Çankaya'nın bütün adamları (1-2)

09 Ağustos 2014 20:59 / 3058 kez okundu!

 

 

TBMM'nin açıldığı 23 Nisan 1920'den saltanatın kaldırıldığı 2 Kasım 1922 tarihine kadarki dönemde devlet başkanı hukuken Padişah Vahdettin fiilen Mustafa Kemal'di. Çünkü aynı anda iki anayasanın birden yürürlükte olduğu garip bir durum ortaya çıkmıştı.

12. Cumhurbaşkanı’nın, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’den sonra ikinci defa halk tarafından seçimine bir gün kaldı. Seçim kampanyası hakkındaki düşüncelerimi Ömer Laçiner en yetkin biçimde söylemiş. (Merak edenler şu yazıya bakabilir: tıklayınız) Ben seçimlerin bugününe dair değil, kendi alanıma giren tarihine dair birkaç söz etmek istiyorum. Elbette, 11 seçimin her ayrıntısına değinmek mümkün değil. Hatta en kısa haliyle bile iki yazıya bölmek zorunda kaldığım uzun bir değerlendirme çıktı ortaya. Bugün Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Celal Bayar, Cemal Gürsel ve Cevdet Sunay’ın; yarın ise Fahri Korutürk, Kenan Evren, Turgut Özal, Süleyman Demirel, Ahmet Necdet Sezer ve Abdullah Gül’ün seçilme hikayelerini anlatmaya çalışacağım. Yazının başlığını, yararlandığım kaynaklardan biri olan Seyfi Öngider’in Çankaya’nın Bütün Adamları (Aykırı Yayıncılık, 2013) kitabından aldım.

1920-1923: ÇİFT BAŞLI DÖNEM

TBMM’nin açıldığı 23 Nisan 1920’den saltanatın kaldırıldığı 2 Kasım 1922 tarihine kadarki dönemde devlet başkanı hukuken Padişah Vahdettin, fiilen Mustafa Kemal’di. Çünkü 1876 tarihli Kanun-ı Esasi (Anayasa) 1924 yılına kadar geçerli kalmıştı. 20 Ocak 1921’de çıkarılan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, 1876 tarihli Kanuni Esasî’yi ortadan kaldırdığına dair hiçbir ifade olmadığı için aynı anda iki anayasanın birden yürürlükte olduğu garip bir durum ortaya çıkmıştı. Bu anayasanın 3. maddesi “Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti Büyük Millet Meclisi Hükümeti unvanını taşır” denilerek Osmanlı Devleti’nden farklı bir devlet kurulduğunu ediyordu. Maddenin tamamı, ‘kuvvetler birliği’ ilkesinin en katı uygulamalarından biri olan Meclis Hükümeti sistemini ilan ediyordu.

9. madde ise adeta Mustafa Kemal’i ‘tek adam’ yapmak için eklenmişti. Çünkü [T]BMM Başkanı (ki aynı zamanda Vekiller Heyeti'nin de doğal başkanıydı) Meclis adına imza koymaya ve Vekiller Heyeti'nin kararını onaylamaya yetkili kılınmıştı. 5 Ağustos 1921 tarihli Başkomutanlık Kanunu ile ordunun başı olan Mustafa Kemal’in Meclis’in tüm yetkilerini üstünde toplaması da eklenince, daha sonra Kars mebusu ve Matbuat Müdürü Ahmet (Ağaoğlu) Bey’in dediği gibi, 1921 Anayasası Meclis’e, dolayısıyla da Mustafa Kemal’e “diktatörlük hukuku vermişti.”

KARİZMATİK KURUCU BABA: MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

2 Kasım 1922’den sonra ise Mustafa Kemal’in fiili hakimiyeti sürdü ama hukuki anlamda devlet başsız kaldı. Bu durum, 29 Ekim 1923 günü, 1921 Teşkilat-ı Esasiye’sinin ‘tavzihan tadil’ edilmesiyle dolduruldu. (Cumhuriyet’in ilan edilme sürecine dair ayrıntıları şu yazımdan okuyabilirsiniz: tıklayınız) Yeni düzenlemeye göre, bundan böyle cumhurbaşkanları, TBMM’nin üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçilecekti. Bir kişinin birden fazla defa seçilmesi mümkündü. Cumhurbaşkanı parti liderliğinden ayrılmak zorunda değildi. Hükümetin her türlü kararına müdahale edebilirdi. Bu geniş yetkilerine rağmen siyasi eylemlerinden dolayı sorumsuzdu! Seçimlerin iki yılda bir yapılacağı ve bu sürenin en fazla bir yıl uzatılabileceği hükme bağlanmıştı. 

Oldubittiyle Cumhuriyet ilanı

Kanunda yapılan değişikliklerin onaylanmasından 15 dakika sonra, TBMM, yeni devletin ilk cumhurbaşkanını seçti. Üye sayısı 287 olan TBMM’de, seçimlere katılan 158 kişinin 158’inin de oyuyla seçilen bu kişi fiilen bu görevi yürüten Mustafa Kemal’di elbette. (Sayılardan Mustafa Kemal’in de kendine oy verdiği anlaşılıyordu.) Seçime katılmayanlar arasında 4 Ağustos’ta Ankara’dan ayrılıp önce Sivas’a sonra İzmir’e geçen Rauf (Orbay), İstanbul’da olan Refet (Bele) ve Dr. Adnan (Adıvar), o sırada görevli olarak Sarıkamış’ta olan Kazım Karabekir Paşa ile çeşitli nedenlerle Mustafa Kemal’e muhalefet eden milletvekilleri vardı. (Bu muhalif gruplara ve ardından CHP’nin kuruluş sürecine dair yazım da şu: tıklayınız) Ankara halkı, olayı gece atılan silah ve havai fişeklerle öğrenmişti, ama İstanbul’da kutlamalar, 30 Ekim günü sabaha karşı 3’te Selimiye’den atılan 101 pare top atışı yapıldığı için halk büyük korku yaşayacaktı.

 

                      Mustafa Kemal Büyük Nutku’nu okuyor (1927)

Mustafa Kemal, Milli Mücadele sürecinin doğal lideri, yeni devletin kurucu karizmatik önderiydi, dolayısıyla ilk cumhurbaşkanı olması son derece doğaldı. Batılı tarzda modern, laik Türk ulus-devletini ve bu devlete uygun vatandaş tipini inşa sürecinde, hiçbir güç tarafından engellenmek, hatta yavaşlatılmak bile istemeyen ‘Kurucu Baba’, siyasal kurumlar aracılığıyla, demokratik usullere göre karar almayı, dolayısıyla parti içi muhalefeti ve elbette çok partili sistemi ayak bağı olarak görüyordu. Bunda, dönemin siyasal kadrolarının birçoğunun eski rejimle maddi, manevi bağlarını koparamamış olmalarının, Mustafa Kemal’in kafasındaki devlet tasarımını şu veya bu nedenle benimsememiş olmalarının da payı vardı elbette. 

Anayasanın fiilen askıya alınması


1924 yılında Ebedi Şef’in başkanlık ettiği CHF (Partinin adı 1935’te CHP olacaktı) grubu yeni bir anayasa hazırladı. Ancak bizzat Mustafa Kemal’in atadığı adaylar arasından, iki dereceli seçimlerle seçilmiş, dolayısıyla muhalefeti olmayan Meclis’teki Anayasa görüşmeleri Mustafa Kemal ile onun ‘diktatörlük eğilimleri’ taşıdığını düşünen CHP’li milletvekilleri arasında hesaplaşmaya dönüştü. Sonunda, Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin Mustafa Kemal’in istediği ölçüde olmadığı bir anayasa ortaya çıktı ama zaten anayasa hiç uygulanmadı. Mustafa Kemal 1927, 1931 ve 1935 yıllarına yapılan seçimlerde de tek aday olarak Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Tek fark, 1923’te TBMM mevcudunun yüzde 55,05’inin oyunu aldığı halde, 1927 ve 1931’de bu oran yüzde 91,14’e, 1935’de ise yüzde 96.74’e çıkmasıydı. Bu da gayet doğaldı çünkü söz konusu seçimleri yapan meclislerin her üyesini tek tek elleriyle seçmiş, bu adaylar yine bizzat kendisi tarafından seçilen ikinci seçmenlerin onayına sunulmuştu. 

