Cumhuriyet'in 'kadın projesi'nde 'türban gediği'

01 Ekim 2014 16:50 / 1638 kez okundu!

 

 

Kadınların kamusal alanda başlarının örtülmesiyle ilgili ilk 'olay' Pakistan'daki Dünya Müslüman Kadınlar Kongresi'ne katılan üç Türk kadınının, bir mezar ziyaretinde başlarını örtmeleri üzerine yaşanmıştı.

 

Geçtiğimiz hafta, orta öğretim kıyafet yönetmeliğindeki ‘başı açık’ ibaresinin kaldırılmasıyla, ortaöğretimde türbanlı/başörtülü öğrenim görmenin artık mümkün olması, moda deyimle ‘gündeme bomba gibi düştü’. Bu tartışmaya Cumhuriyet tarihinde kadın giyimi (daha doğrusu ‘kadın bedeni’) üzerinden yürütülen tartışmalara değinen yazılarımın bir özetiyle dolaylı yoldan katılmak istedim. 

Mustafa Kemal, tedavi için geldiği Viyana yakınlarındaki Karlsbad’ta iken, 6 Temmuz 1918 günü hatıra defterine yazdığı kadın, tesettür ve evlilik hakkındaki uzun bölümü şu satırlarla bitirir: “Bu kadın meselesinde cesur olalım. Vesveseyi bırakalım... Açılsınlar, onların dimağlarını ciddi ulûm ve Fünûn ile tezyîn edelim [donatalım]. İffeti, fenni sıhhi surette izah edelim. Şeref ve haysiyet sahibi olmalarına birinci derecede ehemmiyet verelim...” 

Nitekim 23 Temmuz 1919’daki Erzurum Kongresi sırasında Mazhar Müfit (Kansu) Bey’e yazdırdığı ‘zaferden sonra olacaklar’ listesindeki maddelerden biri, tesettürün kaldırılmasıdır. Ancak, o yıllarda Atatürk’ün sekreterliğini yapmış olan Hasan Rıza Soyak’a göre Afgan Kralı Emanullah Han’ın Türkiye’ye yaptığı bir ziyaret sırasında gördüğü yenileştirme hareketlerinden etkilenerek kadın giyimi konusunda bir kanun çıkardığını öğrenince üzülmüş, “Eyvah adam gitti demektir; ben kendisine ısrarla bu mevzua girmemesini tavsiye ettim, çok yazık oldu” demiştir. (Gerçekten de bir süre sonra Kral taç ve tahtını terk ederek kaçmağa mecbur olmuştur.) 


‘ERKEK’ VE ‘DEVRİMCİ’ 
Mustafa Kemal Emanullah Han’a verdiği tavsiyeyi kendi uygulamış mıdır peki? Ömrü boyunca en yakınındakilerden biri olan Falih Rıfkı, Çankaya adlı kitabında şöyle der: “Kadın anlayışında pek garplı olduğu söylenemez. Hatta hanımların boyanmasını bile istemezdi. Son derece kıskançtır. Denilebilir ki harem temayülünde idi. Bu O’nun hissi mizacı ve alışkanlığıdır. Kafasına göre, kadın hür ve erkeklerle eşit olmalıydı. Batı medeniyeti dünyasının kadını ile Türk kadını arasında hiçbir fark kalmamalıydı. Medeni Kanunla Türk kadının bütün haklarını veren Atatürk, kendi münasebetlerinde bırakın ecnebi erkekle evlenen Türk kadınını, ecnebi kadınlarla evlenen Türk erkeğine bile tahammül etmezdi.” 

Mustafa Kemal’in muhafazakâr erkek kimliğinin ipuçlarını 21 Mart 1923’te Konya’da Kızılay Kadın Kolu’nun organize ettiği çayda yaptığı şu konuşmada görürüz: “Gerçekten de özellikle büyük şehirlerde kıyafetlerimiz bizim olmaktan çıkmıştır. Şehirlerdeki kadınlarımız iki aşırı kılık içinde görünüyorlar. Ya dışarıdan ne olduğu bilinmeyen çok kapalı, karanlık bir kılık ya da Avrupa’nın en serbest balolarında bile gösterilmeyecek kadar açık bir giyiniş. Her ikisi de dinimize aykırıdır (…) Kılıklarını da aynen Avrupa kadınını taklit ederek giyimlerini aşırılığa götürenler düşünmelidirler ki; her ulusun kendi gelenekleri, alışkanlıkları, ulusal özellikleri vardır. Başkasını aynen taklit eden millet; ne o milletin aynı olabilir, ne kendi ulusallığı içinde kalabilir. Bunun sonu da umulana varılmamanın acısıdır. Kapalı olmayan fakat erdemli olan bir giyimle ilim ve sanat hareketlerine, sosyal hareketlere katılan kadını, dünyanın en tutucu milleti bile beğenir.” 


