Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan ve Turancılar Davası

10 Şubat 2013 14:32 / 1685 kez okundu!

 


'Irkçı-Türkçü' gençler, Ulus Meydanı'nda "Çok Yaşa Milliyetçi Türkiye!" sloganları atarak yürüyor, vurup kırıyor, etrafa sataşıyorlardı. Sonunda Sabahattin Ali'nin kitaplarını yaktılar.


Bazı okurların talebi üzerine, geçen hafta bıraktığım yerden ‘Türkçülük-ırkçılık’ ilişkisinin tarihçesine devam etmeye karar verdim. Böylece resmin bütününü görmeye bir adım daha yaklaşmış olacağız diye düşündüm.

İkinci Dünya Savaşı arefesinde ırkçı Türkçülüğün en önemli figürü Hüseyin Nihal Atsız’dı (1905-1975) . Atsız’ın 15 Mayıs 1931 - 25 Eylül 1932 arasında yayımladığı Atsız Mecmuası’nın ilk sayıdaki sloganı “Ben, Sen, O Yok, Biz Varız”dı, ancak 2. sayıda “Bütün Türkler Bir Ordu, Katılmayan Kaçaktır” şekline dönüştürülmüştü. Dergiye yazı yazanlar arasında Fuat Köprülü, Zeki Velidi Togan, Pertev Naili Boratav, Sabahattin Ali, Nihat Sami Banarlı, Orhan Şaik Gökyay, Ali İhsan Sabis ve Abdülkadir İnan gibi önemli entelektüeller bulunuyordu.

Havsala ölçme aleti

Günümüzde sıkça kullanılan ‘sözde Türk’ kavramının mucidi olan Atsız, Hitler’in özel armağanı olduğunu söylediği bir aletle isteyenlerin kafatasını ölçer, güya bir dizi hesap yaptıktan sonra kişinin yüzde kaç Türk olduğunu söylerdi. Yıllar sonra aletin ne olduğu anlaşıldı. Dr. Rıza Nur’dan kalan bu alet, doktorların hamile kadınların rahat doğum yapıp yapamayacaklarını anlamak için leğen kemiklerinin bulunduğu bölgeyi ölçtükleri ‘havsala ölçme aleti’ydi!

2-11 Temmuz 1932 tarihli Birinci Türk Tarih Kongresi sırasında Zeki Velidi Togan ile Reşit Galip arasındaki Türklerin Orta Asyalı kökenleri hakkındaki tartışmada Togan’ın yanında almasının bedelini ağır ödeyen Atsız, Darülfünun’daki görevinden uzaklaştırıldığı gibi, 14 Temmuz 1934’te, geçmiş bir sayıda yayımlanan ‘Komünist, Yahudi ve Dalkavuk’ başlıklı yazısı bahane edilerek dergisi Orhun kapatıldı. Bu dönemde parlayan bir diğer ırkçı Türkçü 1938-1943 yılları arasında Ergenekon, Bozkurt ve Gök-Börü adlı üç Türkçü derginin editörü olan Reha Oğuz Türkkan’dı. Türkkan bu dergide ‘Reha Kurtuluş’, ‘Avni Motun’, ‘Ergenekoncu’ ve ‘A. Mete Turanlı’ imzaları ile yazılar yazıyordu.

4 Şubat 1939 tarihli Ergenekon’da Türkkan “Düşünün bir kere: Büyük şef [Mustafa Kemal] ne diye ‘ırk tarihimiz’ üzerinde bu kadar ısrarla durdu?… Niçin durmadan bize: ‘Tarihimizin en mühim kısmı Orta Asya’dadır!’ dedi ve oradaki ırkdaşları bize hatırlattı?... Gene o sevimsiz politika denilen nesne yüzündendir ki bize doğrudan doğruya: ‘Kandaşlar, Asya’da milyonlarca kardeşlerimiz var; esaret altında inliyorlar. Bir gün gelip onları kurtaracağız ve büyük Türk birliğini kuracağız!’ diyemedi. Fakat birçok yerlerde bu fikrini ve bu inanışını sezdirdi… Atatürk en samimi bir Panturanistti ve bunu tahakkuk ettirebilecek bir kudretteydi” diyerek ideolojik meşruiyetini nereden aldığını gayet güzel anlatmıştı. Birbiriyle hiç anlaşamayan Türkkan ve Atsız, mücadeleyi birbirlerinin etnik kökeni üzerinden yürüttü. Örneğin Türkkan, Atsız’ı ‘Türklerin çoğunun dahil olduğu brakisefal ırktan olmamakla’ suçladığında Atsız’ın cevabı “Türkkan’ın ataları Ermeni’dir. O Türkkan değil Ermenikan’dır” olmuştu.

