24 Nisan 1915’te ‘aslında’ ne oldu?

24 Nisan 2011 11:57 / 4711 kez okundu!

 


Dün 23 Nisan’dı, çocuklarımızla birlikte içimize neşe dolmuştu. Bugün ise 24 Nisan, içimiz hüzünle dolu. Bilmeyenler olabilir, 24 Nisan, bundan 96 yıl önce, İstanbul’daki Ermeni cemaatinin önde gelenlerinin, aydınlarının tutuklanıp, Çankırı ve Ayaş’a doğru tehcir edilmesinin tarihi.

Tehcirin tanıklarından Alman Protestan Papazı Lepsius’a göre 600, dönemin ABD Büyükelçisi H. Morgenthau’ya göre 500, resmî tarihçi Yusuf Sarınay’a göre 235, gayrı resmî tarihçi Taner Akçam’a göre 180 kişilik bu ilk kafilenin arkası gelecek, İttihat ve Terakki yönetimindeki Osmanlı Devleti 27 Mayıs 1915’te çıkarılan “geçici” kanunla “Tehcir”i resmîleştirecekti. Tehcirin, fiilen sona erdiği 4 Ekim 1916 tarihine kadar yaşananlar, kimine göre “yol kazası”, kimine göre kırım, kimine göre katliam, bana göre ise, 1948 Soykırım Sözleşmesi’nde tanımlanan “soykırım” suçuna tıpatıp uyuyor. Neden böyle düşündüğümü merak edenler 7 Temmuz 2008 tarihinde bu sayfada yayımlanan “1948 Soykırım Sözleşmesi’nin 60. Yılı” başlıklı yazıma (1) bakabilirler.


Dur-De etkinlikleri

Elbette, adlandırma işini “1915’te nelerin yaşandığını öğrendikten sonra” koymak isteyenlere saygı duyuyorum. Ama aradan geçen 96 yıla rağmen, bu konuda fazla gayretli olmadığımız ortada. Özellikle devlet katında 1915’te yaşananları inkâr konusunda tek bir geri adım atılmadı. Sevindirici olan ise her yıl 24 Nisan’la sınırlı da olsa, bir öncekinden daha çok sayıda insanın, 1915’te yaşananların sorumluluğunu ve acısını paylaşmak için bir şeyler yapmaya çalışıyor olması. Örneğin geçen yıl olduğu gibi bu yıl da, Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur-De Platformu’nun öncülük ettiği bir grup vicdanlı insan “Bu ülkenin alnı ve vicdanı ak insanlar ülkesi olmasını yürekten isteyen herkesi çok gecikmiş bir insanlık görevine davet ediyoruz. 24 Nisan’ın işaret ettiği o ağır suçun, insanlığın asli değerleri temelinde birleşen hepimizin ortak acısı olduğunu ilan etmeye çağırıyoruz” diye sesleniyor. Dur-De’nin bildirisini ve çağrıcı listesini
http://www.buacihepimizin.net/default.aspx adresinden okuyabilir, çağrıya destek veriyorsanız, imzanızı koyabilirsiniz.

Pek çok kişi ve kuruluşun katıldığı anma etkinlikleri bugün İstanbul’da 17:00’de Taksim Meydanı’nda, Ankara’da 17:00’de Sakarya Meydanı’nda, Bodrum’da 17:00’de Belediye önünde ve Diyarbakır’da 17:00’de İnsan Hakları Parkı’nda, İzmir’de ise 14:00’te Fuar Basmane Kapısı önünde başlayacak. Ben, bugün İzmir’de olacağım ve 15:30’da Bayraklı’daki Tepekule Kongre ve Sergi Merkezi’ndeki söyleşiye katılacağım.


Sevag, Varujan ve Kelekyan

Bu hafta, 24 Nisan 1915’te İstanbul’da tutuklanıp Çankırı’ya sürülen, ancak şans eseri ölümden kurtulan gazeteci, yazar ve öğretmen Mikayel Şamdancıyan’ın 1919’da yayımlanan anılarından bir bölümü aktaracağım. Pek çok Ermeni aydınının son günlerine ışık tutan bu anılar ünlü yazar ve araştırmacı Teotig’in (Teotoros Lapçinyan) Huşartzan Abril 11’i (11 Nisan Anı Kitabı) adlı eserinde yer almış, bu kitaptan Rafi Şirvanyan’ın yaptığı özet çeviri, 20 Nisan 2007 tarihli AGOS gazetesinde yayımlanmıştı.