ERKEK BENCİLLİĞİ 
27 Ağustos 1925 günü Mustafa Kemal İnebolu’da meseleyi bir kez de (sadeleştirilmiş bir Türkçe ile) ‘iklim’ ve ‘erkek bencilliği’ açısından yumuşak bir dille ele alır ama eylemde sertleşeceğinin işaretini de verir: “Seyahatim sırasında köylerde değil bilhassa kasaba ve şehirlerde kadın arkadaşlarımızın yüzlerini ve gözlerini çok yoğun ve itina ile kapatmakta olduklarını gördüm. Bilhassa bu sıcak mevsimde bu tarz kendileri için mutlaka ıstırap verici olduğunu tahmin ediyorum. Erkek arkadaşlar bu biraz bizim bencilliğimizin eseridir. Çok namuslu ve dikkatli olduğumuzun icabıdır. Fakat muhterem arkadaşlar, kadınlarımız da bizim gibi aklı eren ve düşünen insanlardır. Onlara ahlakın kutsallığını telkin ettikten, millî ahlâkımızı anlattıktan ve onların zihnini nur ile temizlik ile donattıktan sonra fazla bencilliğe gerek kalmaz. Onlar yüzlerini dünyaya göstersinler. Ve gözleriyle dünyayı dikkatle görebilsinler (...) Arkadaşlar, özel olarak söylüyorum. Korkmayınız, bu gidiş zorunludur (…) İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca ulaşmak için gerekirse bazı kurbanlar da verelim. Bunun ehemmiyeti yoktur (...) Medeniyetin coşkun seli karsısında direnmek boşunadır...”

Mustafa Kemal Kastamonu’da ‘Şapka Nutku’nu okuyor.



PEŞTAMAL VE PEÇEYE HAYIR 
Benzer bir konuşmayı 30 Ağustos 1925 günü Kastamonu’da da yapınca yerel yöneticiler canla başla giyim kuşam devrimini hayata geçirmeye soyunurlar. Bu girişimin kadınlarla ilgili ayağında, Eskişehir Belediye Başkanı yerel gazetede yayınlanan bir bildiri ile hanımların giydikleri peştamalın terk edilerek uygar bir giysi giyilmesini ister. Ordu’da yayınlanan Güzel Ordu gazetesindeki baş makalede peçe ve çarşafın yüzyıllardan beri toplum hayatında sebep olduğu anlamsız etkilerden bahsedilir ve çağa uymayan bu giysilerin terk edilmesi istenir. Tirebolu Belediyesi ise 7 Ekim 1926 yılında aldığı bir kararla halka peçelerini çıkarmaları hususunda 48 saat süre verir. Ayrıca kasabanın ileri gelenlerinin hanımları peçelerini çıkarmak suretiyle halka öncülük etmek istenecek ancak bu çabalar sonuçsuz kalacaktır. Trabzon İl Genel Meclisi 11 Aralık 1926 tarihinde aldığı bir kararla halka 10 gün süre tanıyarak bu tarihten sonra peçe takmaya devam edenlerin cezalandırılacaklarını duyurur. Aydın’da da İl Genel Meclisi tarafından 1 Şubat 1927 tarihinde alınan bir kararla peştamal, üstlük ve çarşaf kullanımı yasaklanarak halka 1 Nisan 1927 tarihine kadar süre verilmiş ve bu tarihten sonra söz konusu yasağa uymayanların cezalandırılacağı duyurulmuştur. 1928’te Sivas Belediye Başkanlığı peçe ve çarşafın kaldırılması yönünde çalışmalar yapılmasına karar verir. 


