Daðdaki Efes, Kirkidje, Kýrkýca, Çirkince, Þirince

15 Mart 2015 15:53 / 1674 kez okundu!

 

 

Sevan Niþanyan'ýn, Þirince'deki restorasyon faaliyetleri sýrasýnda bazý prosedürlere uymadýðý, daha doðrusu uyamadýðý için kesinleþmiþ 11,8 yýl hapis cezasýný çekiyor. Sevan'a yapýlan bu 'negatif ayrýmcýlýk' yetmezmiþ gibi, þimdi de restore ettiði evlerin bir bölümü için yýkým kararý çýkmýþ. Bu devlet, bu iktidar, bu güzel insanlara, bu güzel köye, bu güzel evlere neden düþman?

 

TMMOB Ýnþaat Mühendisleri Odasý Genel Baþkaný Nevzat Ersan, Türkiye'deki 20 milyon yapýnýn yüzde 60’nýn kaçak olduðunu iddia etti. Kaçak yapý yapmak, kanunlarýmýza göre bir suç ama ülkemizde kaç kiþinin bu suçtan hapiste olduðunu bilmiyorum. Bildiðim, Ankara’nýn çevresinde bomboþ pek çok arazi olduðu halde, Atatürk Orman Çiftliði’nin ortasýna, binlerce aðaç sökülerek dikilen Ak Saray’ýn ruhsatsýz olduðu ve CB Erdoðan’ýn Ak Saray için yýkým kararý veren yargýya seslenerek “güçleri yetiyorsa yýksýnlar” dediði, kimsenin gücü yetmediði için binanýn ruhsatsýz olarak hizmete açýldýðý ve bu nedenle kimsenin hapse girmediði…. (Sürecin özetini okumak için týklayýn)

Ayný þekilde bir baþka bildiðim ise, gazeteci, yazar, dilbilimci, düþünür, turizmci, eylemci Sevan Niþanyan’ýn, Þirince’deki restorasyon faaliyetleri sýrasýnda bazý prosedürlere uymadýðý, daha doðrusu uyamadýðý için (çünkü bürokrasinin böyle aykýrý insanlar söz konusu olduðunda ne gibi engeller çýkarma kapasitesinde olduðunu hepimiz tahmin edebiliyoruz) kesinleþmiþ 11,8 yýl hapis cezasýný çekmekte olduðu… Yakýn dostlarýnýn söylediðine göre karar aþamasýnda baþka davalar da varmýþ ve kaldýðý hapishanelerdeki fiziki koþullar ve gördüðü muamele hiç de hoþ deðilmiþ… Sevan’a yapýlan bu ‘negatif ayrýmcýlýk’ yetmezmiþ gibi, þimdi de restore ettiði evlerin bir bölümü için yýkým kararý çýkmýþ. Sanki devlet Sevan Niþanyan’ý  hem fiziken, hem ruhen ezmeye, yok etmeye ant içmiþ… “Dayan Sevan, dayan dostum!” demekten baþka bir þey gelmiyor ne yazýk ki elimden…

 

ANTÝK DÖNEM

 

Antik dönem kaynaklarýnda Klaseas Vadisi içinde, ‘Daðdaki Efes’ adýyla anýlan ve tarih içinde kaynaklarda Kirkidje Kyrkindje, Kirkindsche, Kirkidje, Kýrkýca, Kýrkýnca, Çirkince ve nihayet Þirince diye geçen yerleþimin kuruluþ tarihi bilinmese de, genel kaný MÖ. 5. yüzyýlda Efes kentinin daðýlýp limanýn Kuþadasý’na (Frenklerin deyiþiyle Scala Nova’ya) taþýnmasýndan sonra, Menderes nehrinin getirdiði alüvyon ve taþkýnlardan kaçan küçük bir grup tarafýndan kurulduðu yolunda.