Takrir-i Sükûn Kanunu, İstiklal Mahkemeleri, Matbuat Kanunu gibi araçlarla muhaliflerin birer birer etkisiz hale getirildiği, Ebedi Şef’e tereddütsüz biat eden dar bir kadro ile ulus-devlet ve ulus inşasının tüm hızıyla sürdürdüğü 15 yıl, Atatürk’ün ölümüyle sona erdi. (Atatürk’ün 15 yıl süren defin sürecini şu yazımda anlatmıştım: tıklayınız)

YEDD-İ EMİN: İSMET İNÖNÜ


10 Kasım 1938 günü (resmi tarihe göre) 09.05’te Atatürk’ün son nefesini verdiği duyulduktan sonra Ankara’da telaşlı saatler yaşanmış, ancak çok kısa sürede siviller ve askerler arasında 1937 sonbaharında Atatürk tarafından kızağa çekilmiş olan İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı konusunda anlaşma sağlanmıştı. (İnönü’nün kızağa çekilme hikâyesini şu yazımdan okuyabilirsiniz: tıklayınız)

İnönü'yü öne çıkaran neydi?

Günümüzde bile, o günlerde gözden düşmüş bir figür olmasına rağmen nasıl olup da İnönü’nün cumhurbaşkanı adayı olarak seçildiğini merak eder çoğu kişi. Bu merak gayet mantıklıdır. Çünkü sadece o dönemde değil, daha önceki dönemlerde de İnönü pek sevilen biri değildi. Örneğin, Atatürk'ün yakın çevresi tarafından sevilmezdi. Sofra müdavimleri (Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras, Kılıç Ali, Hasan Rıza Soyak, Salih Bozok gibi) sürekli Atatürk'ün İnönü'yü sevmediği dedikodularını yayarlardı.Hatta Tevfik Rüştü, İnönü'yü ABD'ye büyükelçi tayin edip kurtulmayı bile düşünmüştü. (İnönü'yü tutan sofra müdavimleri de vardı. İstiklal Mahkemelerinin ünlü yargıcı Ali Çetinkaya mesela. Bu çevrenin ‘Çankaya Sofra Akademisi’ dediği bu oluşumu ilerde anlatmayı planlıyorum.)

İnönü'ye göre asker arkadaşları da kendisini güçlükle hazmetmişti. Bence, İnönü’ye karşı olanların büyük bir bölümü, muhtemelen Kurucu Baba’ya muhalefet etmeye cesaret edemedikleri için, rahatsızlıklarını 2. Adam üzerinden anlatan veya ona yöneltenlerdi. Neden ne olursa olsun, 1937 sonbaharında İnönü evinde mahsup hayatı yaşamaya başladığında kimseden itiraz gelmemişti. Atatürk bir kaç yıl daha geç ölseydi muhtemelen İnönü sahneden tamamen silinmiş olurdu.

                                 İnönü ve Atatürk bir yurt gezisinde (1930’lar)

İddialara göre, Atatürk’ün hastalığının ciddi olduğunun anlaşılmasından itibaren cumhurbaşkanlığı konusunda tartışma ve görüşmeler başlamıştı. Yukarıda belirttiğim gibi İnönü’yü sevmeyenler onu ekarte etmek için ellerinden geleni yapmışlardı ama İnönü’nün yerine konulacak aday da neredeyse yoktu. Kazım Karabekir ve Rauf Orbay 1926’dan itibaren siyasetten silinmişlerdi. Londra Büyükelçisi Ali Fethi Okyar ve Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak milletvekili değildi. (1924 Anayasası’na göre Cumhurbaşkanı Meclis üyeleri arasından seçilmek zorundaydı.) Celal Bayar ise İttihatçı kökenli biri olarak ordu ile mesafeli bir ilişki kurmuştu. Kendisini ‘liberal’ eğilimli iş çevreleri destekliyordu ve bu yüzden ‘devletçi’ eğilimli CHP’li kadrolarca sevilmiyordu. Atatürk’ün ölümünden sonra onun yerine vekâlet eden TBMM Başkanı Abdülhalik Renda veya Dahiliye Vekili Şükrü Kaya gibi karizmatik olmayan adaylar kalıyordu geriye. Son kararın Genelkurmay’da yapılan bir toplantıda alındığı söylenir.

İddiaya göre toplantıda 1. Ordu Müfettişi Orgeneral Fahrettin Altay’ın baskısı ile İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olmasına karar verilmişti. Bu kararın alınmasında, 12 Adalarla ilgili bir tartışma nedeniyle Şükrü Kaya’ya kızgın olan Fevzi Çakmak’ın, ‘O olacağına İsmet olsun’ diye düşünmesi etkiliydi. Kararın hayata geçirilmesine, Celal Bayar’ın başkanlığında toplanan CHP grubunda ‘Cumhurbaşkanı adayı’ olarak 322 oyla İsmet İnönü’nün seçilmesiyle başlanmış (sadece Yusuf Hikmet Bayur ‘çekimser’ kalmıştı), 11 Kasım 1938 gün TBMM’deki oturum, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak ve Fahrettin Altay gibi yüksek rütbeli subaylarca izlenmişti. (Meclis’in askerlerce sarıldığını iddia edenler de vardır.)

Hem diktatör hem demokrat

Ordunun sıkı markajı altında yapılan seçime, 399 üyeli TBMM’nin 348 üyesi katılmış, 348 üyenin tamamı İsmet İnönü’ye oy vermişti. Böylece Avrupa’da ve dünyada savaş tamtamları bütün şiddetiyle çalarken, genç Cumhuriyet, ‘karizmatik kurucu liderin yedd-i emini’ne teslim edilmişti. Bu devir-teslimin rejimin temel unsurları tarafından içselleştirilmesi konusunda endişesi olan İnönü’nün, seçildikten kısa süre sonra Meclis’i feshettiğini, kendi elleriyle oluşturduğu yeni meclisler sayesinde, 1939’da yüzde 96,27, 1943’te yüzde 95,60, nihayet 1946’da yüzde 83,44 oyla yeniden cumhurbaşkanı seçildiğini belirtelim.

1946’da oy oranının düşmesinin nedeni, İnönü’nün karşısında ilk kez rakip adayların çıkmasıydı. İnönü, 388 oy alırken, 1944’te Genelkurmay Başkanlığı’ndan adeta zorla emekli edilmiş olan Fevzi Çakmak 50 oy, eski dışişleri bakanlarından Yusuf Kemal Tengirşenk 2 oy almıştı.

Atatürk’ün küstürdüğü Milli Mücadele kadrolarının itibarını iade eden, buna karşılık Atatürk’ün yozlaşmış sofra arkadaşlarını tasfiye eden; Türkiye’yi II. Dünya Savaşı’na sokmayan buna karşılık halkın büyük sıkıntılar çekmesini önleyemeyen; bir yandan damadı Metin Toker’e göre, ‘ordunun gözünün içine baktığı gerçek bir diktatör’ olan ama bir yandan 1945'te Çok Partili sisteme geçişi sağladığı gibi 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimler öncesinde partisi içerisindeki sertlik yanlısı kanadı frenleyerek DP’nin iktidar mücadelesini meşrulaştıran İnönü, karizmatik kurucu liderin erken ölümü ve savaşa rağmen genç Türkiye’nin bir beka sorunu yaşamasını önledi.