TAYYÖR, PELERİN VE TÜL 
İzlenen politikalar sonuç vermeye başlamış olmalıdır ki kadınlar çarşaf ve benzeri giysilerini çıkararak hızla batılı giysilere bürünürler. Yazları ipekli kumaştan yapılmış tayyör, onun üzerine tayyör rengine uygun ve aynı kumaştan pelerin, başa da arkadan sıkılan tül örtü, kışları tayyör, üzerine manto giyilir. Moda dergileri sıkça manto modelleri vermekte ve biçki dikiş kurslarında öğrencilere manto dikişi öğretilerek, manto giyimi yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır. Ancak baş giyiminde henüz tek tip bir tavır oturtulamamıştır. 1930’da kadınlara belediye seçimlerine katılma hakkı tanınmasından sonra, çarşaf ve peçelerle oy kullananların kimliklerinin tespiti sırasında tatsız olayların yaşanması üzerine peçe ve çarşaf konusunu yeniden gündeme getirir. Kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkının ‘verildiği’ 1934’te bu durum daha büyük sorun olur. 



1930’larda biçki dikiş kursunda şapka diken kızlar.


16 Mart 1935’de Adana’da, 29 Nisan 1935’de Ordu’da, 10 Temmuz 1935’de Sungurlu’da peçe ve çarşaf kullanımının yerel yönetimlerce yasaklanır. CHP’nin 16 Mayıs 1935 tarihli oturumunda Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya ‘kadın devrimi bir ülkenin bağımsızlığının ve geleceğinin koruyucusu, rejimin esasıdır. Komisyonumuzun ve hükümetimizin ilgi ile takip ettiği bu isi onaylamanız hükümet için büyük bir direktif olacaktır’ diyerek işin peşini bırakmayacaklarının işaretini verir. 

Nitekim Şükrü Kaya imzasıyla 22 Temmuz 1935 tarihli bir tamim uyarınca önce Mersin’de Belediye kararıyla, sonra Trabzon’da Vali başkanlığında toplanan İl Genel Meclisi kararıyla kadınların çarşaflı olarak sokağa çıkması yasaklanır. Bu kararda çarşafın sakıncaları anlatılmış ve polise çarşaflı kadınları götürmeleri konusunda emir verilmiştir. Trabzon’un kararı Rize İl Genel Meclisi tarafından aynen kabul edilir ve uygulanır. 1935 yılı boyunca sırasıyla Bodrum, Adana, Antalya, Sungurlu, Zile, Konya, Afyon, Maraş’ta benzer kararlar alınır ve uygulanır. 


MİLLİ BİR VAZİFE VE BORÇ 
23 Nisan 1937’de yayınlanan şu tehditkâr tamim ise modernleşmenin emirlerle gerçekleştirilmesinin imkânsızlığını adeta ilân eder: “Medeni vasıflarla donatılmış bir milletin kadınlarında görülmesi asla yakışık almayan peçe ve çarşaflara ötede beride ara sıra rastlanılmaktadır (…) Türk medeni rejimi ise asla bu gibi çirkin ve alelacayip kıyafetlere taraftar değildir. Her vatandaş sunu iyice bilmelidir ki İnkılaba, rejime uymayanlar gericiliğe eğilimli ve bu çirkin arzu ve eğilim ile sakatlanmış kabul edileceklerdir. Medenî haklarını çok iyi kullanan erkeklerin eşlerinin, medenî hakkını da teslim etmeleri ve ona uymaya mecbur etmeleri kendileri için Milli ve kanuni bir vazife ve borçtur!...” 


TÜRBAN KAMUSAL ALANDA 
Çok Partili Dönem’de kadınların kamusal alanda başlarının örtülmesiyle ilgili ilk ‘olay’ Pakistan’daki Dünya Müslüman Kadınlar Kongresi’ne katılan üç Türk kadınının, bir mezar ziyaretinde başlarını örtmeleri üzerine yaşanır. DP’ye yakın Zafer gazetesinin 16 Nisan 1952 tarihli sayısındaki Cemal Şahingiray imzalı yazıda şöyle der: “…Karaçi’den gelen bir resmi görünce hayretten dona kaldık. Daima garba doğru medeniyet hamleleri yaptığımızı İslam dünyasına göstereceğimizi ve onları da Garb medeniyetine doğru çekebileceğimizi zan ederken, Şark’a doğru uçan delegelerimizin geriye doğru havalanmış olduklarını maalesef anlamış oluyoruz (…) hanımlarımızın merhum Liyakat Ali Han’ın kabrini ziyaretleri esnasında çekilmiş olan resim bizi üzdü, hatta inkılâplarımıza vurulan bir hançer yarası olarak sızlattı (…) kabrin önünde başlarını başörtüleriyle saygı duruşu yapmaktadırlar (…) Bu üç hanım Pakistan’da başlarını örttüler. İnkılap Türkiye’sine dönebilmek için yüzlerini örtsünler.” 


