Basiret Bağlanması - Ömer Madra

26 Kasım 2008 11:33  

 

Basiret Bağlanması - Ömer Madra

Çevre aktivisti ve yazar George Marshall, bu tür davranışı “tepkisel yadsıma” (reactive denial) diye adlandırıyor. “Bir yandan iklim değişikliğinin ve petrolün tepe noktasına ulaşmasının tehlikelerinin ne kadar çok farkına varırsak, enerji tüketimini daha daha artırmak suretiyle kendimizi bu sorunların gerçek olmadığına o kadar çok ikna ediyormuş gibiyiz,” diyor çevre aktivisti ve yazar George Monbiot da. “Yani, bu sorunlar gerçek olsaydı, mutlaka birileri çıkar, bizi böyle davranmaktan alıkoyardı, diye düşünüyoruz.”



‘Tepkisel Yadsıma”nın sonunda bizi getirdiği noktalardan biri de şu kriz oldu işte. ‘Büyük 2008 Buhranı’ da diyebiliriz. Hani, önce ABD’de görülen, sonra da büyük bir hızla bütün dünyayı içine alan ve 1929 buhranından sonra görülen en büyük ekonomik kriz diye nitelenen kriz. Bir avuç borsa bankerinin, yatırım bankasının, hiçbir kurumun denetlemediği –denetimi bir yana bırakalım, hiçbir insanın kavramayı dahi beceremeyeceği– binbir yeni “enstrüman”ı devreye sokarak akıl havsala almaz risklere girip büyük paralar kazandığı, ve elbette büyük paralar batırdığı, milyonlarca insanı evsiz bırakan, haciz boyunduruğuna sokan amansız bir “çöküş” durumu. Bunun geleceği önceden pekâlâ öngörülebilirdi ve kendini serbest piyasa mekanizmanın kutsallığı sloganına kaptırmayan pek çok insan tarafından da öngörülmüştü zaten. Bu finans kurumlarının kendi risklerini çoğu zaman gayet iyi hesapladığı, kendi zararlarını absorbe ettiği, ama sisteme ilişkin riskleri –denetimsiz piyasanın tanımı gereği–yönetemediği ve “dışsallaştırdığı” için, sistemli risklerin topluma olan maliyetinin muazzam boyutlara vardığı söylenebilir. Bir çeşit mali tsunami yani.



İşin vahim tarafı şu ki, borsalarda, mali piyasalarda görülen bu çöküş, çok yakın gelecekte bizi bekleyen asıl çöküşle, yani insanlığın ekolojik duvarlara kafasını vurmasından çıkacak gümbürtüyle karşılaştırıldığında fındık-fıstık kabilinden, yani gayet hafif geçiştirilmiş birşey sayılabilir. Çünkü mesela, finans sektörünün krizde uğradığı kayıp 1 trilyon dolar, ya da IMF başkanının karamsar hesabıyla 1,4 trilyon dolar olarak hesaplanırken, bambaşka bir dizi hesaba da rastlamak mümkün. Monbiot’nun son makalelerinden birinde belirtildiği üzere, Deutsche Bank adına Avrupa’da ekosistemler üzerine bir araştırmanın başkanlığını yürüten ekonomist Pavan Sukhdev, sadece ormansızlaşma (yakma, kesme) yüzünden yıllık doğal sermaye kaybının 2 trilyon dolarla 5 trilyon dolar arasında bir miktar olduğunu bildiriyor. Yani, karbon yutağı veya taze su kaynağı olarak ormanın verdiği hizmetlerin değeri ile bir de, ormanların ikame edilmesi ya da ormanlar olmadan yaşamanın maliyeti hesaplanıyor; bulunan bu değerler doğal olmayan öteki krizin kayıpları ile karşılaştırıldığında, kredi krizinin maliyetinin bunun yanında çocuk oyuncağı gibi kaldığını açıkça ortaya koyuyor.



