561 yıldır fethetmeye doyamadığımız İstanbul

02 Haziran 2014 13:31 / 1448 kez okundu!

 

 

Başbakan 'çılgın' projelerle İsskanbul'u bir de kendisinin fethe kararlı olduğunu ilan etti. 561 yıldır bir türlü tatmin olmayan fetihçi ruhun geçen yıl nelere mal olduğunu biliyoruz.

29 Mayıs ‘İstanbul’un fethinin 561. Yıldönümü törenleri yapıldı. Başbakan da bu vesileyle, fetih ideolojisini güzelleyen bir konuşma yaptı. Konuşmasında üçüncü köprü, üçüncü havaalanı, İstanbul Kanalı gibi benim gözümde birer ‘ucube’ olan projelerle İstanbul’u bir de kendisinin fethe kararlı olduğunu ilan etti. 561 yıldır bir türlü tatmin olmayan fetihçi ruhun geçen yıl nelere mal olduğunu biliyoruz. Bu yazıyı gazeteye yolladığım saatlerde henüz Gezi olaylarının 1. Yıldönümü için Taksim’de bir araya gelinmemişti. Dolayısıyla neler yaşandığını bilmiyorum. Ama Başbakan’ın konuşmasından hiç de iyi işaretler almadım. “Umarım gün bir şenlik havasında geçmiştir” deyip yazıma başlayayım. 

Kuşatmalar 

Coğrafi konumunun sağladığı avantajlarla ticari, askeri, yönetsel bakımdan her zaman stratejik öneme sahip olan Konstantinopolis, 2 bin yıllık tarihi boyunca defalarca kuşatılmıştı. İlk kuşatmalar 4. ve 5. yüzyıllarda Hunlar tarafından yapıldı. 6. ve 7. Yüzyıllarda Avarlar dayandı şehrin surlarına. Bunları Araplar izledi. Arapların dört seferinin üçü Emeviler döneminde (668-9, 674, 716-7) sonuncusu ise Abbasiler döneminde (781-782) idi. Şehir, 9. ve 10 yüzyıllarda Bulgarların, Rusların ve Macarların saldırısına uğradı. 1204’de Dördüncü Haçlı ordularınca tarihin gördüğü en büyük yıkımı yaşadığı yetmezmiş gibi 1261’e kadar da Haçlı ordularının elinde kaldı. (Haçlı Seferleri hakkındaki yazım 16.09.2102 tarihli Radikal’de yayımlanmıştı.) 

Osmanlılar şehri ilk kez 1340 yılında kuşatmışlar, bunu 1394-1402 arasındaki ve 1422’deki başarısız kuşatmalar izlemişti. 200 bin kişilik Osmanlı ordusu 1453’te şehri kuşattığında nüfusu 50 bin civarında olan şehir her açıdan çok zayıflamıştı. Şehrin yerli halkının isteksizliği yüzünden savunma işi toplamı 10-15 bin kişi olan Venedik, Ceneviz ve Fransızlara kalmıştı ama 200 bin kişilik Osmanlı ordusunun kuşatması 6 Nisan’dan 29 Mayıs’a kadar sürdü. 

Ayasofya’nın cami olması 

Bugüne dek çeşitli araştırmacılar, 70 kadar geminin nasıl olup da kızaklar üzerinde iki saatte Dolmabahçe’den Haliç’e indirildiğini, şehre Ulubatlı Hasan ve 30 arkadaşının gürzlerle vuruşa vuruşa surlarda açtığı gedikten mi yoksa Osmanlılarla işbirliği yapan Rumların açtığı gediklerden mi girildiğini cevaplamaya çalıştılar. Merak edenler kaynakçadaki kitapları okuyabilirler. Şu veya bu şekilde şehre girildikten sonra olanları fethin (ki benim için ‘zapt’ veya ‘işgal’di olayın adı) tanığı Osmanlı tarihçiler Tacizâde Cafer Çelebi ve Tursun Bey şöyle anlatıyor: Bundan böyle ‘Fatih’ diye anılacak olan II. Mehmed 29 Mayıs 1453’de şehre girdiğinde neredeyse bin yıldır Ortodoks aleminin en büyük mabedi olan Ayasofya’nın kubbesine atıyla çıkmış, ardından kiliseyi çok harap bulduğunu söyleyerek Farsça bir beyit okumuştu. Beytin Türkçesi şöyleydi: “Örümcek Kisra’nın tâkında perdedarlık ediyor/Baykuş Efrasiyâb’ın kalesinde nevbet vuruyor...”

