Adaletsizliği kutsayanların adaleti...

15 Ocak 2014 14:36 / 1625 kez okundu!

 

 

Ergenekon ve Balyoz davaları sürerken sabah akşam ‘adalet istiyoruz’ diyenleri getiriyorum gözlerimin önüne...

'Masumiyet karinesi' kuralını o güne kadar bir kez dahi telaffuz etmemişliklerine aldırmadan, o vakitten sonra ağızlarına sakız etmişlerdi hukukun temel ilkelerinden biri olan o kuralı.

Bu ülkede adaletsizliğe maruz kalmış tarihi bir tek olayla 90 yıl sonra dahi empati kuramayanların alayı gazetelerden, ekranlardan yargının haksızlıklarından dem vurur olmuştu gece gündüz.

Anketlerde 'önemli olan hukuk değil, devletin bekasıdır' diyecek kadar hukuku itibarsızlaştıran bir anlayışı yadırgamayanlar, Ergenekon ve Balyoz davaları ile Cumhuriyetin şanlı yargısının, hukukunun, adaletinin ayaklar altına alındığını söylüyorlardı.

İş solcusundan sağcısına devletin kalıplarına uymayan herkese, Kürtlere, Alevilere, Mütedeyyinlere, Müslüman olmayan vatandaşlara yapılan onca hukuk garabetliğine geldiğinde üç maymunu oynayanlar, bu davalarla bir hükümetin kendi diktasını kurmak adına orduya, medyaya, üniversitelere, sivil örgütlere savaş açtığını dillendiriyorlardı.

Adaletin kılıcı altında tarafgir ve intikamcı davranışlara maruz kalıp, canları yanan nice insanın yaşadıkları dramlara bir kez dahi kulak vermeyenler, bu mahkemelerde yargılananlara dair duygularımızı sömürecek ne kadar olay, hikâye, masal varsa sonuna kadar kullanıyorlardı.

Adalet istiyorlardı… Adalet arıyorlardı…

Lakin gün olup devran dönüp şimdi onların aramak zorunda kaldıkları ‘adalet’ kavramına hala yıllarca yaptıkları gibi ‘vicdanlı’, ‘adaletli’, ‘hakşinas’ yaklaşamıyorlardı.

Aradıkları adaleti Ergenekon’dan, Balyoz’dan, Oda TV’den, İrtica ile mücadele eylem planından, darbe senaryolarından, JİTEM’den, faili meçhullerden yargılananlar için istiyorlardı sadece.

Mesela TMK mağduru çocukların taş attıkları dahi kesin değilken yıllarca hapis cezası almalarına hiç ses etmiyorlardı...

Mesela dokunduğu havan topuyla parçalanan Ceylan’ın adalet arayan ailesinin çığlığına kulak vermiyorlardı...

Mesela binlerce faili meçhulün de onları yıllardır arayan Cumartesi Anneleri’nin de adaleti hak ettiklerine inandıklarını göstermiyorlardı hiç…

Mesela alçakça katledilen Hrant Dink’in davasının insana ıstırap veren bir müsamereye dönüşmesinin utancından pek bahsetmiyorlardı...

Mesela Roboski’de 34 can kutsadıkları devletin uçaklarıyla bombalanmışken adaletin o insanlar için de savunulması gerektiği akıllarına getirmiyorlardı...

Mesela bir halkın seçilmiş temsilcilerinin apar topar tutuklanıp özgürlüklerinden edilmelerinin de adalet adına bir ayıp olduğuna canı gönülden inanmıyorlardı...

Mesela dağda ölen gençler, Pozantı da tecavüze uğrayan çocuklar, hapishanelerde ölümcül hastalıklardan eriyip giden siyasi mahkûmlar onların adalet çağrılarında hiç yer bulamıyordu...

Siyaset kurumu, seçilmiş her hükümetin yapması gerektiği gibi vesayeti etkisizleştirecek, asker ve sivil darbecileri kontrol altına alacak, memleketin kirli işlerini aydınlatacak yargı süreçlerini başlattıkça, onlar yargının bağımsızlığını yitirdiğini söylüyorlardı…  

İddianame hazırlayan savcıları, karar veren hâkimleri F-tipi yargının temsilcileri diye damgalıyor, mahkemeleri itibarsızlaştırmak için ellerinden geleni arkalarına koymuyorlardı.

Ta ki 17 Aralık operasyonuna kadar...

O günün bir gün öncesine kadar söyledikleri ne varsa ertesi günü ağız değiştirip, her şeyin 180 derece karşıtını söylemeye başladılar.

Düşman ilan ettikleri cemaati dost, F-tipi yargı diye damgaladıkları savcı ve hâkimleri ise mesleki özgürlükleri ihlal edilen adalet kahramanı ilan ettiler.

Onca zaman ‘hak, hukuk tanımayan yargı’ diye karaladıklarını bir gün sonrasında hakkı, hukuku ihlal edilen yargıya dönüştürmeleri, onların ‘adalet’i sadece kendileri için istediklerinin de teyidi oldu doğal olarak.