MÜCADELE ARACI MANTO MODELLERİ 
İkinci olay, 1955 yılının Mart ayında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir genelge yayınlayarak bünyesinde çalışan kadınların başlarını örtmesini istemesiyle yaşanır. Haberin duyulması üzerine Cumhuriyet gazetesi “Diyanet İşleri Binası cami değildir” başlıklı bir açık mektupla tepkisini koyar, ardından “İnkılâplarımızı Nasıl Koruyabiliriz?” konulu bir makale yarışması düzenler. İlginçtir, Cumhuriyet’e DP’nin yandaşı Zafer gazetesi de destek vermiştir. 

Çarşafın bir türlü tarihe gömülememesi üzerine Mart 1956’da Türk Kadınlar Birliği ile Mustafa Kemal Derneği, “Çarşafa hayır, mantoya evet” kampanyası başlatır. Kampanya uyarınca Olgunlaşma Enstitüsü’nün hazırladığı manto modelleri törenlerle çarşaflı hanımlara dağıtılır. Basında ‘çarşaf dizileri’, ‘çarşaflılara ceza kesilsin yazıları’ yayımlanır. Ortam iyice kızıştığında, CHP’li üç kadın milletvekili “bizi yabancı milletler nazarında küçük düşürüyor” diyerek, çarşafın yasaklanması için Meclise kanun teklifi verirler. 

27 Mayıs 1960 Darbesi sonrasında da konu gündemden düşmeyecektir. Milli Birlik Komitesi Başkanı ve (daha sonra Cumhurbaşkanı) Cemal Gürsel, Cumhuriyet gazetesi muhabirine “Çarşaf Türk kadını için bir yüz karasıdır. Türk kadınının güzel yüzünü saklaması için bir alın karası bulunduğunu sanmıyorum. Dünya önüne temiz yüzü ile çıkmak onun hakkıdır (…) Çarşafın namus ile de alakası yoktur” derken, Komite’nin bir başka üyesi, geleceğin CKMP ve MHP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş, kendisiyle röportaj yapan gazetecilere “Son zamanlarda Anadolu’yu hiç dolaştınız mı? Çarşafın nasıl kapkara bir yangın halinde bütün yurdu sardığını gördünüz mü?” diye yakınır. 

Darbeciler “halka verilecek dini terbiye” konularını görüşmek üzere Din Şurası toplarken, İstanbul Müftüsü “Çarşaf kelimesi Türkçe bile değildir, kelimenin esası Acemceden gelmedir. Hz. Muhammed çarşafı şart koşmamıştır. Bu Abdülhamit devrinden kalmıştır” diyerek Komite ile eşgüdümü sağlar. 


‘ŞULEBAŞ’ İCAT OLUNUYOR 
Bu tür tedbirlerle ‘sorun’ bir süre ötelendiyse de ‘akacak kan damarda’ durmaz. 1960’ların ikinci yarısından itibaren başını ‘Şulebaş’ diye anılacak özel bir türbanla kapatan Şule Yüksel Şenler adlı bir kadın yazar ortalığı kasıp kavurur. 

DP’li modern bir ailenin kızı olan Yüksel Şenler, annesinin hastalığı yüzünden ortaokulu terk ederek önce eve kapanmış, bir gönül kırıklığının ardından da bir Ermeni terzinin yanında çıraklığa verilmişti. Modayla olduğu kadar siyasetle de ilgilenen Şenler, 1950’lerde ‘Kıbrıs Türktür’ mitinglerine katılmış, 1960’larda AP’nin Bakırköy Gençlik Kolları’nda aktif siyasete girmiş, bir yandan da edebiyat dergilerine yazılar yazmıştır. Bu dönemde Yüksel olan adının önüne kadın olduğu anlaşılsın diye ‘Şule’ adını koyar. Nur cemaatinin üyesi ağabeyinin güçlü telkinleriyle 1965’te örtünür ve kendini Risale-i Nur derslerine verir. 