Þirince’de bilinen en eski yapý, Helenistik dönemden kalma. Büyük bir olasýlýkla Efes kentinin kurulduðu Lysimakhos çaðýna ait olan kule Bizans döneminde deðiþikliðe uðramýþ. Bugün yörede Mabed Kilise veya Manastýr olarak biliniyor. Maðara Deresi Kilisesi, Elemen Mevkii Kilisesi gibi halk yapýmý basilikalar da bu dönemde yapýlmýþ olmalý. Köydeki bir þeftali bahçesinde bulunan ve üzerinde Georgios (Yorgo) yazýlý piþmiþ topraktan ekmek damgasý ise Bizans döneminin hatýrasý. Yine Roma-Bizans döneminden kalma su kemerleri ile Karýncalý Yokuþ Yapýsý ve Cibe adý verilen, iþlevi henüz anlaþýlamayan diðer yapý kalýntýlarý var. Bölgede ayrýca Kuþini, Kurudað (Damlataþ) ve Sütini adlý üç de maðara var.

 

“YERLEÞTÝÐÝNÝZ YER GÜZEL MÝ?”

 

Rum (Anadolu) Selçuklu Devleti’nin bakilerinden Aydýnoðullarý’nýn yöreye gelmeleri ve Ayasuluk’u (Selçuk Kalesi çevresi) merkez edinmeleri sýrasýnda, yani 1300’lerin baþlarýna atýf yapan bir rivayete göre azat edilen bir grup Bizans bakiyesi Rum, kendilerine gösterilen bu yere yerleþtikten sonra civar köydekilerin “yerleþtiðiniz yer güzel mi?” sorusuna “Çirkince” diye cevap vermiþ güya. Köylerini gerçekten çirkin bulduklarý için mi, yoksa soranlar göz dikmesin diye mi böyle dediklerini elbette Allah bilir. Ama o tarihten sonra da Kirkidje Kyrkindje, Kirkindsche, Kirkidje, Kýrkýca, Kýrkýnca demeye devam etmiþ halk ve seyyahlar. (Ben de, ille de tek isim kullanmak zorunda hissetmeyeceðim bundan böyle.)

Nitekim 1698-1702 arasýnda Ýzmir’de faaliyet gösteren Levant (Turkey) Company adlý þirketinin papazý, bilgin, seyyah Edmund D. Chisull “Türkiye Gezisi ve Ýngiltere’ye Dönüþ” adlý kitabýnda köyden bahsediyor. Papaz ve yanýndakiler 21 Nisan 1699’da baþladýklarý uzun seyahatleri sýrasýnda ahalisinin neredeyse tamamý Hýristiyan olan ‘Kirkidje’ye uðramýþlar. Gerisini Chishull’dan dinleyelim: “(…) atlarýmýzla Efes hisarýnýn altýndan birbuçuk saat süren yorucu ve uzun ama zevkli bir yoldan ve çaðlayanlý bir derenin bulunduðu iki tepe arasýnda gittik. Her iki yanýmýzda sarkan mersin, zakkum, katýrtýrnaðý, erguvan, leylâk ve diðer haz verici aðaçlarýn koyu gölgeleriyle aðýrlandýk (…) Köyün papazý bize, güya Ýncil yazarlarýnýn el yazýlarýný göstermek istedi. Havarilerin Ýþleri kitabýnda açýklanan yedi papaz yardýmcýsýndan biri olan Prochorus tarafýndan yazýldýðýný iddia ettiði bir Ýncil gösterdi. Ýncelememiz sonucunda harflerin eski, belki 6. veya 7. yüzyýldan kalma olduðunu gördük. Kitap, ya Ýncil’in kopyasý ya da bir dua kitabýydý….”