HER DAİM İTTİHATÇI: CELAL BAYAR

DP’nin yüzde 53,3 oyla 408 sandalye kazandığı 14 Mayıs seçimlerinin arkasından elbette en önemli konu yeni cumhurbaşkanını seçimi idi. DP 22 Mayıs'ta iktidarı devralırken partinin kurucularından Celal Bayar cumhurbaşkanlığına çok hevesli görünmüyordu. Onun yerine, Milli Mücadele paşalarından Ali Fuat Cebesoy’un ve Yargıtay Başkanı Halil Özyörük’ün ismi dolaşıyordu. Ancak DP grup toplantısında 379 oyun 345'i Celal Bayar'a gitti. 
Cumhuriyet tarihinin ‘ilk sivil cumhurbaşkanı’ diye anılan Celal Bayar’ın sivilliği epey tartışmalı bence. Çünkü Bayar Atatürk ve İnönü gibi İttihat ve Terakki kökenli idi. Yürürlükteki 1924 Anayasası’nın partili cumhurbaşkanına izin vermesi nasıl ki Atatürk ve İnönü’ye devleti CHP merkezinden yönetmesine meşruiyet sağladıysa, Bayar’a da DP merkezinden yönetme meşruiyeti verdi. Daha önce değiştirilmesini istediği anayasayı da sıkı sıkıya savundu elbette. 

Perde arkasından gerilimi yükseltme

1954, 1957 seçimlerinde de DP ezici üstünlüğünü devam ettirdi ve her seferinde Bayar tek aday olarak cumhurbaşkanı seçildi. Celal Bayar, başlangıçta ‘Çankaya'yı halka açtı.’ Yani halk köşke ziyaretler yaptı, bahçesinde piknikler düzenledi. Ama kısa süre sonra bunun sürdürülebilir olmadığı anlaşıldı ve randevu sistemine geçildi. Halkla ilişkiler popülizm ilkelerine göre gayet başarılı yürütülüyordu ama muhalefetle ilişkiler için aynı şeyi söylemek zordu. 1953’te CHP’nin mal varlığının hazineye devriyle başlayan gerilim hızla tırmandı. (DP dönemini şu yazımda anlatmıştım: tıklayınız)

                            Celal Bayar ABD gezisinde (Chicago, 1954)


Aslına bakarsanız, İnönü Atatürk'ün arkadaşlarını tasfiye ederken Bayar'a dokunmamıştı. Bayar da ona karşı saygılı bir mesafede durmuştu. Örneğin savaş yıllarında “milli birliği bozmamak için” iktidar aleyhtarı hiçbir harekete katılmamıştı. Dört arkadaşı ile DP'yi kurduğu 1946'ya kadar TBMM’de sadece iki kez konuşmuştu mesela. Belki de bu tarihçe yüzünden, Cumhurbaşkanlığı döneminde açıkça İnönü ile çatışmak yerine, Menderes’i İnönü’ye karşı sertliğe yönlendirme yolunu seçmişti. İnönü de aynı sertlikte cevap verince olanlar olmuştu. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra yapılan Yassıada yargılamaları sırasında iki kez intihara teşebbüs etmesi bu Bayar’ın katılığını kaybettiği nadir anlardan olmalıydı. 
Cumhuriyet tarihinin darbe ile devrilen ilk ve (şimdilik son) cumhurbaşkanı olan Celal Bayar, 15 Eylül 1961’de önce idama mahkûm edildi, ardından ‘yaşı nedeniyle cezası müebbet hapse çevrildi. Celal Bayar, Yassıada'dan 3 yıla yakın kalacağı Kayseri Bölge Cezaevi’ne nakledilirken, yeni cumhurbaşkanının kim olacağı aşağı yukarı belli olmuştu…

DARBECİ BİR AGA: CEMAL GÜRSEL

27 Mayıs darbecilerinin yürütme organı olan Milli Birlik Komitesi’nin (MBK) lideri Cemal Gürsel’di. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel'in darbe liderliğine gelişi tesadüfen olmuştu aslında. Ordu içindeki cuntacılardan haberdar olan ama onlara katılmayan Gürsel, iznini geçirmek üzere İzmir'e giderken dönemin Savunma Bakanı Ethem Menderes'e yazdığı eleştiri mektubu sayesinde, cuntacıların lideri olmuştu. Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun'dan sonraki en yüksek rütbeli komutandı Gürsel. Darbecilerin amacı, 1952’de Mısır'da yapılan askeri darbedeki olduğu gibi, ülkeyi perde arkasından yürütmekti. (Mısır’da, sahnedeki lider General Necip’ti ama darbenin asıl lideri perde arkasındaki Cemal Abdülnasır’dı.) Ama Gürsel kısa sürede ipleri eline aldı ve Devlet Başkanı, Başbakan, Başkomutan ve Milli Birlik Komitesi (MBK) başkanı sıfatlarını alarak kâğıt üzerinde Atatürk’ün dahi sahip olmadığı yetkilerle donatılmış oldu. 
Sıra bugün bazı çevrelerce ‘Türk anayasacılık tarihinin kusursuz ürünü’ olarak kutsanan 1961 Anayasası, 9 Temmuz 1961'deki halkoylamasında yüzde 60,4 oyla kabul edildiğinde, bu düşük kabul oranı darbenin faillerinde ve destekçilerinde büyük hayal kırıklığı yaratmıştı. (Nitekim 27 Mayıs’ın eksik yanlarını tamamlamak iddiasıyla, Albay Talat Aydemir ve Binbaşı Fethi Gürcan’ın başını çektiği asker grupları, 22 Şubat 1962’de ve 21 Mayıs 1963’te iki kere darbeye teşebbüs edecekti.) 
1961 Anayasası’nın en önemli yanlarından biri devlet şeklinin cumhuriyet olduğu ve bunun değiştirmesinin teklif bile edilemeyeceğine dair hükmüydü. Cumhuriyetçilik, yalnız genel oy, seçime dayalı parlamento ve seçilen bir cumhurbaşkanıyla yetinen 1924 Anayasası’ndan farklı olarak, 1961 Anayasası’nda iyice somutlaştırılıp ayrıntılı kurallara ve kurumlara bağlanmıştı. Konumuzla ilgili hükümlere gelince, 1961 Anayasası, Senato, Anayasa Mahkemesi, Milli Güvenlik Kurumu gibi yeni ihdas edilen ve hepsi de birbirini denetleyen (aslında denetlemeden ziyade kontrol eden) kurumlar yoluyla siyasetin vesayet altına alınmasını garanti altına almıştı. Yeni anayasaya göre, Cumhurbaşkanı 40 yaşını doldurmuş ve yükseköğrenim görmüş TBMM üyeleri arasından, üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu ile ve gizli oyla yedi yıllık süre için seçilecekti. Bir kişi, iki defa üst üste Cumhurbaşkanı seçilemeyecekti ve seçilen Cumhurbaşkanının partisi ile ilişiğini kesecek, TBMM üyeliğinden istifa edecekti.

Ali Fuat Başgil'in tehdit edilmesi 

Sıra yeni Cumhurbaşkanını seçecek yeni meclisi oluşturmaya gelmişti. Ancak 15 Ekim 1961 seçimlerinde CHP yüzde 37, DP’nin devamı olarak kurulan Adalet Partisi (AP) yüzde 35, her ikisi de sağ eğilimli Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) yüzde 14 ve Yeni Türkiye Partisi (YTP) yüzde 14 oy alınca kriz çıktı. Seçim sonrasının ilk bunalımı Cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşandı. CHP, Cemal Gürsel’i, AP’nin bir kanadı Samsun Senatörü Anayasa Profesörü Ali Fuat Başgil’i aday göstermek istiyordu. Ayrıca darbecilerden Sıtkı Ulay, Fahri Özdilek ve Haydar Tunçkanat da cumhurbaşkanlığına hevesliydi. Sonunda, Silahlı Kuvvetler Birliği adlı cunta, siyasi parti liderlerini Çankaya'ya çağırdı ve Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanı seçilmesini emretti. Ali Fuat Başgil ise iddialara göre “hayatınızı garanti edemeyiz” denilerek tehdit edilmişti. Tehdidin boyutu Başgil’in adaylıktan vazgeçmekle kalmayıp milletvekilliğinden istifa ederek Cenevre’ye gitmesinden anlaşıldı. (AP’nin yüzde 52 ile tek başına iktidar olduğu 1965 seçimlerinde İstanbul Milletvekili seçildikten sonra ülkeye dönecekti.)