Aksi olsaydı yukarda sıraladığımız bütün hukuksuzlukları da protestolarında hukuksuzluk olarak tanımlar, adalet arama mücadelelerine onları da katmazlar mıydı zaten. Ya da sadece hükümeti köşeye sıkıştırmak adına, ‘paralel’ bir yargısal oluşumu da iflah olmaz pragmatik tavırlarıyla yok sayarlar mıydı hiç.

Her daim aynısını yapıyorlar; başkalarının yargısını kirli ilan ederlerken kutsadıkları, değer verdikleri, baş tacı ettikleri yargıların da sütten çıkmış ak kaşık olmadığı, olamayacağı gerçeğini unutup, unutturmaya çalışıyorlar.

Oysa tarih orada… Arşivler, gazeteler, kitaplar, tanıklar o tarihin tozlu raflarında yerlerini çoktan aldı. Ergenekon ve Balyoz davaları sürecinde şikâyet ettikleri yargının bile, utanç duymadıkları yargılarının yanında zemzem suyuyla yıkanmış kalacağını hala göz ardı ediyorlar.

Hangi garabetliğini anımsatılmalı, hangi namertliğini yazmalı, adalet, hak, hukuk kavramları yerine tarafgir hesapları, kumpasları, oyunları kendilerine ölçü alan hukukçuların yaptıklarının.

En utancını, en kötüsünü, en beterini, en ziyankârını geçtiğimiz günlerde Orhan Miroğlu yazdı. Bir Kürt aydını olan Osman Sebri’nin Kürtçe olarak kaleme aldığı hatıralarında Kürt aşiret beylerinin, isyan bahanesiyle nasıl yargılandığı üzerineydi Miroğlu’nun yazdıkları.

Osman Sebri, bir mahkeme salonunda mahkeme heyetinin gelmesini ve heyetin oluşmasını bekleyen ‘sözde isyancıları’ tasvir eder hatıralarında. Bu bir ilk duruşmadır ve daha kimlik tespiti bile yapılmamıştır. Ama ‘isyancılar’ önceden alındığı belli bir mahkeme kararına uygun olarak salona yerleştirilmiştir. Herkes alacağı cezaya göre bir yere oturtulmuştur. Derken mahkeme başkanı içeri girer ve mahkemenin kararını ilan eder ’birinci ve ikinci sırada oturanlar idam, doksanıncı sıraya kadar oturanlara 15 yıl, gerisi soruşturma dışı…’

İnanılması güç, hayal edilmesi zor bir yargılama sahnesidir Osman Sebi’nin anlattıkları. İsimleri dahi okunmadan, ‘isyancı’ kabul edilen kişilere, aldıkları ceza oturtuldukları sıraya göre tebliğ edilmiştir.

Adaletsizliğin en arsızının at koşturduğu zamanları kutsayanlar, bugün de ‘yeniden yargılama’ isteğiyle adalet arıyorlar, hem de aynı yanlı iflah olmaz bakışla, memleketin en kirli davalarında yargılananlar için.

Yenilmiş hakları varsa arasınlar, yine de bir tek lafımız olmaz... Hukukun, her daim ‘kurunun yanında yaşta yanar’ kuralını yaşattığı bir coğrafyada, yenilmiş bir hak da olabilir. Lakin dün adalet aradıkları Ergenekon ve Balyoz gibi davaların tutuklu ve hükümlüleri için bugün yargılamaların yenilenmesini isterlerken, hem yıllarca kutsadıkları yönetimlerin emri altındaki yargıların pirüpak olmadığını, hem de ‘paralel yargı’ oluşumlarına itibar etmenin demokratik bir ülkede kimsenin yararına olmayacağını da görmeliler artık.

Çünkü ne insanlara oturdukları sıralara göre yargısız sualsiz cezalar kesebilecek kadar hukuka ihanet edebilen bir yargı ile ne de hangi düşünceden olursa olsun seçilmiş bir hükümeti etkisizleştirmek adına hukuk dışına çıkan bir yargı ile demokrasi, hak, hukuk uyuşabilir.

Dolayısıyla, bu türden hukuk dışı yöntemlerin ayıbını görüp utanmadan, ağızlara sakız edilen ‘masumiyet karinesi’ de memleketin en önemli davalarından yargılananların dışarı salınıp, üstüne bir de ‘iade-i itibar’ görmelerinin planlandığı ‘yeniden yargılama’ isteklerinin haklılığı ve gerekliliği de asla inandırıcı olamaz.

Unutmamalı ki, en nihayetinde ‘adalet’i, onu çifte standartsız ve evrensel hukukun ilkeleri adına savunanlar hak eder, işine geldiği gibi hukuku evirip çevirip tarafı olduğu siyasetin sopası olmasına göz yuman özünde adaletsizliği kutsayanlar değil.

Bu yüzden de hukuk, adalet, demokrasi konusunda samimiyetin ölçüsü Voltairevari ‘siyasi rakibim olarak yaptıklarınızı onaylamıyorum, ama hukukun hukuk olarak kalma hakkını her durumda sonuna kadar destekleyeceğim’ diyecek ilkesel bir duruştur artık.

 

Baki MURAT

10.01.2014

 

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.