 

DÝDO SORÝTÝYU’NUN KIRKICASI

 

1821 yýlýnda Yunanistan’ýn baðýmsýzlýðýný kazanmasýyla Rum nüfus, merkez tarafýndan baský altýna alýnmýþ ama Aydýn Vilayeti’nde Rum nüfusunu 1880’lere dek artýþ göstermiþ. Bu dönemde yaklaþýk 5000 Rum’u barýndýran 1.800 haneden oluþan Çirkince, incirleriyle meþhur önemli bir merkez haline gelmiþ: “Þu yeryüzünde cennet diye bir þey varsa, bizim Kýrkýca o cennetin bir parçasý olsa gerekti. Ormanlarla kaplý daðlýk bir bölgede kuruluydu köy. Önümüzde denize kadar göz alabildiðine uzayan Efe ovasý (…) Kendi arazisinin efendisiydi her köylü. Ýki katlý bir evi vardý herkesin. Ayrýca ceviz, badem, elma, armut, kiraz aðaçlarýyla ve sebze bahçeleriyle çevrili, yazlýk bir evi vardý. Ve hiç kimse bahçesini çiçeklerle donatmayý ihmal etmezdi. Ve dört bir yandan fýþkýran akarsularýn ne kýþ, ne yaz kesilmezdi türküsü. (...) Yavaþ ama saðlam bir gelir kaynaðýydý zeytinyaðý. Ama incir... köylünün kemerini altýnla dolduran incir. Sadece Aydýn ilinde deðil, bütün Doðu’da, Avrupa ve Amerika’da bile ün salmýþ incirlerimiz. Derisi var mý, yok mu anlayamazdýnýz, öylesine inceydi; Anadolu’nun o caným güneþiyle ballanmýþtýlar.”


Bu satýrlar Benden Selâm Söyle Anadolu’ya isimli aný-romanýn, Kýrkýca’da yaþamýþ Yunanlý yazarý Dido Sotiriyu’ya ait. Sotiriyu, bundan sonra sayfalar dolusu anlatýyor köyün adetlerini, yortularýný, yaþam kültürünü… Ama bu mutluluk çok sürmemiþ. Önce Ýttihatçýlarýn Teþkilat-ý Mahsusa’nýn öncülüðündeki Rum Kaçýrtmasý’yla huzurlarý bozulmuþ. (Ayrýntýlý bilgi için: “Hem gavur, hem güzel Ýzmir”,  (okumak için týklayýn)

1914’de Birinci Dünya Savaþý patlak verdiðinde Köyün Rum gençleri Amele Taburu denilen özel çalýþma birliklerine kaydedilmiþ. Bir yandan taburlardaki zorlu hayat bir yandan milliyetçi düþünceler, taburdan kaçanlarýn sayýsý arttýrmýþ,  Kýrkýcalýlardan daðlarda çetelik yapanlar da olmuþ, Yunanistan’a sýðýnanlar da…

Savaþ sonrasýný da Dido Sotiriyu’dan dinleyelim: “Almanlar mühimmat depolarýný olduðu gibi eski Efes’te býrakmýþlardý. Mondoros Mütarekesi’nin emrettiði gibi, bu depolarý müttefiklere teslim etmekle görevli Türk jandarmalarý ise kaçmýþtý. Ve Kýrkýca Köyü’nün sakinleri, karanlýk bastýrdýðý andan itibaren eski Efes’in yollarýný arþýnlayarak depolardaki bütün silâh ve patlayýcý maddeleri köye taþýdýlar. Ve ancak o vakit hür hissettiler kendilerini. Kamburu çýkmýþ sýrtlar birden düzeldi…”

Yine Sotiriyu’ya göre 15 Mayýs 1919’da Ýzmir’i iþgal eden Yunan Ordusu Kýrkýca’da büyük bir coþkuyla karþýlanmýþ. Kendini Yunanlý kabul ederek Yunan Ordusu’na gönüllü asker olarak yazýlan Kýrkýcalý, Urlalý, Bornovalý, Kuþadalý Rum gençlerin baþýna Yunanlý subaylar verilerek baðýmsýz alaylar oluþturmuþlar. 10 Aðustos 1920 tarihli Sevr Antlaþmasý, Müttefiklerle bir olup Batý Anadolu’yu paylaþmak hülyasýndaki bu gençleri daha da cesaretlendirmiþ. Ancak 30 Aðustos 1922’deki Büyük Taarruz ve bunun ardýndan 9 Eylül 1922’de Ýzmir’in geri alýnmasý sýrasýnda Ege’deki Rum köylülerin çoðu Yunanistan’a doðru yola çýkmýþlar, ya da çýkartýlmýþlar.