Söze şöyle başlıyor Mikayel Şamdancıyan: “Bugün, yitirdiklerimiz hakkında konuştuğumuzda, onların hatıralarına bir armağan sunmuş oluyoruz. Benim için ise, Çankırı hakkında konuşmak, o dehşeti bir kez daha yaşamaktır. Onlar yok oluş yolunda ilerlerken, bana yaşamak ve vicdanımda onların yasını tutmak düştü. Büyük felaketin ardından, uğradığımız kayıplar hususunda ne zaman bir hesaplaşmaya girişecek olsam, büyük bir fırtınadan kurtulan birinin ruh haliyle, hayatta kalmanın kişiye her zaman mutluluk getirmediğini görebiliyorum. Çankırı’daki hayatımızı, vicdanımın üzerindeki bu düşünce yüküyle hatırlıyorum.


Elma Dağı kimlere mezar oldu?

Ayaş’ın o ağır koşullarından sonra oraya çok kalabalık gittik. Otuz kadar arkadaşımız, birkaç sefer gelen izinlerle İstanbul’a döndü (Çankırı’da sayımız yüz elliye yakındı). İstanbul’a dönmeyen yüz yirmi arkadaşımıza ne oldu? Bunlardan ancak on beş kadarı hayatta bugün. Demek ki kader onlardan yüz kadarının felakete teslim olmasını istemiş.

Bizi, biri elli iki, diğeri yirmi dört kişilik iki kafile halinde, Der Zor’a götürmek üzere yola çıkardılar. O zaman ‘Der Zor’ ismini pek bilmezdik. İlk gruptan, yaptığı başvurular neticesinde İstanbul’a dönebilen tek kişi Protestan kilisesine mensup Baronyan oldu. Diğer bütün dostlar, gelecek vaat eden [yazar, öğretmen] Armen Doryan da dâhil, Elbistan yollarının kara bahtlı kurbanları oldular. İkinci kafileden yalnızca [gazeteci, yazar] Aram Andonyan kurtuldu. Çankırı’dan Ankara’ya giderken bacağı kırıldığından yürüyememiş, bir hastaneye bırakılmıştı. Diğer bütün arkadaşları ise, şehirden üç saat mesafede, Elma Dağı eteklerinde, ayrım gözetmeden katledilmişti. Ben de o ilk kafiledeydim, çünkü oradaki arkadaşlardan biriyle vaftiz adı benzerliğim vardı. O ilk kafile içinde olup bugün hayatta olmamı sadece şansla açıklayabilirim. Bu listelerin hazırlanmasının ardındaki güç, yerel İttihat örgütünün kâtib-i mesulü [Cemal] Oğuz’du; kaybettiğimiz yüzden fazla dostun günahı onun boynundadır.

Kurbanların üçü, kişisel anılarla bağlandığım [şair, öğretmen] Taniel Varujan, [gazeteci] Diran Kelekyan ve [doktor] Rupen Sevag’dı.

1915 haziranının sonlarında ilk kafilenin ayrılması ve on dokuz kişi için İstanbul’a dönme izni çıkmasını takip eden bir buçuk ay boyunca Sevag’la birlikteydim. O sıralar, İstanbul’a dönmesine izin verilmiş olan altı arkadaşımla birlikte kalıyordum. Sevag da Çankırı’ya yeni gelmişti. Hemen bize katılmasını kararlaştırdık. Sosyal ve neşeli kişiliğini İstanbul’dan bilirdim. Onun gelişiyle, evimiz hemen bayram neşesiyle doldu.


Sevilen doktor Sevag

Kafilemiz Çankırı’ya vardığında aramızda sekiz doktor vardı; şehirdeyse hiç doktor yoktu. Doktor dostlarımız, mesleki bilgileriyle yöre halkına yardım ettiler. İçlerinde en çok Sevag’a itibar edilirdi. Doktor Dinanyan İstanbul’a dönme izni aldığında, ameliyat ettiği bir Türk kızın pansuman işini ona devretti. Kızın babası –bir çeteci olan- Arabacı İsmail, ameliyatı istediği paraya yapmadığı için Dinanyan’a diş biliyordu. Dinanyan, İstanbul’a dönmek için yola çıkacağı gün ve saati adam öğrenmesin diye akla karayı seçmişti.

