullanıma sokulması, hürriyet kavramının İzmir’in İçinde’de Yol Ayrımı’ndan farklı olarak, sınıfsal temelde tartışıldığını gösterir. İlk bakışta çelişik görünen bu birlikteliğin temelinde, Hidayet Koryürek’in temsil ettiği yeni burjuva tipinin yabancı sermaye ile işbirliği içinde olduğuna inanan ulusalcı ve anti-emperyalist söylem bulunmaktadır.

Ulusalcı söylem yalnızca ekonomiye bakışı değil, ev içi yaşamın düzenini de belirleyecek derecede etkilidir: Tınaztepe ailesi geleneksel Türk ailesinin tipik bir örneğini oluşturur. Emre babasının yanında ne içki ne de sigara içer (38); konuşmalarında her zaman bir ölçü vardır (38); askerlik askerliktir bu evde (56); kahve servislerini gelinler yapar (189); nihai otorite erkeğin tekelindedir; kadınlar erkekleriyle aynı düşüncelere sahiptir… Evdeki bu disiplinli ve geleneksel yaşam modeli, aslında kamusal alanlarda da uygulanmak istenen bir modeldir. Nafiz Tınaztepe, evinde kurduğu düzenin kamusal alana da yayılmasını ister: “Bana kalırsa, bütün ulusça disiplinli olamadığımızdan derlenip toparlanamıyoruz. Ulusta disiplin anlayışı olmayınca, hükümetler de gevşek oluyor, gevşekliği yetmiyormuş gibi, ensemizde boza pişiriyor” (49). Askerler iktidarı ellerine geçirdiklerinde ise, “sokaktaki herkese bir disiplin, bir saygı ge[lir]. Demokrat Partinin özgürlük anlayışı (!) ortadan kal[kar]” (335).

Ulusalcı söylemin etnik vurgusu da romanda dikkati çeker: Nafiz Tınaztepe’ye göre, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına neden olan “yöneticilerin çoğu da Türk değil, sadece İslâmlaştırılmıştı” (94); albay, azınlıklara “[e]n az iki yüz yıldan beri oturduğun, milyonlarını yediğin Türkiye’yi beğenmiyorsan, Türk Hüviyet Cüzdanını taşımak, arına gidiyorsa, buradan defolur gidersin” (104) diye seslenir; Emre Tınaztepe’nin “Bir Türk kızının bir Amerikalıyı sevebileceğini” bir türlü aklı almaz (107); “Türkiye’de erkek kıtlığına kıran mı girmiş?” (69, 107) sorusu hem Emre hem de annesinin tepkisinde görülür. Kısacası, “[a]slolan ulustur” (221) ve bu ulusun etnik temeli Türk’tür. 

İzmir’in İçinde’de geleneksel değerlere bağlılık, neredeyse Râkım Efendi’nin evini anımsatacak derecede vurgulanmıştır. Nafiz Tınaztepe’nin anılarını yazarken dile getirdiği şu sözler bu vurgunun derecesini ortaya çıkartır: “Toplum, ister sosyalist olsun, ister liberal olsun; gücü, dayandığı temeli aile bağlarından başlar, aile bağları ile toplum birbirine bağlanır!” (214)

İzmir’in İçinde’de yeni liberal burjuvaziye yöneltilen eleştirilerin temelinde yalnızca iktisadi ölçütler değil, ahlaki ölçütler de devreye sokulmuştur. Etnisiteyle ilişkilendirilmiş bir ulusalcı söylem ile Marksçılıkla ilişkilendirilmiş bir anti-emperyalist söylem birlikte var olmaya zorlanır. Bu birliktelik, askerî bir toplum düzeni ile liberal hürriyetçi bir demokrasiyi karşı karşıya getirir. Bütün bu karmaşa içerisinde Hidayet Koryürek’in şu sözleri, onun hürriyet ve demokrasi anlayışını yansıtmasının yanı sıra, dönemin egemen zihniyetinin ve ekonomi politikasının bir eleştirisi olarak da okunabilir:

Fikirlere karşı saygılıyımdır. Bizde yasak olan, bunca yıl Avrupalarda yaşadım, onlarda yasak değil. Fikir suçlusu diye bir şey de olamaz ya… Sosyalizm, bir bilgi, eğitim işidir. Hele bu işin yöneticisi olmaya niyet ederse insan, çok bilmelidir sosyalizmi. Kulaktan edinilmiş bilgilerle eyleme geçemez Cahit gibi biri. [...] Ben de liberalistim. Sosyalizmin ne demek olduğunu, Türkiye’deki sosyalistlerden iyi bildiğim halde liberal bir ekonomiden yanayım. Türkiye, henüz bir sermaye birikimi dönemine girememiştir. [...] Menderes’in yanlışları başka. Amaçta değil de stratejide büyük yanlışlar yapıyor. Bu da büyük cahilliğinden ileri geliyor. (245)

Kaynaklar
Kemal Tahir. Yol Ayrımı. 1971. İstanbul: Adam Yayınları, 2001.
Kocagöz, Samim. İzmir’in İçinde. 1973. İstanbul: Cem Yayınevi, 1989.
Yavuz, Hilmi. “Türk Romanında Bürokrasi İle Hesaplaşma”. Yazın, Dil ve Sanat 47-52.


http://kalemzede2.wordpress.com/2009/10/10/izmirin-icinde-bir-yol-ayrimi-burokratlar-ve-liberaller-hurriyeti-tartisiyor/
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.

Bu tartışmayı Facebook'ta paylaşabilirsiniz:
Facebook'ta paylaş
0