Cemal Gürsel ve Britanya Kraliçesi II. Elizabeth (6 Mart 1961, Esenboğa Havaalanı)

Cemal Gürsel’e karşı çıkmaya tek cesaret eden Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) lideri Kırşehir Milletvekili Osman Bölükbaşı ise CHP lideri İnönü ve AP lideri Ragıp Gümüşpala tarafından ikna edildi. Sonunda Bölükbaşı “Hayatımın en büyük fedakârlığını yapıyorum” diyerek Gürsel’in Cumhurbaşkanlığı’nı kabul ettiğini açıkladı. Ve 26 Ekim 1961 günü yapılan oylamada, Cemal Gürsel 607 milletvekilinin 434’ünün oyunu alarak (165 oy da boş çıkmıştı) Cumhurbaşkanı seçildi. Böylece, 10 yıllık aradan sonra, devletin en yüce makamı, tekrar bir askere emanet edilmişti. 
Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanlığı Mısır'daki gibi başlamıştı ama sonrası benzemedi. Cemal Gürsel 'Cemal Aga' diye anılacak kadar da halka yakın biri oldu. Siyasetçilere mesajlarını Çankaya köşkü önündeki ayakkabı boyacılarıyla, simitçilerle sohbet ederek veriyordu. Kürt kökenli olduğu söylendi ama Kürt siyasal hareketine karşı son derece sert davrandı. Bu bağlamda Menderes döneminin sonlarında başlayan 49’lar Davası’nı devam ettirdi, 1960-1961 yıllarında Kürt kanaat önderlerini Sivas Toplama Kampı’nda hapsettirdi. Tek Parti döneminin raporlarına benzeyen bir ‘Kürt Raporu’ hazırlattı. Hatta bir İsveç gazetesine “Eğer yola yordama gelmezlerse, dağlı Türkler [Kürtler] rahat durmazlarsa, ordu, şehir ve köylerini bombalayıp yıkmakta, tereddüt etmeyecektir. Öyle bir kan gölü olacaktır ki, onlar da ülkeleri de yok olacaktır,” dedi… 
TBMM tarafından Cemal Gürsel’in 28 Mart 1966’da sağlık sorunları yüzünden (bir süredir komadaydı) görevine Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nden alınan bir sağlık kurulu raporu ile son verilmesinden sonra (ki Anayasa’da cumhurbaşkanlığının nasıl sonlandırılacağı konusu ele alınmamıştı, dolayısıyla bu azil tartışmalıydı) Gürsel’in yerine kimin getirileceği tartışması hız kazandı. Cemal Aga, 14 Eylül 1966 günü dünyaya gözlerini kapadığında Çankaya’da bir başkası oturuyor olacaktı…

İDARE-İ MASLAHATÇI: CEVDET SUNAY

Akla ilk gelen kişi elbette mevcut Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay oldu. Sunay, Genelkurmay başkanlığı sırasında kimseyi küstürmemiş, Gürsel ve İnönü ile işbirliği yaparak ordunun kışlasına dönmesini kolaylaştırmıştı. Talat Aydemir'in 1962 ve 1963’teki iki ihtilal girişimini başarıyla bastırmıştı. Ama ordu içindeki cuntacılarını da küstürmemişti. 
Anayasa gereği Cumhurbaşkanı meclis içerisinden seçilmek zorunda olduğu için Sunay görevinden istifa etti ve Cumhurbaşkanı vekili tarafından Cumhurbaşkanlığı Kontenjan Senatörü olarak Meclis’in ‘elitler locası’ olarak yeni kurulan Senato’ya sokuldu.

Bölükbaşı'ndan demokrasi dersi

Sunay’ın adaylığına en anlamlı itiraz, CMP lideri Osman Bölükbaşı’dan geldi: “Gerçek demokrasi ile idare edilen, milli iradenin saygı gördüğü hiçbir memlekette, ordunun başında bulunan bir zatın, bizde Sayın Cevdet Sunay’ın geçtiği yollardan geçerek Cumhurbaşkanı olduğu görülmemiştir. Böyle bir şeyi o memleketlerde düşünecek hayali geniş bir tek insan bile bulmak mümkün değildir (...) Ya bu yol olur da her Genelkurmay Başkanı kendisini müstakbel Cumhurbaşkanı görmeye başlarsa, böyle bir nevi veliahtlık müessesesi kurulursa, demokrasimizin ve dolayısıyla memleketin yarını ne olur? Dünya bu manzara karşısında Türkiye’de demokrasinin bulunduğuna nasıl inanır?” 
Elbette, bu eleştirilere kulak asılmadı ve Sunay 28 Mart 1966 günü, oylamaya katılan 532 üyenin 461'inin oyunu alarak cumhurbaşkanı seçildi. (Meclis’in üye sayısı 636 idi.) Seçimde karşısındaki tek aday olan, 27 Mayıs darbesinin adeta ebediyen sürmesini isteyen 14'ler hareketinden Alparslan Türkeş’e ise sadece 11 oy çıktı. Cemal Gürsel’in Cumhurbaşkanı seçimi sürecinde onun adaylığına karşı çıkan AP’lilerin, kendi Cumhurbaşkanı adayları Ali Fuat Başgil o sırada İstanbul Milletvekili olarak mecliste olduğu halde, Cevdet Sunay’ı desteklemeleri ilginçti. Anlaşılan dönemin sönen yıldızı İnönü ile parlayan yıldızı Demirel TSK’nın gönlünü hoş etmenin faziletleri konusunda fikir birliği içindeydiler. 
Cevdet Sunay, karizması, pırıltısı olmayan biriydi. Öte yandan sınırlı yeteneklerine rağmen hayatı hep yolunda gitmişti. Sunay hakkında üretilen fıkralarda zekasına yönelik imalar olmasına karşın cumhurbaşkanlığına gelişi ve görev süresince yaptıkları hiç de zeka sorunu yaşamadığını (ya da gayet kurnaz olduğunu) düşündürür.


                 Cevdet Sunay ve Süleyman Demirel bir resepsiyonda

12 Mart Muhtırası

Sunay dönemin siyasal aktörü Süleyman Demirel'le çok iyi anlaştı. İkisi de antikomünist idi, ikisi de Amerikan hayranıydı. 1969’da Cevdet Sunay atmış Kayseri’de hapis cezasını çekmekte olan Celal Bayar ve arkadaşlarını affetti. Affı, siyasal hakların iadesinin izlemesi bekleniyordu. Bayar-İnönü görüşmesi sonrasında, İnönü’nün ‘Meclis’e gelmesi halinde DP’lilerin affı lehinde oy kullanacağını açıklaması, Bayar’ın sahneye geri dönmesinden rahatsız olan Demirel’i zor durumda bırakmıştı. Ancak 15 Mayıs 1969’da siyasi yasaklar oy çokluğuyla kalktı. Kararın Senato’da onaylanması sürecinde, TSK’nın üst rütbelileri olaya el koydu. Sonunda Sunay pes etti ve affın Senato’dan geçmesine karşı olduğunu açıkladı. Tam bu noktada tarihsel bir ironi sahnelendi. CHP’nin zorlamasıyla Senato’ya getirilen af kanunu, AP’lilerin engellemesiyle Senato’dan geçmedi. Daha sonra İnönü, Sunay’ı darbeye davetiye çıkarmakla suçlayacaktı. Bunda da haklı olduğu kısa süre sonra ortaya çıktı. Türkiye’de Baas modeli sol bir rejim kurmak isteyen sol cuntacı hareketin 9 Mart 1971’deki darbe girişiminin Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur ve Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler tarafından önlenmesi, bunun ardından ordunun duruma hiyerarşik olarak müdahaleye karar vermesiyle ortaya çıkan 12 Mart Muhtırası sürecinde, Sunay, sivil siyasetten yana değil, darbecilerden yana tavır takındı. Ardından gelen hükümet krizleri, TİP’in kapatılması ve solculara karşı sürek avının başlatılması Sunay döneminin üzücü olayları arasında ilk aklıma gelenler…


YARIN: Fahri Korutürk, Kenan Evren, Turgut Özal, Süleyman Demirel, Ahmet Necdet Sezer ve Abdullah Gül’ün seçimleri.