Lord Kinross, Osmanlı Tarihi adlı eserinde Fatih’in Ayasofya’ya geldiğinde hemen kapının önünde mermerlere zarar veren bir yeniçeriyi kılıcıyla öldürdüğünü belirtir. Daha sonra askerlerine dönerek, ‘esirler ve hazineler askerlerin, yapılar benim’ demiştir. Kinross’a göre, yağmanın İslami geleneğe uygun olarak üç gün değil de daha kısa tutulması (ki bu konuda net bir bilgi yok elimizde), Fatih’in şehri kendine başkent yapmaya niyetlenmesi ile ilgiliydi. Nitekim 1 Haziran’da Ayasofya camiye çevrilmiş, Fatih hocası Akşemseddin’in imamlığında ilk namazını kıldıktan ve adına ilk hutbeyi okuttuktan sonra şehrin Osmanlı dönemi başlamıştı. Ardından son Bizans İmparatoru XI. Konstantinos Paleologos’un cesedini buldurttu ve dini törenle gömdürdü. Bizans’ın son patriği Gennadios II Sholarios’u İstanbul’a getirterek bir yandan Ortodoks tebaanın içini rahatlatan Fatih, bir yandan da Ayasofya’dan çıkarılan ‘putları’ okçular için talim unsuru yapmaktan geri durmadı. Bu arada şehirdeki irili ufaklı kilise ve şapellerin cami ve mescide dönüştürülmesi devam ediyordu. Bu arada yıllardır Bizans sarayında yaşayan kardeşi Orhan’ı ve düşmanla arasında bir anlaşma olduğundan şüphelendiği Çandarlı Halil Paşa’yı boğdurdu ve 21 Haziran’da büyük bir törenle Edirne’ye doğru yola çıktı. Temmuz ayında yayınladığı Emânnâme’de ise “...kiliseleri ellerinde ola, okuyalar ayinlerince, amma çan ve nâkus çalmayalar ve kiliselerin mescid etmeyim, bunlar dahî yeni kiliseler yapmayalar” diyerek, ‘hoşgörü’nün sınırlarını hatırlattı. 

Sulhen mi anveten mi? 

Fatih’in fethin hemen ardından bütün kiliseleri camiye çevirmemesi bir İslami gelenekle ilgiliydi. Eğer bir şehir ‘sulhen’ yani barışla alınırsa oradaki eski mabetler aynen korunuyordu, ‘anveten’ yani savaşla alınırsa üç günlük yağma ve ardından eski mabedlerin camiye çevrilmesi mubahtı. Şehirdeki bazı mabedlerin kilise olarak kalmasına neden izin verildiğini tarihçi Cenabi Mustafa Efendi (ö. 1590-1) şöyle cevaplıyor: “Cemazilevvel ayının yirminci günü, Salı günü iki canipten fetholundu. Bahir (deniz) tarafından anveten (savaşla) fetholdu ve Edirnekapı’dan sulhan (barışla) fetholdu. İki asker Aksaray pazarından Ayasofyaya yürüyüp cemoldular (toplandılar) ve anın içündür ki Sulu Manastır tarafındaki keniseler (kiliseler) ibka olunmuştu (yerinde bırakılmıştı) ve Aksaray pazarından Ayasofyaya varınca cami ve mescit olmuştur…” 

Hasan Çolak’ın kaynakçadaki makalesine göre, ‘Fenerli Rumlar’ denilen ayrıcalıklı zümreden olan ve Osmanlıların Boğdan Eyaleti’nin beyi, şarkiyatçı, ansiklopedici, müzik adamı Dimitri Kantemiroğlu (ö. 1723) ise asırlar sonra bu hikâyeyi muhtemelen Patrikhane arşivlerindeki bilgilerle zenginleştirecekti. Kantemiroğlu’na göre, karadan Haliç’e yürütülen donanma, Fener kapısından içeri girerek şehrin önemli bir kısmını ‘anveten’ ele geçirmişti. Surların gerisinde çarpışan Bizans kuvvetleri teslim olmaya karar vermiş ve imparator sultanın otağına elçilerini göndermişti. İyi bir şekilde karşılanan elçilerle teslim şartları konusunda anlaşmaya varılmış ve elçiler uğurlanmıştı. Ancak surlara varmadan II. Mehmed kendilerine bir şey daha söylemek için elçilerin geri çağrılmasını buyuracaktı. İşte ne olduysa o an olmuştu. Peşlerinden gelen Osmanlı askerlerinin hileyle şehre girmeye çalıştığını düşünen Bizanslılar geri dönüp savaşmaya başlamıştı. II. Mehmed de onların anlaşmadan vazgeçtiğini düşünüp şehri kılıç zoruyla almak için askerlerine çarpışmalarını emretmişti. Savaş esnasında imparator ölmüş ve geriye kalan Bizans güçleri deniz tarafından olanları da duyunca önceden üzerinde anlaşılmış oldukları koşuluyla şehri teslim etmişlerdi. Şehre giren Sultan Mehmed şöyle demişti: “Anlaşmamızda size burada kalacak olursanız hiçbir kilise ya da manastıra dokunulmayacağına ve dininize bir zarar gelmeyeceğine dair söz vermiştim. Ancak şehrin bir yarısını kılıç zoruyla, diğer yarısını da teslim suretiyle almış olduğun için fethettiğim kısımlardaki mabet ve kiliselerin camiye çevrilmesini, geriye kalanların da tamamen Hıristiyanlara bırakılmasını doğru buluyor ve böyle emrediyorum.” 