Sotiruyu açýkyüreklilikle sayar döker her iki tarafýn da hatalarýný: “Yeknesak çan sesleri iþitiyorum. Devenin o yumuþak, o edalý yürüyüþüne iþarettin bu çan sesleri! Hörgücünd üzüm küfeleri, kuru incir sandýklarý ve zeytin çuvallarý, pamuk ve ipek balyalarý ve þarap fýçýlarý taþýyýp gelen devenin! Deveci heyyy! (…) Þevket! tanýmadýn mý yoksa beni? Ben senin dostun… ben senin arkadaþýn! Yýllarca birlikte gülüp, beraber aðladýk… Ne yapýyor Þevket? Ah Þevket, Þevket! Vahþi birer hayvan kesildik! Karþýlýklý hançerledik, paramparça ettik yüreðimizi! Durur dururken!.. Ve sen… Kör Mehmed’in damadý. Hele sen! Niye öyle tiksinerek bakýyorsun yüzüme? Öldürdüm evet seni, ne olmuþ! Ve iþte aðlýyorum… Sen de öldürdün! Kardeþler, dostlar, hemþeriler… Koskoca bir kuþak, durup dururken katletti kendi kendini!… Bütün bu çekilen acý, kötü bir rüya olsaydý ah! Ve yanyana, omuz omuza verip yürüseydik tarlalara doðru yeniden! Sakakuþlarýnýn türküsüyle þenlenen ormanlara doðru yürüyebilseydik! Ve her birimizin sevdiceði kendi kolunda, çiçeklere bürünmüþ kiraz bahçelerinden gülümseyerek çýkýp, yanyana eðlenmek üzere, þenlik meydanlarýnýn yolunu tutabilseydik!… Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmed’in damadý! Benden selam söyle Anadolu’ya… Topraðýný kana suladýk diye bire garezlenmesin… Ve kardeþi kardeþe kýrdýran cellatlarýn, Allah bin belasýný versin!…”

Köydeki son haneler de 1924’teki Mübadele sýrasýnda boþalacaktýr. Þirinceliler Yunanistan’a giderken (çoðu Katerini’nin Nea Efesos köyüne yerleþmiþtir) Selânik, Kavala ve Provusta’dan gelen Türklerin buraya yerleþtirilmeleriyle köy yeniden canlanmaya baþlar güya.

1928’de köyü ziyaret eden, dönemin Ýzmir Valisi Kâzým Dirik, öðretmen Suat Bey’in yazýp besteledigi bir marþýn sözlerinden esinlenerek, köyün adýný Þirince olarak deðiþtirir, belki de eski günlere daha çabuk dönülür umuduyla…

 

SABAHATTÝN ALÝ’NÝN ‘ÇÝRKÝNCE’SÝ

 

Peki eski günlere dönülmüþ müdür? Bunu da Sabahattin Ali’nin 1947’de yayýmlanan “Çirkince” adlý hikayesinden öðrenelim:

“(…) ‘Safa geldiniz! Buyurunuz bir kahve içelim! diyerek yanýbaþýndaki iskemleye çöktü. Ben, günümün geri kalan kýsmýný, onun hicviyelerini ikinci defa dinlemeye hasretmek korkusuyla bir türlü oturamayarak: ‘Teþekkür ederim, fakat ben bir at bulup Çirkince’ye kadar gitmek istiyordum’ diye mýrýldandým. (…)

Biraz durup kendi kendine söylenirmiþ gibi dudaklarýný kýpýrdatarak tespihini çektikten sonra yüzüme baktý: ‘Mamafih Çirkince’ye gitmenizi tavsiye etmem. Þimdi orda birkaç muhacir ailesinden baþka kimse yok. Sýcakta boþuna yorulacaksýnýz!”’

‘Önemli deðil!’ ‘Gene de siz bilirsiniz… Mademki bir kere azmettiniz… Kendiniz görüp hükmünüzü veriniz!’