 

Ayşe HÜR

Radikal, 09.08.2014

 

****

 

Çankaya'nın bütün adamları (2)

 

Bugün 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren'den sonra ilk kez halk 12. Cumhurbaşkanı'nı seçebilir. Köşk'e çıkanları tanıttığımız yazının ikinci bölümü...

Dün Atatürk, İnönü, Bayar, Gürsel ve Sunay’ın cumhurbaşkanı seçilmesi süreçlerini özetlemiştim. Dün bıraktığım yerden hafıza tazeleme işine deva ediyorum.

 

‘OLUMLU PASİF’: FAHRİ KORUTÜRK 


1973 baharında Sunay’ın görev süresi biterken Ağustos 1972’de Genelkurmay Başkanı olan Faruk Gürler, cumhurbaşkanı olma umuduyla görevinden istifa etmiş ve Senato’ya girmişti Ancak ordunun siyasi partileri ikna turları sonuç vermedi. Askerlerin tehdit ve markajı altında seçimlere geçildi. Oylar Gürler ile AP’nin asker kökenli adayı Tekin Arıburun ve Demokratik Parti (DP) adayı Ferruh Bozbeyli arasında bölündü, defalarca oylama yapıldı ama üç aday da seçilemedi.

Bunun üzerine ordunun komuta kademeleri, cumhurbaşkanlığı seçimini iki yıl erteletmek istedi. Ama bunu mümkün kılacak kanun teklifi TBMM’de bir oyla reddedildi. Bunun üzerine CHP lideri Ecevit'le AP lideri Demirel Anayasa Mahkemesi Başkanı Muhittin Taylan'ın adaylığında anlaştılar. Ancak TBMM üyesi olmayan Taylan’ın kontenjan senatörü olarak Meclis’e sokulması, Sunay tarafından onaylanmadı. Bunun üzerine AP, CHP ve Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP) apar topar eski Deniz Kuvvetleri Komutanı (Kontenjan senatörü ve Moskova Büyükelçisi Fahri Korutürk'ü ortaklaşa aday gösterdiler. İddialara göre Korutürk’ü de ordu önermişti. Fahri Korutürk Cevdet Sunay tarafından 1968’de kontenjan senatörlüğüne atandığını için bu sefer Sunay’ın engelleme yapması mümkün değildi. Bunlar olurken annesini ziyaret için İstanbul’da Moda'da olan Fahri Korutürk, gece yarısı gelen bir telefonla 'frakınızı alıp yarın Ankara’ya gelebilir misiniz?’ cümlesiyle cumhurbaşkanlığı adaylığını öğrendi. Ankara’ya gittiğinde seçilme nedenini sorduğunda “dürüstsünüz, askersiniz, demokrat bir kişiliğiniz var" dendiğini anlatır. Kendisine göre “kenarda köşede kalmış biri olduğu için” seçilmişti! 


Askerler Meclis localarında 

6 Nisan 1973 günü yapılan 15. tura 635 üyeden 557’si katılmış, bunların 365’i (yani Meclis’in yüzde 57,5’i) nihayet Korutürk’e ‘evet’ demişti. Seçimlerin ilk turunda dinleyici localarında yerini alan 52 general ve Meclis’in etrafındaki askeri tertibat İnönü’nün ve Gürsel’in cumhurbaşkanı seçimlerini çağrıştırıyordu. Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un ve Hava Kuvvetlerinden yüksek rütbelilerin ortada görünmemesi ise cuntadaki çatlağa işaret ediyordu. Daha sonra Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun naklettiğine göre Cumhurbaşkanı seçildiği günün akşamı, bir amiral, Korutürk’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi için kulis faaliyetlerini yürüten Fahri Çoker’e telefon açarak “kurtardın bizi Fahri Paşa” diye memnuniyetini ve takdirlerini bildirmişti. Anlaşılan o gün bir darbenin eşiğinden dönülmüştü. 
Fahri Korutürk kültürlü, zarif biriydi. Eşi Emel Hanım resim yapardı. Korutürk dönemini esas olarak siyasi çatışmalar, kutuplaşmalar, hükümet krizleri karakterize etti. Tam 16 hükümet gelip geçti cumhurbaşkanlığı sırasında. Korutürk bir röportajında, “Öldüğümde sorgu melekleri dünyada ne yaptın diye sorduklarında ‘herhalde hükümet buhranlarını çözmeye çalışmakla vakit geçirdim’ karşılığını vereceğim” demişti. Hem kişiliği hem de 1961 Anayasası’nın rejimi vesayet altına almak konusunda açık kapı bırakmamak kaygısıyla hazırlanmış yapısı yüzünden bu çatışmaları önleyemezdi ama bunun için inisiyatif de almadı, olayları izlemekle yetindi. Demirel'e biraz mesafeli, Erbakan'a bayağı mesafeli, Ecevit'e nispeten yakındı. “Olumlu pasif” adı takılmıştı kendisine. 





                                   (Emel ve Fahri Korutürk çifti bir resepsiyonda) 



21 Aralık 1979’da Kenan Evren’in başkanlığında İstanbul’daki Birinci Ordu Karargâhı’nda toplanan komutanlar siyasilere bir uyarı mektubu yazmaya karar vermişlerdi. Mektubunun 12 Mart 1971 Muhtırası’ndan farkı, mektubun partileri değil, tüm anayasal kuruluşları uyarmasıydı. 27 Aralık 1979 Perşembe günü, haftalık olağan toplantıda Cumhurbaşkanı Korutürk’e verilen ‘Türk Silahlı Kuvvetlerinin Görüşü’ başlıklı mektup, Cumhurbaşkanınca, beş gün süreyle kamuoyuna açıklanmadı. Gerekçe, Korutürk’ün “yeni yıl dolayısıyla milletin keyfini kaçırmak” istememesiydi. Korutürk, 2 Ocak 1980 günü, Başbakan Süleyman Demirel ile CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’i Çankaya Köşkü’ne davet ederek mektubun suretini verdi. Verirken de, ‘bu işin komplikasyonlara sebebiyet verilmeden Meclis’te çözülmesini ve yetkinin Meclis’te olduğunu, dolayısıyla bu mektubun yadırganmamasını’ tavsiye etti. 

Cumhurbaşkanı Korutürk, aynı gün mektubun bir suretini, TBMM Cumhuriyet Senatosu, Milli Birlik Grubu (MBG), Kontenjan Senatörleri Grubu Başkanlarıyla, TBMM’de grubu bulunan siyasi parti liderlerine gönderdi. Bu tarihten yoğun bir tartışma başladı. İktidar topu muhalefete, muhalefet iktidara atıyordu. 


TBMM’de 124 nafile tur 


1980 yılı başında, ekonomideki sürekli olarak kötüye gidişi durdurmak için, Süleyman Demirel’in ekonomik danışmanı Turgut Özal’ın hazırladığı ‘24 Ocak Kararları’nın sarsıntısı sürerken 6 Nisan 1980’de Fahri Korutürk’ün görev süresinin tamamlanması yeni bir gerginlik kaynağı oldu. AP lideri Süleyman Demirel ile CHP lideri Bülent Ecevit’in ortak bir aday üzerinde anlaşamaması üzerine, 5 ay boyunca TBMM’de tam 124 tur oylama yapıldığı halde Cumhurbaşkanı seçilemedi. Daha doğrusu turların başlaması için Mardin Bağımsız Milletvekili Nurettin Yılmaz’ın aday olması dışında aday bile çıkmamıştı. 

Buna MSP Genel Başkanı Erbakan’ın 30 Ağustos Zafer Bayramı törenlerine katılmaması, 6 Eylül 1980 günü Konya’da yapılan Kudüs mitinginde atılan sloganlar, bir üniversitede İstiklal Marşı okunurken bir bölüm öğrencinin ayağa kalkmaması, bir sendika toplantısında Enternasyonal Marşı söylenmesi darbeciler için ek birer meşruiyet kaynağı oldu. 12 Eylül 1980 Cuma günü sabaha karşı 4’te TRT’de İstiklal Marşı çalındıktan sonra anons yapılmadan Harbiye Marşı çalındı. Marşın bitimiyle, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, emir ve komuta zinciri içinde, ülke yönetimini ele geçirdiğini açıklayan Milli Güvenlik Konseyi'nin 1 Numaralı Bildirisi okundu. Ardından Hasan Mutlucan’ın davudi sesiyle okuduğu Rumeli türküleri eşliğinde, Türkiye Karanlık Çağı’na adımını attı. 