Atsız’ın oğluna vasiyeti

Bu bölümü Nihal Atsız’ın 1941’de yazdığı ama etkileri günümüze kadar süren ünlü vasiyeti ile bitirelim: “Yağmur Oğlum! Bugün tam birbuçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigâr olarak bırakıyorum. Öğütlerimi iyi tut, iyi bir Türk ol. Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır. Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Rumenler yeni düşmanlarımızdır. Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır. Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içerideki düşmanlarımızdır. Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı. Tanrı yardımcın olsun!”

Alman ilerleyişinin coşkusu

22 Haziran 1941’de Hitler ordularının Sovyetler Birliği’ni işgal ettiği haberleri Ankara’ya ulaştığında TBMM’deki atmosferi CHP Milletvekili A. Faik Barutçu şöyle anlatmıştı: “Alman-Sovyet harbi memlekette bir bayram havası vücuda getirmiştir. Herkes birbirini tebrik ediyor. Beş yüz senelik tarihi bir intikamın sevki ve sevinci ile kalpler derhal Alman zaferi için çarpmaya başladı. Öğleden sonra Meclis koridorunda Dışişleri Bakanı Saracoğlu’na: -Siyasi gazanız bir kere daha mübarek olsun, dedim. Saracoğlu: -Hepimizin! cevabını verdi. Mebuslar birbirlerine: -Bayramınız mübarek olsun diyorlardı.”

Almanların güneyden Stalingrad’ı çevirmeye başladığı günlerdi. Başbakan Refik Saydam’ın ani ölümü üzerine Başbakan olan Şükrü Saraçoğlu, 5 Ağustos 1942 tarihli güvenoylamasından sonra şöyle demişti: “Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız!”

Nazi Almanyası’yla flört eden devlet ricali sayesinde rejimin şımarık çocuğu rolünü oynayan ırkçı hareketin lideri Nihal Atsız, 1940’ta yayımladığı İçimizdeki Şeytan adlı romanında ırkçı-Turancıları eleştiren Sabahattin Ali’yi gözden düşürmek için ‘İçimizdeki Şeytanlar’ adlı broşürü bu sırada yazdı. Atsız broşürde Sabahattin Ali’ye “Kirye Sebahattinaki. Yahut fikirlerine ve irfanına göre yoldaş Sabahattin Aliyef. Sen, kanı bozuk Oflu Rum dönmesi ve Marks’ın fikri veledi!” diye sesleniyordu. Bu ırkçı hitaplar güya Ali’nin ideolojik biçimlenmesini alaya almak içindi.

Bu polemik tam üç yıl bu minvalde sürdükten sonra, Mart-Nisan 1944’te Atsız’ın kendi gazetesi Orhun’da, Başbakan Saracoğlu’na hitaben yazdığı iki açık mektupla iyice alevlendi. İlk mektubunda ülkeyi ‘sinsi sinsi’ istila eden komünizm tehlikesine karşı başbakana 1942’deki sözlerini hatırlatan Atsız, o günlerde Almanların durumu hiç parlak olmadığı için dilini tutmak zorunda kalan Saracoğlu’ndan umduğu yanıtı alamayınca bir ay sonra ikinci bir mektup yazdı. Benzer temaları işlediği bu mektupta o sırada Ankara Devlet Konservatuvarı’nda dramaturg olarak çalışan Sabahattin Ali’yi, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi folklor hocası Pertev Naili Boratav’ı, İstanbul Üniversitesi Pedagoji Enstitüsü öğretim üyesi Prof. Sadrettin Celal Antel’i ve eski milletvekili, dilbilimci Ahmet Cevat Emre’yi de ‘vatan haini komünistler’ olarak suçluyordu.

Ancak Atsız, hızını alamayıp Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i de ağır biçimde eleştirince, o günlerde savaşı kazanması an meselesi olan Sovyetler Birliği ve Batı devletlerine bir jest yapmak için fırsat kollayan hükümet, Atsız’ı Robert Kolej’deki görevinden aldı, Orhun’u kapattı.