Bu son sözleri söylerken, ak sakallarýyla cýgaradan sararmýþ býyýklarýnýn arasýnda tuhaf bir gülümseme geçer gibi oldu. Fakat ben bunun üzerinde durmaya vakit bulamadan o, önümüzden geçen bir çocuðu çaðýrarak at getirtmek üzere damadýna koþturdu. (…)

Ýsmini hatýrlayamadýðým ihtiyar öðretmenin lügatlý konuþmalarýný daha fazla dinlemeye fýrsat kalmadan eski bir Çerkez eyeri kapatýlmýþ doru bir kýsrak önümüze çekildi. Atladýðým gibi Çirkince’nin yolunu tuttum.

Ovada atý süratliye kaldýrdým. Ýki yanýmda, incirlerin altýnda, hasýrlar üzerine yemiþler serilmiþti. Yol kenarýnda, kirli beyaz gömlekli, donsuz çocuklar, ellerinde birer çomakla, hayvanýn nallarýndan kalkan tozda kayboluverdiler. Bayýra týrmanmaya baþlayýnca otuz sene evvel geçtiðim yolu çok güzel hatýrladým. Fakat o eski taþ döþeli yol, þimdi bozulmuþ, yer yer diz boyu çukurlarla dolmuþtu. Ýki yanýmýzda uzanan zeytinlikler yýllardan beri sürülmediði için her tarafý ot sarmýþtý. Daða doðru yükseldikçe baþlayan çamlýklarýn bir hayli seyrekleþtiðini, taze kesilmiþ, dört beþ yaþýnda çam fidanlarýnýn körpe yaralarýnda reçinelerin pýhtýlaþtýðýný fark ettim. Uzaktan ve yukarýdan bakýnca Selçuk Ovasý, Küçük Menderes yine eskisi gibi parlak renklerle uzanýyor, Cellat Gölü’nün yerinde þimdi tütün tarlalarý ve kanallar görünüyordu. Fakat beþ on sene önce açýlan bu kanallarýn, sular bastýkça kenarlarýndaki tarlalarý kemirdikleri, köþelerinden bucaklarýndan birer parça alýp tekrar bataklýða çevirdikleri, þekillerinin bozulmaya baþlamasýndan ve yer yer görünen sazlýklardan belliydi.

Ýçime, Efesos’un periþan hali karþýsýnda duyduðum acýya benzer bir gariplik çöktü. Kimbilir Çirkince’yi de ne halde bulacaktým. Hatta bir aralýk atý çevirip gerisin geriye dönmeyi bile düþündüm. Fakat tam bu sýrada, bir dönemeci kývrýlýr kývrýlmaz, çivitli beyaz evleri, iri çýnarlarýyla köyü karþýmda buldum.

Yýllarca görmediðim bir hasretime kavuþmuþ gibi yüreðim hopladý. Sabahtan beri gördüklerimin ve duyduklarýmýn tesiriyle, artýk Çirkince’yi de yerinde bulamayacaðýmdan korkmaya baþlamýþtým. Halbuki iþte Çirkince, týpký otuz sene önceki gibi, güler yüzüyle orada duruyordu. (…)

Dizginleri o kadar þiddetle çekmiþim ki, hayvan baþýný hýzla geriye attý ve göðsüme çarptý. Bunun acýsýyla mý, yoksa gördüðüm manzaranýn tesiriyle mi bilmiyorum, birdenbire baþým döndü, sersemledim, aþaðý yuvarlanmamak için hemen indim ve alnýmý eyere dayayarak bir müddet bekledim. Biraz kendime gelince, dizginleri dirseðime geçirerek yavaþ yavaþ köyün içine girdim.

Burasý benim otuz sene önce gördüðüm, içinde en güzel günlerimi geçirdiðim yer deðildi. Þu sað tarafýmda kapýsýz, penceresiz, çatýsýz yükselen dört duvar, bir zamanlar bahçesinde yüzlerce çocuðun oynadýðý mektep olamazdý. Þu önümdeki ulu çýnarýn dibinde, böyle bataklýk ortasýnda bir taþ yýðýný deðil, dört gözlü bir mermer çeþme olacaktý.