Görüldüğü gibi, yıllar sonra da olsa, Kantemiroğlu her iki tarafı da kollayan bir anlatı geliştirmiş. Ancak biliyoruz ki, bugün ‘Suriçi’ dediğimiz bölgedeki yüze yakın kilise ve manastırdan kilise olarak kalmasına izin verilenler, Fatih’in oğlu II. Bayezid (hd 1481-1512) zamanında camiye çevrildi. Bu tür hamlelerin ileriki yıllarda da gündeme geldiğini 1578’de derlenmiş Historia Patriarkhiki (Patrikhane Tarihi) adlı eserde görüyoruz. Yine Hasan Çolak’ın araştırmasından öğrendiğimize göre Kanuni döneminin ünlü Şeyhülislamı Ebusuud Efendi, şehirdeki tüm kiliselerin camiye çevrilmesine ilişkin bir fetva yayımlamıştı. Dönemin Rum Patriği II. Ieremias telaşla Lütfi Paşa’ya gitmiş, Sadrazam kendisine, “şehrin anahtarının Bizans’ın son imparatoru XII. Kostantinos tarafından II. Mehmet’e sulhla verildiğini söylemesini” önermişti. (Burada bir parantez açalım. Eğer bu iddia doğruysa Lütfi Paşa Patrik’e yalan söylemesini önermişti, çünkü Lütfi Paşa, Tevarih-i Al-i Osmani adlı eserinde şöyle demişti: “Akibet Sultan Mehmed yağmadur deyü emr idicek gaziler her yerden yürüyüş idüb İslambol’i cebren ve kahren aldılar…” Tavsiyesi doğruyu söylemekse, Lütfi Paşa kitabında yalan söylemişti.) Patrikhane Tarihi’e göre, Patrik padişaha gitti ve hikâyeyi anlattı. Padişah şaşırdı, çünkü o şehrin ‘anveten’ alındığını biliyordu. Ertesi gün hediyelerle ikna edilen iki yaşlı Yeniçeri ile gelip hikâye tekrarlandı. Bunun üzerine padişah ikna oldu ve kiliselerin camiye çevrilmesi yönündeki fetvayı iptal etti. Benzer bir hikaye Atina Piskoposu Meletios’un 1703’te yazdığı bir risalede de vardı. Sadece Meletios, Lütfi Paşa’nın adını İbrahim Paşa yapmış, ‘şehrin sulhen alındığına dair yalan söylemekten’ değil, ‘şehrin sulhen alındığından’ bahsetmişti. 

19. yüzyılın ilk yarısında yazan Alphonse de Lamartine’in anlattığı versiyonda ise kiliseleri camiye çevirmek isteyen padişah Şiilerle savaşa savaşa bağnazlaşan Yavuz Selim; Patrik II. Ieremias’a bir eline Kuran, diğer eline Sultan Mehmed zamanında yapılmış anlaşmalarla sultanın huzuruna çıkmayı öğütleyen ise Zenbilli Ali Efendi idi. Yazara göre, Sultan Mehmed zamanındaki anlaşmalar bir yangında kaybolduğu için Müslüman şahitlerin sözlerini kabul eden Şeyhülislam, padişahın istediği fetvayı vermemişti. Görüldüğü gibi tarihte aslında neler olduğunu öğrenmek hiç de kolay değil. Bu yüzden kesin yargılara varmaktan mümkün olduğunca kaçınmak gerekiyor. 

Bizans mı İkinci Roma İmparatorluğu mu? 