O güne dek örtünen kişilerin küçümsenerek ‘Ayşeler, Fatmalar’ diye anılmasına tepki duyan Şule Yüksel Şenler, örtünen kadınları ‘aşağılık duygusundan kurtarmak’ için başını çok özel bir şekilde örtmeye karar verir. Önce biyeli, atkılı, tokalı özel başörtüler takar. Sonunda kendi ifadesine göre Audrey Hepburn’un Roma Tatili filmindeki bir kıyafetinden esinlenerek oluşturduğu bir modelde karar kılar. ‘Şulebaş’ adıyla ünlenecek bu model günümüzdeki türbanların atasıdır. 

Yanında akıl hocası Mehmet Şevki Eygi ile Anadolu turuna çıkan Şule Yüksel Şenler, ilk tesettür konferansını 1967’de Samsun’da verir. Şenler, aynı yıl Türk Kadınlar Birliği’nin hakkında açtığı “çarşafa özendirmek” davasını kazasız belasız atlatır ama dört yıl sonra bir yazısında Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a hakaret ettiği gerekçesiyle (Kur’an’ın bir harfini inkâr edenin kâfir olarak adlandırıldığını, türbana karşı çıkan cumhurbaşkanının ise iki ayeti birden inkâr ettiğini söylemiştir) 9 ay 10 gün hapis yatmaktan kurtulamaz. Ankara’da imam-hatip liselerine ve İlahiyat Fakültesi’ne ‘kız imam-hatip yetiştirme kursları” açılmasını sağlayıp, bunlara müdür olan Şenler'in etkisi giderek artar. İlk eşinden boşanan Şenler, ikinci kez evlenir ve eşi dolayısıyla Nakşibendi Mahmut Ustaosmanoğlu’nun İsmailağa (Çarşamba) Cemaati’ne girerek siyah çarşafa bürünür. 11 yıl sonra ikinci eşinden de şiddet nedeniyle boşandıktan sonra bu cemaatten ayrılır ve uzun süre inzivaya çekilir. O günleri anlatan röportajlarında Şule Yüksel Şenler, ‘Şulebaş’ modelini bulduğu için pişman olduğunu söylüyor. Nedeni de, Peygamberin ‘giyinik çıplaklık’ diye tabir ettiği tarzdaki, gösterişli örtünme biçimlerine istemeden ilham vermiş olması. 




Şule Yüksel Şenler (ortada). 


1965’ten itibaren Şule Yüksel Şenler’in açtığı yoldan pek çok genç kız yürüyecektir. (Dediğine göre Emine Gülbaran onun evinde tesettüre girmiş, Emine Hanım’ı Tayyip Erdoğan’la o tanıştırmıştır.) Nisan 1968’de İlahiyat Fakültesi öğrencisi Hatice Babacan (Ekonomi Bakanı Ali Babacan’ın halası) başörtüsüyle derse girdiği için okuldan uzaklaştırılır. Ertesi yıl bu olayı protesto etmek için 35 ilahiyat öğrencisi başörtüsüyle okula gider. 1970’li yıllarda Anadolu’nun dört bir yanından kız öğrencilerin örtünme hikâyeleri gelmeye başlar. 1972 yılında Ankara Barosu’na kayıtlı Emine Aykenar örtünmeye karar verdikten bir süre sonra ‘laikliğe aykırı tutumdan’ dolayı Baro’dan atılır. Dönemin Baro Başkanı Yekta Güngör Özden, baronun yayınladığı broşürde konuyla ilgili olarak şöyle yazacaktır: “Biz bunu barodan söküp atmasak, örtülüler dolduracak her tarafı.” 


ÜNİVERSİTELERDE TÜRBAN KAVGASI 
1975-1976 öğrenim yılından itibaren imam hatip okullarına başörtüsüyle gidilmesine izin verilmesi, çok sayıda örtülü kızın üniversiteye gitmesine olanak sağlar. Nitekim bu tarihten itibaren ‘başörtüsü sorunu’ üniversitelere taşınır. 1978 yılında Yüksek İslam Enstitüsü Talebe Derneği Başkanı’nın “Müslüman kızların başörtülerine uzanan eller kırılacaktır” açıklaması ileriki yıllarda adeta sloganlaşacaktır. 1979’da üniversite seçme sınavına girecek erkek öğrencilerin sakallı, kız öğrencilerin de başörtülü resimleri ile kayıt yaptıramayacakları duyurulur. Aynı yıl Bolu ve İstanbul’daki bazı eğitim enstitülerine başörtüsüyle girmek isteyen genç kızlar, sınavlara alınmamaktan, disiplin cezalarına, fiziki saldırılardan gözaltına alınmaya kadar pek çok engellemeyle karşılaşırlar. Ancak 1979 İran Devrimi’nin de etkisiyle İslamcı talepler giderek daha yüksek sesle dile getirilmeye başlar. 