ELİ KANLI DARBECİ: KENAN EVREN 

O yılların, İran İslam Devrimi, SSCB'nin Afganistan'ı işgali, Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadından ayrılması yüzünden Türkiye'nin Batı bloğunda tutulmasının çok önem kazandığı yıllar olduğunu anımsayınca, darbenin hangi saiklerle yapıldığı daha iyi anlaşılır ama konumuz bu olmadığı için burada kesip Kenan Evren’in cumhurbaşkanı olmasının hikayesine geçeyim. 

Kenan Evren'in önünü de bilmeden Korutürk açmıştı. 1977'de Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na I. Ordu Komutanı Adnan Ersöz'ün gelmesi gerekirken, Demirel 3. Ordu Kumandanı Ali Fethi Esener'i bu göreve getirmek istemiş, Genelkurmay Başkanı Semih Sancar da bunu onaylamıştı. Ama o güne dek ‘olumlu pasif’ diye ünlenen Korutürk “ordudaki hiyerarşi çok hassastır” diyerek kararnameye imzalamamıştı. Bu süre içinde Ersöz ve Esener ile hiyerarşideki üçüncü kişi Şükrü Olcay yaş haddinden emekli olunca, hiç hesapta olmadığı halde Kenan Evren KKK olmuştu. Altı ay sonra iktidara gelen Ecevit Hükümeti de Semih Sancar'ın görev süresini uzatmayınca Evren Genelkurmay Başkanı olmuştu. Cumhurbaşkanlığı daha kolay oldu. Askerlerin hazırladığı 1982 Anayasası oylanırken, Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığı da otomatikman oylanmış oldu. Böylece Evren oylamaya katılan halkın yüzde 92’sinin oyuyla seçilen ilk cumhurbaşkanı oldu. (Bu yüzden yarın yapılacak seçimlerde halk ilk kez cumhurbaşkanını seçmiş olmayacak.) 


Vecize fabrikatörü 


Evren’in cumhurbaşkanlığı dönemi öncelikle sol ve ülkücü hareket başta olmak üzere her türlü toplumsal muhalefetin kanlı biçimde bastırılmasıyla karakterize oldu. 1982 Anayasası ile her türlü özgürlük kısıtlandı. Türkiye'nin demokratikleşmesine ciddi bir ket vuruldu. Vesayet rejimi kurumsallaştı. Evren, dar kafalı bir askerden fazlası olmadığı halde halkı aydınlatma işinde kaba bir Atatürk taklitçiliğine girişti. “Namaz kılacak safları öyle ayarlamak lazım ki, namaz kılanın ayağı arkasındakinin burnuna değmesin” dedi, “klozetlerin arkasına destek koyun” diye uyarıda bulundu, “dinimizde israf haramdır, kadınlar çizme yerine ayakkabı giysin” diye buyurdu.


Atatürk’ü öveceğim derken “hangi taşı kaldırsan altından Atatürk çıkıyor” demesi yüzümüzde gülümseme yaratırken, 1986’da Trabzon’da yaptığı konuşmada ülkede işkence olmadığını işkenceden mahkûm olan polis sayısı (49) ile yargılanan polis sayısını (67) toplayıp çıkan rakamı mevcut polis sayısına (67 bin) bölerek ispatlaması bu gülümsemeyi acılaştırdı. Ama en meşhur sözü, “Asmayalım da besleyelim mi?” oldu. 17 yaşında olduğu halde adli tıp raporu ile yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren’le ilgili bir soruya cevap verirken söylediği bu yüz kızartıcı söz, bu toplumun asırlardır siyasi sorunları çözmek için bulduğu en etkili yolun, hani “kuracaksın meydana darağacını, sallandıracak üç beş tane!” şeklindeki zihniyet kodlamasının yeniden formüle edilişinden başka bir şey değildi. Evren idam deyince susmayı bilmedi: “Bize ‘sizde niye idam var?’ diye soruyorlar. Biz onlara soruyor muyuz ‘sizde niye idam yok diye?” dedi, “Adalet yerini bulsun diye bir sağdan bir soldan asıyorduk. Eğer sağdan 2 asmışsak ertesi gün 2 de soldan asıyorduk” dedi... 


Atatürk’ün totemleştirilmesi 


Atatürk’ün totemleştirilmesi ve tabulaştırılmasında şampiyonluğu Kenan Evren ve ekibi kazandı. Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nun yerine Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nun (AKDTYK) kuruluşu; Nutuk’un sadeleştirilmiş baskılarının yapılması ve yayılması; okullarda Atatürk köşelerinin mecbur tutulması; Ankara’da bir Atatürk heykel fabrikası kurulması; Atatürk’e ait olduğu tartışmalı vecizelerin kamusal alanlarda boy göstermesi; kahvehanelere Atatürk resimlerinin asılmasının mecburi kılınması; Kenan Evren’in Atatürk pozlarında konuşmalar yapması (hatta Atatürk gibi tren penceresinden bakan fotoğraflar çektirmesi) gibi adımlarla Atatürkçülüğün adeta sivil bir din haline getirilmesi 12 Eylül darbesinden sonra oldu. Bir yandan da, ABD’nin ‘ılımlı İslam’ projesiyle uyumlu olarak Türk-İslam Sentezi denilen ideolojinin devletin her kademesine yerleşmesi bu dönemde oldu. 



ALATURKA NEOLİBERAL: TURGUT ÖZAL 


Kenan Evren “Çankaya’yı artık bırakıyorum. Heveslileri gelsin, biz hevesimizi aldık” dedikten kısa süre sonra ülke ‘sivillere’ (!) teslim edildi. 
Ama ne sivillerdi bunlar! Darbecilerin kurdurdukları Milliyetçi Demokrasi Parti'nin (MDP) Genel Başkanı Turgut Sunalp gözaltına alınanlara işkence yapıldığı ve copla tecavüz edildiği haberlerine sinirlendi ve tarihe geçen şu vecizeyi yumurtlamıştı: “Niye cop kullansınlar, taş gibi delikanlılarımız var!” Neyse ki, bu sözün hayırlı bir sonucu oldu ve 6 Kasım 1983 seçimlerinde MDP seçimlerde bir varlık gösterememiş buna karşılık ANAP yüzde 45,14 oyla tek başına iktidara gelmişti. Diğer rakip Halkçı Parti’nin (HP) lideri Necdet Calp ile Turgut Özal arasındaki televizyon tartışmasında, Özal’ın Boğaz Köprüsü’nü halka satmak isteyen Özal’a kızan Calp’ın elini masaya vurup “Sattırmamm!” diye bağırması ise HP’nin seçimleri ikinci tamamlamasına neden olmuştu. Bu tartışmada galip gelen argüman, yeni dönemin değerlerinin de işaretiydi aslında… 

6 Eylül 1987 günü yapılan referandum sonucunda eski siyasilere 1982 Anayasası’nın geçici 4. maddesi ile getirilen yasak kaldırılmış, 29 Kasım 1987’de yapılan erken genel seçimlerde seçim sisteminde yapılan oynamalarla, ANAP yüzde 36,31 oyla aldığı halde milletvekilliklerinin yüzde 65’ini kazanmıştı. Bir süre sonra yapılan yerel seçimlerde ANAP’ın oyu yüzde 21,75’e düştü. İşte Kenan Evren’in görev süresi ANAP’ın böyle kan kaybettiği ama Meclis’te hegemonyasını sürdürdüğü bu dönemde sona erdi. 
Her zaman olduğu gibi yeni bir kriz kapıdaydı. ANAP Genel Başkanı Turgut Özal adaylığını açıkladı ama Demirel, ANAP’ın yerel seçimlerde oylarındaki düşüşü de öne sürerek Özal’ın Çankaya'ya çıkmasını gayri meşru bulduğunu ilan etti. DSP Genel Başkanı Ecevit ise, “Özal’ın aslında ordunun gizli adayı” olduğunu ileri sürerek karşı çıkıyordu bu adaylığa. Ancak Özal, 31 Ekim 1989 günü yapılan 3. tur oylamada, hepsi de kendi partisinin üyesi olan 263 milletvekilinin oyuyla Cumhurbaşkanı seçildi. (Muhalefet seçimlere katılmamıştı.) Bu tarihten sonra Süleyman Demirel Özal’a ‘Cumhurbaşkanı’ demedi, hep ‘861 rakımlı tepenin sakini’ diye andı. 