Son tahlilde, her iki krizin de kaynağı ve dayanağı aynı. Her iki durumda da kaynakları kullananlar, karşılanması imkânsız getiriler talep ediyorlar ve asla geri ödenemeyecek borçlar çıkarıyorlar karşımıza. Bu tablolar karşısında biz ne yapıyoruz peki? Çok basit. Biz her seferinde bunların başımıza getireceği sonuçları görmemeyi, işitmemeyi, söylememeyi, yani –tek kelimeyle– inkâr cephesinde saf tutmayı tercih ediyoruz. Aslında ortada devasa boyutta bir risk var. Seçtiğimiz yöneticiler “biz risk severiz” tarzında bir üslup benimsiyorlar. Sonuçta, Hasan Ersel’in Açık Radyo’da bir programında söylediği gibi, kimsenin ne olduğunu asla bilemediği “serbest piyasa”nın o asla “görünmeyen eli”nin yönetiminde, kârların daima özel, zarar ve borcun ise kamusal olduğu bir sistemin risk fırtınaları içinde, macera dolu bir hayat yaşıyoruz. Gözümüzün önündeki yıkıntıya bakıldığında, basiretlilik ilkesinin (precautionary principle) değerini bir an için olsun gözardı etmemiz mümkün mü peki? Basiretlilik (ya da ihtiyatlılık) ilkesi, ahlakî ve siyasal bir ilkedir. Bir eylem ya da politikanın, insanlar ya da canlılar âlemine ağır ve geri döndürülmez zarar vermesi olasılığı varsa, bundan zarar doğmayacağı konusunda bilimsel bir mutabakat olmadığı sürece burada ispat yükü, sözkonusu eylem ya da politikayı savunanlara düşer. Ekonomik ya da ekolojik, hiç farketmez: Her iki krizde de, başımıza bu belayı saran dev şirketleri ve onların kısa vadeli dev kâr hırslarını hedef almadığımız, bunların hesabını sormaya girişmediğimiz sürece, korkunç bir “basiret bağlanması” ile malûlüz demektir yalnızca ve bunun bir mazereti de yoktur.


Ayrıca her iki krizin de birbirini beslemekte olduğu konusunda bir tereddüt olmasa gerekir. Ekonomik yıkım, her zaman ekolojik yıkımı da beraberinde getirmiştir ve bundan sonra daha ağır bir biçimde getirmesi galip ihtimaldir. Küresel ısınma tehdidiyle mücadelede başı çekme iddiasında olan Avrupa Birliği’nde sekiz ülkenin “lider”leri, başta İtalya başbakanı Berlusconi ve Polonya başbakanı Tusk olmak üzere, yenilenebilir enerji konusunda benimsenmiş güçlü AB hedeflerine “isyan etti”. 2007 Mart’ında varılan antlaşmanın da tartışmalı olduğunu belirten Berlusconi, karbon ayak izini azaltma hedeflerinin mali kriz bitene kadar askıya alınmasını, Avrupa’nın tek başına iklim değişikliği ile mücadeleye girişerek “Don Kişot”çuluk oynamasının zamanı olmadığını söyleyerek, Economist dergisi yazarlarının deyimiyle bir “büyük tabu”yu kırmış.

(Burada etimolojik açıdan üç ayrı soruna ilişkin bir parantez açalım isterseniz: Birincisi, ‘İsyan’ kelimesinin olsa olsa Orwell’in yenikonuş sözlüğüne yaraşır şekilde kullanıldığını; ikincisi, Berlusconi’nin Don Kişot’u hiç okumamış ya da okuduysa da maalesef hiç anlamamış, hele yeldeğirmeni meselesini kavrayacak soyutlama düzeyine asla ulaşamamış olduğunu; üçüncüsü, Economist yazarlarının da Freud’un Totem ve Tabu kitabından bihaber olduklarını düşünmekte mazuruz –yoksa herhalde, gezegenin ve gelecek kuşakların kaderini belirleyecek temel meseleyi, yoksulların zenginlerle mücadelesi gibi bir sınıfsal meseleyi sadece cepteki para meselesine bağlamanın, yani bir “harçlık” konusuna indirgemenin tuhaflığı üzerinde fazla tartışılacak birşey olmasa gerek. Ayrıca bu gibi meseleleri sadece “halimiz vaktimiz varken” düşünebileceğimiz, spekülasyonlar, batıklar, lüzumsuz riskler alma gibi “yağma” zihniyeti sonucunda işler kötüye gittiğinde de küresel ısınmayla mücadeleyi bir “lüks” ilan etmenin– isyan, başkaldırı gibi soylu, şövalyece, âdillik ve denkserlik gibi kavramlarla bağlantılandırılması, üstüne üstlük bir de Berlusconi gibi oportünist ve pragmatist bir siyaset bezirgânının “tabu-kırıcı” bir radikal kimlik olarak sunulabilmesi, işte insanı asıl o zaman isyan ettirecek “dilsizlik”, cehalet ya da “tecahül-ü arifane” örnekleri olarak gösterilebilir ancak...)