ÇİFTE MEŞRUİYET 
12 Eylül 1980 darbecilerinin Milli Eğitim Bakanı emekli Tuğgeneral Hasan Sağlam’ın, Talim ve Terbiye Dairesi ile Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan, (DİB) imam hatip okullarında okuyan kızların başlarının açık mı, kapalı mı olacağı konusunda görüş istemesiyle birlikte olay yeni bir dönemece girer. DİB raporunda hem Nur Suresi’nin 31. Ayeti ile Ahzab Suresi’nin 59. Ayeti’ne, hem de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne atıfta bulunarak örtünmenin vazgeçilmez temel haklardan olduğunun belirtilmesi, ardından da “Müslüman Türk vatandaşı, ‘Ya Allah emri ya Atatürk ilkeleri’ şeklinde son derece vahim bir tercihle karşı karşıya bırakılmamalıdır” demesiyle konu ‘din ve vicdan özgürlüğü’ alanından ‘insan hakları’ alanına taşınır. Ancak bu ‘bol dayanaklı’ rapora rağmen Milli Eğitim Bakanlığı “öğrencilerin hiç bir şekilde başlarını örtemeyeceklerini” bir genelge ile duyuracaktır. 

Konunun giderek akut hale gelmesi üzerine 1981-1982’de çıkarılan bir dizi yönetmelikle kız öğrencilerin ve öğretmenlerin başörtüsü ile derslere giremeyeceği, memurların işyerlerinde başörtüsü örtemeyeceği açıkça belirtilmekle kalmaz, okullarda denetimler sıklaştırılır. Bu dönemde başlarını açmak veya peruk takmak istemeyen pek çok öğrenci okullarını terk etmek zorunda kalır. Ancak yine bu yıllarda muhafazakâr kesimlerin ekonomik açıdan güçlenmeleri, bu kızların yurt dışında eğitim olanaklarına kavuşmasını sağlar. Bu deneyimler, bu kızları biraz daha donanımlı yapar. 


2010 yılında Antalya’da üniversitede türban yasağını protesto eden genç kızlar. (Fotoğraf: Hüseyin Kanber) 




TÜRBAN TANIMI KİME AİT? 
Darbeden sonra yapılan 6 Kasım 1983 seçimlerinde umulmadık bir başarı gösteren Anavatan Partisi (ANAP) tek başına hükümeti kurduktan sonra Başbakan Turgut Özal’la YÖK Başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı türban yasağını kaldırmak için el ele verirler. Bu çabaların sonunda 10 Mayıs 1984’te şöyle bir karar çıkar: “Yükseköğrenim kurumlarında öğrenim gören kız öğrencilerin başlarının açık olması esası yer almış olmasına rağmen, bazı yükseköğrenim kurumlarında sayıları az da olsa bazı kız öğrencilerin müessese içinde başörtüsü kullandıkları konusu üzerinde durularak bu durumun etkin surette önlenmesi gerektiği; ancak modern bir şekilde ‘türban’ kullanılabileceği görüşü çoğunlukla benimsendi.” 

Görüldüğü gibi, ‘türban’ ile ‘başörtüsü’ ayrımını ilk yapan, bugün iddia edildiği gibi günümüzün ‘laikçileri’ (laikliği adeta ideoloji haline getirenler) değil, dönemin YÖK’üdür. Kararda türbanın ‘modern’ olarak tanımlanmasıyla başörtüsü zımnen ‘geleneksel’ olmaktadır. Onaylanan biçim, elbette ‘modern’ olandır. Tek sorun, neyin başörtüsü neyin türban olduğunun tanımlanmamasıdır ki bu belirsizlik günümüze kadar sürmüştür. 