Peki, ‘Fatih’ unvanını alan II. Mehmed’in orduları hangi devlete son vermişti? Buna çoğumuzun ‘Bizans’a’ diye cevap vereceğini tahmin ediyorum. Belki de bir kısmımız ‘Doğu Roma’ya’ diyecek ki bu ikinci gruptakiler haklı olacak. Çünkü o devletin adı, Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölündüğü 395 yılından itibaren kendi halkı için Basileía tôn Rhomaíon (Rum İmparatorluğu), Batı dünyası için Doğu (veya İkinci) Roma İmparatorluğu idi. Bu imparatorluğun adının Bizans olarak değişmesinin öyküsü ise ilginç. 

Terimin mucidi Alman tarihçi ve araştırmacı Hieronymus Wolf, 1537 yılında yeni kurulan Augsburg kütüphanesine müdür olarak atandığında kütüphanedeki antik ve ortaçağ Yunan eserlerini okumakla kalmamış, onların 100 kadarını Almancaya çevirmişti. 1557 yılında Yunan tarihi üzerine yazdığı büyük eserini yayımladı. Eserin adı Corpus Historiae Byzantinae idi. Devletin adını (Türkçe söylenişi ile) Bizans’a çevirirken esin kaynağı Konstantinopolis’in antik dönemdeki çekirdeği olan (Yunanca) Bizantion (Latince Bizantium) şehri oluşturmuştu. 17. Yüzyılın başında Fransa Kralı 14. Louis, dönemin ünlü Roma tarihi uzmanlarını bir araya getirdi ve onlara bir Roma İmparatorluğu tarihi yazdırdı. Wolf’un eseri temel alınarak yazılan bu 34 ciltlik dev eserle birlikte, ‘Bizans’ adı adeta resmileşti. Terimi, 18. Yüzyılda Fransız düşünür Montesquieu popülerleştirdi. Bu süreçte, Batı düşüncesinin üzerine kurulduğu Roma İmparatorluğu, erdemli olmak, savaş başarıları, hukuk sistemi kurmak gibi olumlu özelliklerle temize çekilirken, bağnazlık, entrikacılık (örneğin ‘Bizans oyunu’ terimi), çürüme vb gibi olumsuz nitelikler ‘nevzuhur’ Bizans’ın sırtına yıkıldı. 

135 isimli şehir 

Peki, fetihten sonra şehrin ismi ne oldu? Buna cevap vermeden önce şehrin 1453’ten önceki isminin ne olduğuna karar vermemiz gerekiyor. Bu da çok kolay değil. Necdet Sakaoğlu’na göre şehrin tarih içinde 135 ismi olmuştu. MÖ 660’lara tarihlenen ilk yerleşimin adı yukarıda da dediğim gibi Bizantion idi. MS 3. Yüzyılda Romalılar, şehri onaran Antonius’tan dolayı (şehri yıkan, babası Septimius Severius’tu) Augusta Antonina dediler. Şehirde büyük imar faaliyetlerine girişen I. Constantinus döneminde (324-337) şehrin adı Secunda Roma (İkinci Roma), 5. Yüzyılda Nova Roma (Yeni Roma) oldu, ancak bu yüzyıllarda ‘Constantinus’un şehri’ anlamına gelen ‘Konstantinopolis’ adı da yerleşmeye başlamıştı. Bu adlandırma 20. Yüzyıla kadar da bazı değişikliklerle de olsa devam etti. 7. Yüzyıldan itibaren Araplar, 11. Yüzyıldan itibaren Türkler için ülkenin adının Rumiye, Rumya, Diyar-ı Rum olması ise şehrin eski adlarının güçlü bir mirası olduğunu düşündürüyor. 

İstanbul adı ise sanıldığı gibi şehre Osmanlılar tarafından konmamış. İsmin tarihi çok daha eskilere gidiyor. Örneğin 9. Yüzyıl yazarı Vakidi’nin Fütuh’üş-Şam adlı eserinde “Rum Meliki Timaoş’un oğlu İstanbul’un bir şehir kurmayı murad ettiği, dört sene süren hükümdarlığı boyunca şehrin inşaası için çalıştığı, ama şehri, yerine geçen Konstantin tamamladığı için şehre Konstantin adı verildiği” yazılı. Görüldüğü gibi bu anlatıda İstanbul bir insan ismi. 10. Yüzyıl yazarı Mesudi de Tenbih adlı eserinde ‘İstinbolin’ adını telaffuz etmiş. 13. Yüzyıl yazarı Yakut el-Hamavi Mu’cemü’l-Buldan adlı eserinde İştanbol-İştanbul’dan söz ediyor. Daha sonra pek çok Arap tarihçi ve ünlü Faslı seyyah İbn-i Batuta, bazı harfler değişik olmakla birlikte bu isim etrafında geziniyorlar. Bazı dilbilimciler bu adların, Yunanca ‘Eis tin polin’ (şehre doğru, şehrin içinde) tamlamasından geldiği ileri sürüyor. Bazıları ise (Ko)stan(tino)poli isminden, hece düşmesiyle oluştuğunu düşünüyor. Hangisi olduğuna karar vermek zor. 