Diğer hocalardan gık çıkmamıştı ama Hasan Ali Yücel ile Ulus gazetesinin editörü Falih Rıfkı Atay’ın cesaretlendirdiği Sabahattin Ali, Nihal Atsız’a karşı ‘hakaret’ davası açınca durum yine kontrolden çıktı. 26 Nisan 1944’teki ön soruşturmada, olayı ‘vatanseverlerle hainlerin savaşı’ olarak niteleyen Atsız’ın mesajını alan ‘vatansever’ gençler galeyana geliverdi. Önce, Ankara Üniversitesi Felsefe Bölümü öğrencilerinden Osman Yüksel Serdengeçti, Sabahattin Ali’ye fiziksel saldırıda bulundu. 3 Mayıs 1944 tarihli ikinci duruşmada, Sabahattin Ali ne zaman ağzını açsa, Nihal Atsız ve yandaşları tarafından alkışlar ve sloganlarla susturuldu. ‘Irkçı-Türkçü’ gençler, Ulus Meydanı’nda “Kahrolsun Komünistler”, “Kahrolsun Moskova uşakları”, “Çok Yaşa Atatürk!”, “Çok Yaşa Milliyetçi Türkiye!” sloganları atarak yürüyor, vurup kırıyor, etrafa sataşıyorlardı. Sonunda Sabahattin Ali’nin kitaplarını yaktılar.

Bu taşkınlıkları sessizce izleyen mahkeme heyeti 9 Mayıs’ta kararını açıkladı, Nihal Atsız’ı Sabahattin Ali’ye hakaretten dört ay hapis cezasına çarptırdı ama cezası ertelendi. Atsız Boğaziçi Lisesi’ndeki öğretmenlik görevinden atıldı.

Turancılar Davası

Ancak Almanya’nın savaşı kaybedeceği anlaşıldığında, hükümet ırkçılıktan derhal çark etti. 19 Mayıs 1944’te Gençlik Bayramı dolayısıyla halka bir konuşma yapan Cumhurbaşkanı İnönü, “Türk milliyetçisiyiz, fakat memleketimizde ırkçılık prensibinin düşmanıyız” diyordu. Konuşmayı izleyen iki hafta içinde ırkçılar gözaltına alınmaya başladı.

Uzun bir soruşturma döneminden sonra 7 Eylül 1944’te İstanbul İstiklal Mahkemesi’nde ‘Turancılar Davası’ başladı. Davada Zeki Velidi Togan, Reha Oğuz Türkkan, Nihal Atsız, Hüseyin Namık Orkun, Orhan Şaik Gökyay, Fethi Tevetoğlu, Alparslan Türkeş, Hikmet Tanyu başta olmak üzere 23 sanık yargılanıyordu. Suçlama ‘hükümeti devirmek için gizli örgüt kurmak’tı. Savcıya göre örgütün adı ‘Gürem’di.

Ziya Özkaynak adlı bir sanık 7.080 üyesi olduğunu söylediği örgütün amacını şöyle tarif etmişti: “Irkçı ve Turancı bir hükümet kurmak lazımdır. Bugünkü hükümet hiçbir şey başaramıyor. Biz hükümeti ele almak için gizli bir teşkilat kurduk. Atatürk’e muhalif bir doktorun idaresindeyiz. Birçok subaylar cemiyetimize dahildir. Muhafız Alayı ve Sarıkışla subaylarını elde ederek bu kuvvetlerle merkezden ani bir darbe-i hükümet yapacağız. Ecnebi bir hükümetle temastayız. Bize silahla yardım edecek. Doğru Büyük Millet Meclisi’ne giderek evvela mebusları tevkif edip, iktidarı alacağız!”‘Ecnebi devlet’ Almanya’ydı. O tarihlerde Turancı diye bilinen bazı kişiler Almanya’ya geziler yapıyordu, Nuri Demirağ adlı işadamının Almanlarla Turancılar arasındaki para trafiğini yürüttüğü söyleniyordu.

Ancak sanıklar tüm iddiaları reddetti. Gürem’e dair ifadelerinin işkence altında alındığını söylediler. İddialarına göre tabutluklara konmuş, günlerce aç susuz bırakılmış ve dövülmüştü. Savcının hakkındaki ithamlarını duyan Reha Oğuz Türkkan büyük bir şaşkınlıkla “Bunlar, yıllarca, Atatürk tarafından bizzat tayin ve tavzif edilen (görevlendirilen) Mahmut Esat Bozkurt tarafından devletin üniversitelerinde, İnkılap Tarihi kürsüsünden söylenmiştir. On binlerce genç ve içlerinde de ben, bu sözleri duyduk. Bu telkinler altında kaldık. Atatürkçülüğün, Kemalizm’in bu olduğuna inandık. İmtihanlarda ancak bu surette cevap vererek sınıf geçebildik. Bu dersler, bilahare devlet tarafından yayınlanmıştır (...) Anayasamızın manası bize böyle anlatılmıştı. Kemalizm’i, rejimi ve Anayasayı bu şekilde belleyen ve Maarif vasıtası ile bu şekilde öğrenen kimselere bu gün ‘Kemalizm’in, rejimin düşmanısın, Anayasa’ya aykırı şeylere inanıyorsun, hainsin’ demek, tarihin hayretle üzerinde duracağı bir acayipliktir” demişti.