2008 büyük finans krizinin en azından ekolojik felaket yolculuğumuz konusunda bizi herşeyi yeniden düşünmeye yöneltecek bir fırsat yaratabileceğini söylüyor Monbiot. Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) de işte tam bu noktada kapsamlı bir yeni öneriyle dünyanın önüne geldi. Milyonlarca yeni iş yaratmayı, uluslararası ekonomiyi yeniden hızla canlandırmayı, dünyanın birçok yerinde yoksulluğu köklü biçimde azaltmayı ve gezegeni büyük bir çevre felaketine bodoslama toslamaktan kurtarmayı amaçlayan –ve 29 Büyük Buhranı’nda ABD Başkanı F.D.Roosevelt’in büyük reform projesi New Deal’a açık bir gönderme yapan– Yeşil Yeni Sözleşme’yi (Green New Deal) devreye sokmayı hedefleyen kapsamlı bir plan bu.



“Günümüzde böyle büyük bir krize girmiş olan 20. yüzyıl ekonomisinin itici gücü finans kapitaldi,” diyor UNEP Genel Müdürü Achim Steiner. (Tabii, finans kapitalin aynı zamanda krizin de itici gücü olup olmadığı konusunda bir imada dahi bulunduğunu söyleyemeyiz – böyle bir ihtimal aklımızın ucundan geçmiş olsa bile.) “21. yüzyıl ise dünyanın doğa kapitalini geliştirmeye dayanmak zorunda, gezegenin özellikle en yoksul kesimleri için o arzu edilen kalıcı istihdam ve refahı sağlamak için,” diye de ekliyor.



Yeşil Yeni Sözleşme’nin aslında izlenebilecek tek yol olduğunu net bir dille yazan Geoffrey Lean, bunun yürürlüğe sokulabilme olasılığı konusunda ikircikli olduğunu da saklamıyor. Kimi ekonomistler tarafından hayalci saçmalıklar yumağı olarak nitelendirilebileceğini, özellikle de – neoliberal politikaların alabildiğine at koşturduğu – son 30 yılın “ekonomik modasından” fersah fersah uzakta olduğunu belirtmeyi de ihmal etmiyor; ama, ardından da o ekonomik düşüncenin “Lehman Brothers gibi iflas etmiş” olduğunu da sözlerine eklemeden edemiyor.



Böyle bir projenin dayanakları, başarı şansı ve düşmanlarına karşı nasıl savaşılacağı gibi konuların tartışılmasını, projenin iyice ortaya konmasından sonraya erteleyelim. Ancak, Monbiot’dan son bir cümleyle tamamlayalım isterseniz: Ekonomik büyüme zamanlarında asla sahip olamadığımız bir alternatif düşünme tarzını belki şimdi bulabileceğimiz yolundaki umudumuzu muhafaza ediyoruz. Ya alternatif düşünceye bir an önce geçeceğiz zaten, ya da sonucunda dünyayı kafamıza yıkan o “efsunlu” düşünce tarzımızı sürdüreceğiz.



“Gerçekleri kendi arzularımıza uydurmaya çalıştığımızda neler olacağını finans krizi bize gösterdi. Artık gerçek dünyada yaşamasını öğrenmeliyiz.”



Evet, hem bunu öğrenmeliyiz bir an önce; hem de, bağlanmış basiretimizi nihayet çözmeyi...



Açık Radyo

26.11.2008


 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0