DANIŞTAY’IN BAĞLAYICI KARARI 
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi Nesrin Konukçu’nun derslere başörtülü katılması üzerine verilen okuldan 1 ay uzaklaştırma cezasına karşı açtığı davanın sonunda Danıştay 8. Dairesi’nin 1984’te verdiği karar laikliği ideoloji haline getirenlerin (ki bunlara ‘laik’ değil ‘laikçi’ deniliyor) olaya bakış açılarına mükemmel bir örnek teşkil eder 

“...Yeterli eğitim görmemiş kızlarımız, hiçbir özel düşünceleri olmaksızın içinde yaşadıkları toplumsal çevrenin, gelenek ve göreneklerin etkisi altında başlarını örtmektedirler. Ancak, bu konuda kendi toplumsal çevrelerinin baskısına ve göreneklerine boyun eğmeyecek ölçüde eğitim gören kızlarımızın ve kadınlarımızın sırf Laik Cumhuriyet İlkelerine karşı çıkarak dine dayalı bir devlet düzenini benimsediklerini belirtmek amacı ile başlarını örttükleri bilinmektedir. Bu kişiler için başörtüsü masum bir alışkanlık olmaktan çıkarak, kadın özgürlüğüne ve Cumhuriyetimizin temel ilkelerine karşı bir dünya görüşünün simgesi haline gelmektedir. Davacı yükseköğretim düzeyinde eğitim gördüğüne göre bu ilkelerin cumhuriyetimizin kuruluşunda ve korunmasındaki önemini bilmesi gerekmektedir. (…) Bu nedenle yükseköğrenim görmek üzere okula geldiği sırada dahi başörtüsünü çıkartmamakta direnecek ölçüde laik devlet ilkelerine karşı bir tutum içinde bulunan davacının okuldan uzaklaştırılmasında yasalara aykırılık olmadığından davanın reddine karar verildi.” 

1990’lardan günümüze kadarki süreç ise tarihin değil gazeteciliğin alanına giriyor. Sonuç olarak 1950’lerden 1970’lere kadarki dönemde, türban veya başörtüsü, muhafazakâr kadınların modern hayata katılırken dini kimliklerini korumalarının bir yoluydu. Nitekim bu yıllarda başörtüsü hakkı ayet ve hadislerle savunuluyordu. Ancak gerek dünyadaki değişiklikler gerekse Kemalist kadroların katı tutumları yüzünden 1980’lerin ortalarından itibaren türban hem İslami duyarlılıkları olan kesimlerin gözünde, hem de ‘laikçilerin’ gözünde ‘siyasi’ bir simgeye dönüştü. Bu da garip ya da gayrimeşru değildi. Dünyada politik İslam’ın yükselişinden (örneğin 1979 İran İslam Devrimi’nden) de etkilenen ve türbanı ‘demokrasi’, ‘insan hakları’, ‘laiklik’, ‘din ve vicdan hürriyeti’, ‘eşitlik’ gibi aslında özünde karşı çıktıkları ‘Batılı’ kavramlarla savunan muhafazakâr erkekler için, ‘türbana özgürlük’ mücadelesi, aslında geleneksel kadınların modernleşmesine kapı açtığı için içten içe olumsuzlanırken, Kemalist rejimde bir gedik açmak için neredeyse tek olanak haline gelmişti. Kemalist erkekler için ise türbanlı kadınlar, İslamcı erkeklerden daha kolay lokmaydı. (Örneğin 2007’de Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasına, kendisinin siyasal kimliği üzerinden değil, eşinin türbanlı olması üzerinden karşı çıkılmıştı.) 

Dolayısıyla türban/başörtüsü sorunu özünde bir ‘kadın sorunu’ idi. Ancak ortaöğretim kıyafet yönetmeliğindeki değişiklikle birlikte konu aynı zamanda bir de ‘kız çocuğu sorunu’ olma yolunda. Yetişkin bir kadının kendisi ile ilgili kararları alma özgürlüğü ile ebeveynlerin çocukları ile ilgili kararları alma özgürlüğü arasındaki farklar üzerine düşünmeye (çoktan) başlamak lazım(dı)… 


ÖZET KAYNAKÇA 
Afet İnan, M. Kemal Atatük’ün Karlsbad Hatıraları, http://turkoloji.cu.edu.tr/ATATURK/arastirmalar/ataturk_karlsbad_hatiralari.pdf; 
Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, C.I, Yapı ve Kredi Bankası Yayınları, 1973; 
Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Doğan Kardeş Matbaası, 1969; 
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 2006 
“Cumhuriyetin 75.Yıldönümünde Polis Arşiv Belgeleriyle Gerçekler”, Emniyet Genel Müdürlüğü Polis Dergisi, Özel Sayı,1998; 
Murat Aksoy, Başörtüsü-Türban, Batılılaşma-Modernleşme, Laiklik ve Örtünme, Kitap Yayınevi, 2005.

 

Ayşe HÜR

Radikal, 28.09.2014

 

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.