66 oturum süren dava 29 Mart 1945’te sonuçlandı; suçlanan 13 kişiden 10’u çeşitli cezalara çarptırıldı. Togan, hükümeti devirmekten suçlu bulunan tek kişiydi, 10 yıl ağır hapis ve 4 yıl Adapazarı’nda sürgün cezasına çarptırıldı. Türkkan, gizli örgüt kurmaktan suçlu bulundu ve 5 yıl ağır hapis, 4 yıl Diyarbakır’da sürgün cezasına çarptırıldı. Atsız, 3 Mayıs mitinginden dolayı 4 yıl ağır hapis ve 13 ay 15 gün Adana’da sürgüne mahkûm edildi. İlerde Ülkücü hareketin lideri olacak Alparslan Türkeş 9 ay 10 gün hapis cezasına çarptırıldı. Diğer sanıklara da çeşitli hapis ve sürgün cezaları verildi.

Türkiye-SSCB soğukluğu

1945 yılının Haziran ayında, bir süredir 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk Antlaşması’nı yenilememek için ayak sürüyen Sovyetler Birliği Türkiye’yi yeni bir anlaşma imzalamaya davet etti ama bu anlaşma Kars ve Ardahan’ın Sovyetler Birliği’ne geri verilmesini ve Boğazların statüsünü belirleyen 1936 tarihli Montreaux Anlaşması’nın tadilini içeriyordu. Bu talepler Temmuz ayında Türkiye tarafından reddedildi. Bu atmosferde Türkiye’deki resmi çevrelerin Pan Türkist hareketlere tavrı yeniden değişti. Askeri Yargıtay 25 Ekim 1945’te sanıkların yeniden yargılanmasına karar verdi. Tutuklular serbest bırakıldılar.

Uzunbir aradan sonra 26 Ağustos 1946’da başlayan ikinci yargılama ilk davanın tersine basında pek yer bulmadı. 31 Mart 1947’da karar veren 2 No.lu İstiklal Mahkemesi, sanıklara isnat edilen suçların kanıtlamadığını ileri sürdü. Sovyet taleplerinden dört ay sonra Askeri Yüksek Mahkeme, 1 No.lu Askeri Mahkeme’nin kararını ortadan kaldırdı ve dosyayı kapattı.

Bu yıl Türkiye-SSCB ilişkilerinin çok kötüye gittiği bir yıldı. Bunun nişanesi olarak Afet İnan’ın 1936’da 64 bin kafatası üzerine yaptığı doktora tezi ilk kez Türkçe olarak yayımlandı ama, 14 Mayıs 1950’de başlayan Demokrat Parti iktidarı ile birlikte ABD ve Batı dünyası ile gelişen ilişkilerin gereği olarak, ırkçılık düşüncesi tekrar geri plana çekilmek zorunda kaldı....

‘Irkçı Türkçülük’ten ‘Türk-İslam Sentezi’ne giden yolu da (eğer daha ilginç bir konu çıkmazsa) haftaya anlatalım...

Özet Kaynakça: Murat Kaya, “Reha Oğuz Türkkan and Pan-Turkist Movement in Turkey (1938-1947), Master tezi, Boğaziçi Üniversitesi ATA Enstitüsü, 2005; Orhangazi Ertekin, “Cumhuriyet Döneminde Irkçılığın Çatallanan Yolları”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Milliyetçilik, C. 4, İletişim, 2003, s. 345-385; Kemal Bayram Çukurkavaklı, Sabahattin Ali Olayı, Yenigün, 1978; Hikmet Tanyu, Türkçülük Davası ve Türkiye’de İşkenceler, Erciyes Matbaası, 1950; Reha Oğuz Türkkan, Tabutluktan Gurbete. 1988; Uğur Mumcu, 40’ların Cadı Kazanı, Tekin Yayınevi, 1991.

Fotoğraf: 1944 Irkçılık -Turancılık davası sanıkları mahkemede.


Ayşe HÜR

Radikal, 10.02.2013


 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.