Bir koyup üç almak 

Özal’ın cumhurbaşkanlığına çıkması, siyasetten kaçış değildi, aksine başbakanlığı sırasında yapamadıklarını Çankaya’dan yapmayı hayal ediyordu. (Bu açıdan Erdoğan’a benziyordu.) Özal, seçilmezden önce makamın yetkilerinin çokluğundan, Kenan Evren’in müdahalelerinin bunaltıcılığından ve yetkilerinin azaltılması gerektiğinden söz ederken, seçildikten sonra fikrini tamamen değiştirmişti. 
Dindarın da liberalin de, zenginin de yoksulun da, Doğu hayranının da Batı hayranının da, Türkün de Kürdünde baktığında kendisine yakın gelecek bazı özellikleri vardı Özal’ın. Örneğin Dünyada Soğuk Savaş'ın bitimi ve ABD’de Reagan'la birlikte egemen olan neoliberalizm anlayışının sadık bir uygulayıcısıydı. Cumhurbaşkanlığı dönemi, ‘ithal ikameci’ ekonomiden ‘ihracata dayalı’ ekonomiye geçiş dönemi oldu. İMF, Dünya Bankası destekli tekstil, beyaz eşya ve diğer tüketim mallarına dayalı bir gelişmeye ağırlık verdi. Türkiye'yi dışa açtı. Türki cumhuriyetlerle ilişki kurdu. Baba Bush'un Körfez Savaşı'na destek verdi. Kürt meselesini halletmek için akıl yürüttü. (Örneğin Türkiye’nin adını ‘Anadolu Cumhuriyeti’ olarak değiştirmeyi bile önerdi.) 141 142 veya 163 gibi özgürlükleri kısıtlayan yasaları kaldırdı.

                               Turgut Özal, İbrahim Tatlıses’le...


Bir yandan da, tüm değerlerin hızla yıprandığı hatta çürüdüğüne tanık olduk. Özal’ın yerel seçimlerin beş yılda bir yapılmasına ilişkin Anayasa hükmünü soran gazetecilere “Anayasayı bir kere delmekten bir şey olmaz” demesini, “Bu kadar az maaşla nasıl geçinilecek?” sorusuna “Benim memurum işini bilir...” cevabı vermesini, “Sen onu küçük Turgut’a anlat” türünden müstehcen laflarını, Semra Hanım’ın Papatyalar’ını, Has Bahçe gecelerini, Zeynep Hanım’a hediye edilen Jaguar’ı ve en acısı banker facilarını unutmak mümkün mü?

Bütün bunlar Türkiye'nin müesses nizamını oluşturan kesimler için yabancı ve rahatsız ediciydi. 1991 Körfez Savaşı sırasında “savaşa Amerikalıların yanında girersek bir koyar üç alırız” demişti, Musul’u, Kerkük’ü almayı hayal ediyordu ama Özal’ın ihtiraslarının birilerini ürküttüğü anlaşıldı. Önce Özal cumhurbaşkanı olurken ANAP’ın teslim edildiği ‘yedd-i emin’ Yıldırım Akbulut ayak sürümeye başladı. Sonra Genel Kurmay Başkanı Necip Torumtay, Dışişleri Bakanı Ali Bozer ve Milli Savunma Bakanı Sefa Giray istifa ettiler. (Yıllar sonra Yusuf Özal, ağabeyinin kendisine “Torumtay korktu” dediğini açıklayacaktı. Bozer ise Özal’ın aksine, ‘Misak-ı Milli’ye bağlı kalmaktan yana olduğunu belirtecekti.)


ÇOK BİLEN, ÇOK YANILAN: SÜLEYMAN DEMİREL


Özal'ın 17 Nisan 1993'te bazı çevrelerce hala şüpheli görülen ani ölümüyle ülke yeniden bir cumhurbaşkanlığı krizine girdi. 20 Ekim 1991 günlü seçimlerinde DYP yüzde 27,03 oyla birinci parti olmuş, DYP’nin yanı sıra, ANAP, SHP, RP ve DSP de meclise girmişti. Bu bölünmüşlük ve siyasal uzlaşma kültürünün olmayışı ülkeyi kırılgan koalisyonlarla karşı karşıya bırakmıştı. Özal’ın yerine yeni cumhurbaşkanı seçmek her zamankinden zordu. 

DYP’nin adayı Süleyman Demirel’di ama partisinin oyları seçilmeye Demirel’i seçmeye yetmiyordu. SHP’nin adayı Erdal İnönü idi, SHP’nin oyu da yeterli değildi. Ancak genel beklenti, 3. turun sonunda partilerin, daha çok destekçisi olan Demirel üzerinde anlaşacağı yolundaydı. Çünkü 1982 Anayasası’na göre, 3. turda da cumhurbaşkanı seçilemezse Meclis’in feshi ve seçimlere gidilmesi gerekiyordu. Öngörü doğru çıktı ve Demirel, 16 Mayıs 1993 günü sadece DYP ve koalisyon ortağı SHP'nin oylarıyla hem de Özal’ın aldığı oyun daha azıyla cumhurbaşkanı seçildi. Özal 263 oyla, Demirel 244 oyla seçilmişti. Oy oranı yüzünden Özal’ı gayrimeşru bulan Demirel şu açıklamayı yaptı: "263 oyla seçilen 1. sınıf, 244 oyla seçilen 2. sınıf cumhurbaşkanı olur diye düşünmek, bu yanlış. Anayasadaki hükümlere göre seçilen herkes Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanıdır."



Başbakanlığı döneminde kendisinden öncekiler gibi, sürekli Cumhurbaşkanı makamının yetkilerinin genişliğinden söz eden Demirel, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra makamını, sistemin temel aktörü haline getirip, meclisi ve hükümeti kendi gölgesi altında çalıştırdı. Demirel’in görev süresi boyunca 10 hükümet kuruldu, 28 Şubat 1997 ‘post modern darbesi’ yaşandı. Bu olayları ustaca yönettiği düşünüldüğü için olsa gerek, 2000 yılının Ocak ayında DSP Genel Başkanı ve Başbakan Bülent Ecevit, 16 Mayıs 2000’de görev süresi bitecek olan Demirel’in cumhurbaşkanlığı süresinin uzatılmasını düşündüğünü açıkladı basına. 5 Nisan’da DSP, MHP ve ANAP milletvekillerinin imzalarıyla değişiklik paketi TBMM Başkanlığı'na sunuldu. Ancak değişiklik teklifi, gerekli 367 oyun çok altında (303 oy) alınca Demirel Güniz Sokağa döndü. Bunlar olurken, borsanın 1053 puan yükselmesi, hisselerin ortalama 6,6 değer kazanması pek manidardı. 


NAMUSLU BÜROKRAT: AHMET NECDET SEZER 


O dönemde siyasi denklem kabaca şöyleydi: DSP, MHP ve ANAP iktidarda, FP ve DYP muhalefetteydi. Bu bölünmüşlük yeni bir krizin habercisiydi aslında, ama bu sefer siyasiler uzlaşmayı başardılar. 131 imzayla önerilen ortak aday, Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer’di. Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na mutaassıp üyelerin oylarıyla seçilen (hatta bu yüzden adı ‘Fethullahçı’ya çıkan), karar verirken özgürlüklerden yana tutumuyla sivrilen Sezer, Celal Bayar’dan sonraki ikinci ‘sivil’ adaydı. Dahası, her anlamda Meclis dışı biriydi. (Daha önceden, CB adayları önce Meclis üyesi yapılıyordu, sonra seçiliyordu hatırlarsanız.) 5 Mayıs 2000 günü yapılan 3. tur katılan 533 milletvekilinin 330’unun oyunu alan Ahmet Necdet Sezer 10. Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Ayrıca değişik partilerden 9 aday vardı. Bunlardan en ünlüleri Doğan Güreş ve Yıldırım Akbulut idi. Son tura kalan adaylardan çok ikinci oyu ise Nevzat Yalçıntaş (113 oy) almıştı.