Köyü baþtan baþa dolaþtým. Bu sekiz yüz evli küçük kasabada, þimdi belki elli aile bile oturmuyordu. Buraya mübadil olarak yerleþtirilen muhacirler, tütüncü olduklarý için incirlerini, zeytinliklerini yok pahasýna satmýþlar, hatta birçok aðaçlarý kýþýn kesip yakmýþlar, sonra her biri bir tarafa daðýlmýþlardý. Ortalýkta insan görünmüyordu. Belki yirmi seneden beri el sürülmemiþ gübre ve süprüntü ile kaldýrýmlarý görünmez hale gelen sokaklarda, bazan gözlerinin rengi bile anlaþýlmayacak kadar kirli bir çocuk peyda oluyor, bir yabancýnýn geçtiðini fark eder etmez, arkasýndan çekmeye çalýþtýklarý keçinin ipini býraktýðý gibi kayboluyordu. Yýllardýr boþ duran evlerin ne kapýlarý, ne pencereleri, hatta ne de döþemeleri kalmýþtý. Sekiz on odalý koskoca evlerin sahipleri bile, pencerelerine tahta çiviledikleri bir yer odasýna dolmuþlar, öteki odalarýn dolap kapýlarýna ve çerçevelerine kadar bütün tahta kýsýmlarý kýþýn söküp yakmýþlardý. Onlarý, karlý havada birkaç yüz metre ötedeki çam ormanlarýna gitmekten alýkoyan mukaddes tembellik karþýsýnda garip bir ürperti duyarak dolaþmama devam ettim. Ýçinde insan bulunan bazý evlerin kapýlarý arkasýndan, yahut pencerelerdeki tahtalarýn arasýndan, ürkek gözlerin beni seyrettiðini fark ediyor ve her an biri yakama yapýþýp: ‘Ne iþin var burada?’ diye soracakmýþ gibi kuþkulu yürüyordum.

(…) ‘Siz ne zamandan beri bu köydesiniz?’ dedim. ‘Elli sene oluyor herhalde… Babam bu köye yerleþtiðinde ben on beþ yaþýnda vardým… Öyle ya… elli sene olacak.’

Þimdi onu iyice hatýrlamýþtým. Otuz sene önce bu köyde oturan tek Müslüman, bu Giritli kahveciydi. O da bizim misafir kaldýðýmýz yüzbaþýyý, çocuklarýný, hatta beni ve kardeþimi hatýrladý. Buraya hangi hayalin peþine takýlarak geldiðimi öðrenince gözlerini yüzüme dikti, hiçbir þey söylemeden, o da ayný hayalleri arayýp bulmak istiyormuþ gibi daldý.

Sevgili bir ölünün baþýnda bekleþen iki acýlý insan gibi, konuþmaktan çekinerek, bir saat kadar karþý karþýya oturduk. Üç dört adým ötedeki hayvan kýmýldadýkça nallarýn kaldýrým taþlarýndan çýkardýðý donuk, tok seslerden, bir de ulu çýnarlarýn yüksek dallarýndaki hafif uðultudan baþka aralýkta çýt yoktu.

Gitmek için doðrulurken dayanamadým, daha çok kendi kendime söyler gibi mýrýldandým: ‘Bizim elimize geçen her yer böyle mi olacak!’

Karþýmdaki, bir hakarete uðramýþ gibi yüzüme sert bir bakýþ fýrlatarak adeta baðýrdý: ‘Bizim ne kabahatimiz var be?’

Eliyle kalktýðým iskemleyi iþaret etti, kabahatli bir çocuk gibi hemen oturdum. O, gözlerinin sert, fakat ayný zamanda dalgýn bakýþýný hep üstümde tutarak, devam etti:

‘Buraya getirip oturttuklarý mübadillerin de kabahati yoktu. Ýskeçe’nin, Kavala’nýn tütüncüleri… zeytinden, incirden ne anlasýnlar? Aðaç dediðin bakým ister, masraf ister… Kýymetini bilmeyene nimetini verir mi? Muhacirler iki sene üst üste mahsul alamayýnca ya kestiler, ya sattýlar… Cahillikle fakirlik bir olmuþ, Sultan Süleyman’ýn mülkü daðýlmýþ… Zaten tefviz (bir malý birine verme) iþleri de seneler sürdü. Dünyanýn dalavereleri döndü. Gelenlerin çoðu meteliksizdi. Para yedirip iþlerini gördüremeyince hepsi bir yana daðýldý… Ne olacak? Rumeli’nde koca çiftlik býrakan adama yüz aðaç zeytin düþmedi de, köyünde bir baskýsý olan burada üç fabrikaya sahip çýktý. Senin anlayacaðýn, hakký olan alamadý, hakký olamayan binlerce aldý. Ama onlara yaradý mý? Ne gezer!.. Anafor malýn kýymetini bilmediler, yok fiyatýna elden çýkardýlar. Buralarýn eskiden kalma bir iki derebeyi vardý. Kimi Ýzmir’de, kimi Ankara’da oturur… hepsini onlar kapattý… Emvali metrukeden, aðacý on kuruþa, on beþ kuruþa zeytin, incir bahçesi satýn aldýlar… ‘Malýmý satmam!’ diye inat edenler de en sonunda boyun eðdi. Ne yapsýn?.. Para da, devlet de aðalarýn elinde. Bunlarla baþ olur mu?.. Patronlar istemedikçe, kimse aðacýnýn meyvesini toplatacak iþçi bulamaz. Çoluk çocuk kendisi toplasa, yaðýný çýkartacak fabrika bulamaz. Evvela dört senelik mahsulünü, sonra kökünü satar, alýr baþýný gider.-‘

Önündeki teneke masayý ezmek ister gibi yumruðunu bastý, gözlerini uzun müddet etrafta gezdirdi, sonra devam etti:

‘Burasý eskiden ne idi, þimdi ne oldu!.. Ama sebebi var. Eskiden burada oturan herkesin kendine göre malý vardý. Ýncirden, zeytinden ne alýrsa burda yer, burda býrakýrdý. Bütün bu gördüðün daðlarýn, ovalarýn nimeti hep burda kalýrdý. Þimdi buralarýn sahibi olan beyler, ne alýyorlarsa baþka yere götürüyorlar. Apartman dikiyor, köþk alýyorlar. Otomobillere, karýlara yatýrýyorlar. Ýþçilik diye burada býraktýklarý, aldýklarýnýn binde birini tutmaz. Kalanlar da bununla iþte bu kadar geçinebilir… O senin bildiðin Çirkince de iþte bu hale gelir… Cennet gibi yerler virane oldu diye gavurda keramet, Müslümanda kabahat arama!.. Eskiden buralarýn sahipleri burada yaþar, burada iþlerdi. Sen sahipli memleketi sahipsiz eden beylerin yakasýna yapýþ… Bir daha da öyle demin konuþtuðun gibi konuþma… Bizim elimize geçen her yer neden böyle olsun? Burasý bizim elimize geçti mi ki? Merak etme, milletin eline bir þey geçmedi; ovalar, daðlar üç beþ fýrsat düþkününün elinde toplandý… Ýþte o kadar…”

Yerinden kalktý, önüne bakarak biraz durdu, sonra: ‘Haydi sana güle güle!’ diyerek kahveye girdi.

Baðladýðým yerde huysuzlanmaya baþlayan atý çözdüm, eski Çerkez eyerine atlayarak geldiðim yoldan geri döndüm. Gözlerimi hayvanýn iki kulaðý arasýndan ayýrmamaya gayret ediyordum. Ovaya ininceye kadar neler düþündüm, hatýrlamýyorum. Hayatýmda kafamýn içini bu derece bomboþ bulduðum bir an yoktur. Selçuk’a varmadan önce ovada, tozlu yollarda, saða, sola saatlerce dolaþtým. Atý bazan kendi haline býraktým, bazan çýlgýn gibi sürdüm. Nihayet, bütün vücudum sýzlar bir halde, istasyona döndüm.. Vakit epeyce ilerlemiþ olacaktý. Ýstasyon kahvesinde iki üç kiþi oturmuþ, domino oynuyorlardý. Ýhtiyar öðretmen bir köþede, çenesini bastonuna dayamýþ, uyukluyor gibiydi. (…) Masanýn baþýnda bir müddet hiç konuþmadan oturduk. Sükutu ilk bozan o oldu:

‘Nasýl? Çirkince’yi gördünüz mü?’ ‘Evet, gördüm!’