1453’ten sonra şehrin adının ne olduğunu fethe tanıklık eden Ermeni ozan-yazar Engürülü (Ankaralı) Abraham’ın şu dizelerinden öğreniyoruz: “[Fatih] Şehirde manasını ifade eden/İstanbol adını değiştirdi/İslam çokluğu demek olan/İslambol denilsin dedi…” Ancak bu etimoloji doğru olsaydı, şehrin adının İslambol olarak yerleşmesinde bir zorluk olmazdı diye düşünüyorum. Nitekim, İslambol’dan ziyade, Yunanca çağrışımlı İstambul, Sıtanbul gibi söyleyişler zamanla İstanbul’a dönüşmüşe benziyor. Ancak daha ilginci, İslami söylemde şehrin adı, Arapçalaşmış şekilde Konstantiniyye olarak kalmış. Konstaniyye-i Kübra, Kastantina el Uzma, Kostantaniya, Kostantiniyye el Mahrusa, Mahrusa-i Konstantiniyye, Şehr-i Konstantiniyye gibi terkipler resmi belgelerde, kitaplarda bol bol kullanılmış. Bunların yanısıra Dar’ül İslam, Darü’l-Mülk, Darü’l-Hilafe, Darü’s-Saltana, Der-Aliyye, Der-Saadet, Ümmü’d-Dünya gibi Arapça ve İslami isimleri de vardı şehrin.

17. Yüzyıl yazarı Evliya Çelebi ise “Lisan-ı Al-i Osman’da İslambol derler” diyerek, iki asır sonra Engürülü Abraham’ın etimolojisine gönderme yapar. İslambol adı, 19. Yüzyıla kadar yaygın biçimde kullanılmış, 19. Yüzyıldan itibaren paralardan ve resmi yazışmalardan kalkmakla birlikte ulema zümre tarafından kullanılmaya devam edilmiş. Çelebi aynı yıllarda Avusturyalıların şehre ‘Kostantin Opol’ dediklerini vurguluyor. Bu addan türeyen Kostantinopol adı 19. Yüzyıl Osmanlı basınında pek çok gazete ve derginin ‘basım yeri’ için kullanılmış. Görüldüğü gibi, Osmanlı’da bugünkü gibi bir Bizans kompleksi olmamış. Cumhuriyet döneminde Bizans’a nasıl bakıldığı ise ayrı bir yazı konusu... 

Özet Kaynakça: Nicolo Barbaro, 1453 Konstantinopl Kuşatma Güncesi, Büke Yayınları, 2005; Tursun Bey Tarih-i Ebu’l Feth, Yayına Hazırlayan: Mertol Tulum, Baha Matbaası, 1977; Feridun Emecan, Fetih ve Kıyamet, Timaş Yayınları, 2014; Hasan Çolak, ‘Sulhen mi Anveten mi? İstanbul’un Fethiyle İlgili Bir Hikâyenin Gelişimi (16.-19. Yüzyıllar)”, İmparatorluk Başkentinden Kültür Başkentine İstanbul, Editör: Feridun Emecan, Kitabevi Yayınları, s. 205-213; Melville Jones, 1453 İstanbul Kuşatması, Yeditepe Yayınları, 2008; Erdoğan Aydın, Fatih ve Fetih, Mitler ve Gerçekler, Kırmızı Yayınları,2008; Stefanos Yerasimos, Konstantiniye ve Ayasofya Efsaneleri, İletişim Yayınları, 1995; Necdet Sakaoğlu, “İstanbul’un Adları” ve “Mehmed II (Fatih)” maddeleri, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Kültür Bakanlığı-Tarih Vakfı ortak yayını, 1994, C. 4, s.253-256 ve C.5. s. 327-333.

 

Ayşe HÜR

Radikal, 01.06.2014

 

 

Son Güncelleme Tarihi: 03 Haziran 2014 20:42

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.