Cumhurbaşkanlığı törenine fraksız katılarak farklı olacağını hissettiren Sezer, ‘devletin kör kuruşuna sahip çıkan’ namuslu biri olduğunu kısa sürede gösterdi. Elbiselerini 40 yıllık terzisi Erol Akosman, Sümerbank ve Altınyıldız kumaşlarından dikti. Saçlarını 10 yıllık berberine kestirdi. Oğlunun düğününü Çankaya’da yaptı ama tüm masrafları cebinden ödedi. Akrabalarını kimse bilmedi. Çankaya’nın kadrolarını ve masraflarını neredeyse yarıya indirdi. Maaşına zam istemedi. Kırmızı ışıklarda durdu, eşiyle alışverişe çıktı. Namaz kılmadı ama düzenli oruç tuttu. Ve anketlerde “ordudan bile güvenilir” çıktı…

Hakimlik mesleğinin verdiği alışkanlıkla önceleri ‘hakem’ gibi davranan Sezer, 2001 yılında, Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Bülent Ecevit’e “Çamurun üstünde oturuyorsunuz. Siz temizleyemiyorsanız, biz temizleyelim” dedi, Başbakan Yardımcısı Hüsamettin kendisine “Bu yetkiyi nerden alıyorsunuz?” diye sorunca olanlar oldu. Sezer’in Anayasa kitapçığını Başbakan Ecevit’e fırlatması, Özkan’ın kitabı aynı usulle geri göndermesi, Ecevit’in sesi titreyerek bu olayı kamuoyuyla paylaşması ve ardından yaşanan büyük ekonomik kriz, Sezer’in hakem rolünden ayrılmasıyla ilişkilendirildi. Batı basını tam “Sezer’le Türkiye siyaseti sivilleşebilecek mi?” diye fal açıyordu ki, 3 Kasım 2002 günü, AKP’nin iktidara gelmesiyle, o güne dek kendisini ’28 Şubat’ çizgisinde olmadığı için sert şekilde eleştiren ‘laikçi’ (‘laik’ ve ‘laikçi’ ayrımına dikkat etmenizi rica edeceğim) kesimlerle doğal ittifaka girdi ve kadim vesayet sisteminin en etkin parçası oldu. Bugün, AKP’nin ve müttefiklerinin izlediği siyaseti görenlerin “Sezer az bile yapmış” dediğini söylemeye hacet yok herhalde. 


AKP’NİN NOTERİ: ABDULLAH GÜL 


Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin dolmasının yaklaşmasıyla birlikte 15 Nisan’da resmen cumhurbaşkanlığı seçim süreci, “başı örtülü olmayan” aday arayışları ile devam etti (bu bağlamda ‘çatı aday’ Ekmeleddin İhsanoğlu da AKP’nin aday adaylarından biriydi) 24 Nisan'da Recep Tayyip Erdoğan’ın partisinin grup toplantısında cumhurbaşkanı adaylarının Dışişleri Bakanı Abdullah Gül olduğunu açıklamasıyla önemli bir dönemece girmişti. 27 Nisan’da yapılan ilk turda CHP, ANAP ve DYP genel başkanları seçimlere katılmayınca Meclis 361 kişiyle toplandı. Abdullah Gül, 357 oy çıkarken, 3 oy geçersiz sayıldı, 1 oy da boş çıktı. O gece, TSK’nın internet sitesinde daha sonradan ‘e-muhtıra’ diye anılacak olan TSK’nın basın açıklaması yayımlandı. (İleriki dönemde, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, bizzat kendisinin yazdığını açıklayacaktı.) 


367 krizi 


Bunun üzerine Anayasa’nın 102/1. maddesinin toplantı yeter sayısını 367 olarak öngördüğü yönünde açıklamalar yapmış olan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun görüşleri tekrar gündeme geldi. Bu görüşe göre Cumhurbaşkanı seçimin ilk turunda seçilme yeter sayısının altında bir sayıyla oturumun açılması anayasaya aykırıydı. Muhalefet, bu görüşü Cumhurbaşkanı seçimlerin yapılması öncesinde Meclise, akabinde de Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) taşıdı. Mahkeme, ‘e-muhtıra’dan dört gün sonra kararını açıkladı. (Gerekçeli kararı 28 Haziran’da açıklayacaktı.) Başvuruyu haklı görmüş, birinci tur oylamayı iptal etmişti. Bu kararın anlamı, Meclis’te salt çoğunluğu elinde bulunduran bir siyasi partinin muhalefetin onayı olmadığı sürece kendi adayını Cumhurbaşkanı seçtiremeyeceğiydi. Karardan sonra CHP’nin direnişi yüzünden Meclis 367 kişiyle toplanamayınca, Abdullah Gül adaylığını geri çekti, anayasa gereği iptal oldu ve seçimlere gidildi.



AKP bu arada bir daha 367 krizi yaşamamak ve de seçim yasaklarına gireceği için değinemeyeceğim bir dizi nedenle, Anayasa’nın genel seçimlerin beş yılda bir yapılmasını öneren maddesini ‘dört yılda bir’ diye değiştirdi. Cumhurbaşkanı’nın halkoyuyla seçileceği maddesini ekledi. Cumhurbaşkanının görev süresini beş yıl olarak değiştirdi, bir kişinin üst üste iki kez seçilebileceğini ekledi. Ayrıca toplantı ve karar yeter sayılarını düzenledi. (Bazı konuların yeterince açıklıkla düzenlemediği bugün acı biçimde anlaşıldı.) Anayasa değişikliği mecliste kabul edildi ama Ahmet Necdet Sezer kanunu önce veto etti, aynen kabul edildiğinde Resmi Gazete’ye yayımlanmaya göndermedi, halkoyuna sunulmak üzere TBMM’ye iade etti. Ardından hükümetin referandumu 22 Temmuz 2007 günü erken genel seçimlerle birlikte yapmayı mümkün kılacak kanununu veto etti. Böylece halkoylamasının 21 Ekim 2007’de yapılmasına karar verilmek zorunda kalındı. 

22 Temmuz 2007 günkü erken genel seçimlerin galibi AKP oldu ama milletvekili sayısı 341’de kalmıştı. Sonuçlar, AKP’ye hükümeti kurma garantisi sağlıyordu AYM’nin ‘367 içtihadı’ yüzünden, tek başına Cumhurbaşkanı seçme olanağı yoktu. AKP’nin imdadına MHP yetişti. 2 Ağustos 2007 günü yapılan 3. turda Abdullah Gül 339 oyla Türkiye Cumhuriyetinin 11. Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Seçime katılan diğer adaylar, Sabahattin Çakmakoğlu 70, Tayfun İçli ise 13 oy almışlardı. 

21 Ekim 2007 günü yapılan halkoylamasına (bütün rakamları yuvarladım) 42 milyon 665 bin seçmenden 28 milyon 795 bini katıldı. Geçerli oyların 19 milyon 400 bini ‘evet’ (yüzde 69), 8 milyon 739 bini ‘hayır’ (yüzde 31) oldu. 

Abdullah Gül’ü anlatmaya herhalde gerek yok. Benim zihnime, aşırı kibar tavırlı, sürekli gülümseyen, cümleleri yuvarlayarak konuşan, hiç bir zaman bir konuda ne düşündüğünü tam olarak anlatmayan veya anlatamayan biri olarak nakşedildi. Gül’ün siyaset üstü gibi duran ama esas itibariyle AKP iktidarının yolunda en ufak bir engel çıkmaması için canla başla çalışan bir cumhurbaşkanı olarak görevini başarıyla tamamladığını düşünüyorum. 


 

Ayşe HÜR

Radikal, 10.08.2014

 

 

Son Güncelleme Tarihi: 14 Ağustos 2014 16:07

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.