Bu sözlerin aðzýmdan bir küfür gibi çýktýðýný fark ettim, adamcaðýzý kýrmýþ olmayayým, diye yüzüne baktým. Bana, ‘Kendiniz görüp hükmünüzü veriniz’ dediði zamanki gibi garip bir gülümseyiþi vardý. (…)

Gitmek üzereyken durdu, tekrar bana döndü. ‘Müsaade buyurursanýz’ dedi, ‘zatýalinizi haddim olmayarak bir hususta tenvir edeyim. Teþrif buyurduðunuz köye hala Çirkince diyorsunuz. Halbuki orasý artýk Çirkince tesmiye edilmiyor. Kaza kaymakamý ile parti erkan-ý devr-i cumhuriyette böyle güzel bir vatan köþesinin adýný Çirkince olarak býrakmayý uygun bulmadýlar, Dahiliye Vekaleti’ne müracaat ederek deðiþtirttiler. Þimdi oranýn ismi Þirince’dir… Ya… Þirince…” (Öykünün tamamýný okumak isterseniz týklayýn)

(Aliye, Sabahattin ve Fili Ali. Sabahattin Ali’nin trajik yaþam öyküsü için: “Faili devlet: Sabahattin Ali, Musa Anter, Uður Mumcu, Hýrant Dink” okumak için týklayýn)

  

MÜJDE-SEVAN’IN ÞÝRÝNCESÝ

 

Ýþte 1940’larda Þirince böyle hüzünlü bir yermiþ… Muhtemelen sonra da böyle hüzünlü bir yer olmuþ. Bu yüzden, Müjde Tönbekici’nin 21 yaþýnda, meraklý bir üniversite öðrencisiyken neden Þirince’ye vurulduðunu, sonra buraya neden yerleþtiðini anlamak benim için kolay olmamýþtý. Ama sonra öðrendim ki, Dido Sotiriyu’nun kitabýymýþ onu Þirince’ye çeken… Müjde Tönbekici daha sonra dünyanýn en ilginç adamlarýndan biri olan Sevan Niþanyan’la tanýþacak, Þirince macerasý bambaþka bir yöne evrilecekti. Evlilik, üç çocuk, Sabahattin Ali’nin tarif ettiði türden, yok olmaya yüz tutmuþ tarihi evlerin restorasyonu, Müjde Tönbeki’nin tabiriyle “bir dördüncü çocuk olarak Niþanyan Otel’in kuruluþu”... Sonra, duyunca hepimizi sarsan, Niþanyan çiftinin evliliklerini bitirmesine neden olan o olay, sonra Sevan Niþanyan’a açýlan davalar, 11,8 ay hapse mahkum olmasý ve hapse girmesi… Þimdi de Niþanyan Evleri için çýkan yýkým kararý…. Bütun bunlar için ayrýntýlý bilgiyi birinci elden, Müjde Tönbekici’nin tatlý dilinden öðrenmek isterseniz Milliyet gazetesindeki þu röportajý (okumak için týklayýn) ve/veya Agos’taki þu röportajý okuyun... (Okumak için týklayýn)

Ve sonra hep birlikte þu sorulara cevap arayalým: Bu devlet, bu iktidar, bu güzel insanlara, bu güzel köye, bu güzel evlere neden düþman? 

Müjde Tönbekici

 

Ayþe HÜR

Radikal, 15.03.2015

 

 

Bu yazýyý Facebook'ta paylaþabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaþ
0
Yorumlar
Uyarý

Yorum yazabilmek için üye olmalý ve oturum açmalýsýnýz.

Eðer sitemize üye deðilseniz buraya týklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eðer üye iseniz oturum açmak için buraya týklayýn.