Bir gün, vakit öğleyi epey geçtiği halde Sevag yemeğe gelmedi. Birbirimizi bekletmemek için tam öğle saatinde evde olurduk. Sevag her zaman çok dakikti, sıra dışı bir şey olduğu kesindi. Endişe içinde bekliyordum. Nihayet geldi. Çok kötü görünüyordu. Sofrada üçüncü bir arkadaşımız daha vardı; Sevag, o kalkana kadar bir şey konuşmadı. Sonra, çekinerek, pansuman yaptığı kızın babasının kendisini iki saat evde alıkoyduğunu anlattı. Yüzsüz adam, Ermeni kırımlarının büyük bir şiddetle sürdüğünü, Çankırı Ermenileri için de bu yönde bir emir gelmesini beklediklerini ve kurtulmak istiyorsa çok geç olmadan İslamiyet’e geçmesi gerektiğini söylemişti. 24 saat içinde valiye başvurarak din değiştirme talebinde bulunmasını istiyordu. Ertesi gün bayramdı. Sevag adamdan, çocuklarının hatırı için, kendisine bu teklifin yapılmamasını istemiş, adam da emrin her an gelebileceğini, elini çabuk tutmasını söyleyip onu bırakmıştı. Tehdidi görmezden gelemezdik, zira felaketin yayılmakta olduğunu duyuyorduk. Daha üç dört gün önce Ankara’da 2000’den fazla erkek katledilmişti. Sevag’ın kararı hakkında tek bir söz etmedik, çünkü ne olacağı belliydi. Sevag istenen başvuruyu hiç yapmadı. Arkadaşlar arasında panik yaratmamak için, olan biteni kimseye anlatmadık. Sırrımızı sadece Diran Kelekyan biliyordu.

Vicdanlı Mutasarrıf Asaf

Çankırı İttihat kâtibi-i mesulünün çabalarıyla, Mutasarrıf Asaf Bey başka yere gönderildi, çünkü Ermenilere karşı açıkça olumlu bir tavır içindeydi (Bu Asaf, Adana katliamından sonra günah keçisi ilan edilerek beş sene görevden uzaklaştırılmış olan Dörtyol Mutasarrıfı Asaf’tı; bu cezanın ardından aldığı ilk görev Çankırı Mutasarrıflığı’ydı). Asaf’ın ardından mutasarrıflık görevini vekâleten Kastamonu Vilayeti Jandarma Komutanı üstlendi. Reşit Paşa valilikten henüz uzaklaşmamıştı. Sevag, Mutasarrıf Vekili’yle çok samimi bir ilişki kurmuştu. Çoğu akşam onun hükümet binasındaki odasına giderdi, birlikte rakı içerlerdi.

İkinci kafile de aramızdan ayrılıp, kanunsuzluğun hüküm sürdüğü o yollara revan oldu. Onları uğurladıktan sonra hükümet konağına çağırıldık. Sevag, Varujan ve Kelekyan da dâhil olmak üzere otuz yedi kişi kalmıştık. Otuz yedi kişilik bir liste geldi. Serbest bırakılacak, İstanbul dışında dilediğimiz bir yere gidebilecektik. Listedeki beş kişi ya önceden İstanbul’a dönmüş veya iki kafileden biriyle ayrılmıştı. Buna karşılık, arkadaşlarımızdan beşinin adı listede yoktu. Bu beş kişiden ikisi, en sevgili dostlarımız Varujan ve Sevag’dı. Telgrafla İstanbul’a, Dâhiliye Nezareti’ne başvurup bizimle birlikte muamele görmeleri gerektiğini belirttiler. Zira bizden ayrı tutulmaları için hiçbir sebep yoktu.

Bunun üzerine, İttihat Terakki’nin Kâtib-i Mesulü’nün girişimleriyle bu beş kişinin Ayaş’taki arkadaşlarımızın yanına gönderilmelerine karar verildi. Çankırı’da hiç Ermeni sürgün bırakmama kararı alınmış, şehre siyasi ve askerî esirler gelmeye başlamıştı. Meğer beş arkadaşımızın Ayaş’a gönderilmesi kararı verildiğinde, oradaki arkadaşlarımız da ebediyete intikal etmiş durumdaymış.


Dr. Sevag’ın acı sonu

13 (26) Ağustos 1915 perşembe sabahı beş kişi iki arabayla yola çıktık. Yanlarında bir atlı jandarma ve bir zaptiye vardı. Mutasarrıf vekili, Sevag ve arkadaşlarının Ayaş’a sağ salim varmaları için elinden geleni yaptı. Sevag’ın arabasını süren, mutasarrıf vekilinin Kastamonu’daki arabacısıydı. Vekil, Sevag’ı o sırada tesadüfen Çankırı’da bulunan arabacıya, emniyetini sağlamasını sıkı sıkıya tembih ederek teslim etti.

Aynı gece saat 12’de, Tüney’den Çankırı’ya gelen bir telefonla, katledildikleri haberi ulaştırılmış. Çankırı Jandarma Birliği Komutanı Nureddin ve Kâtib-i Mesul Cemal Oğuz, telefon başında haberi sevinç çığlıklarıyla karşılamışlar. Geceleyin, mutasarrıf vekili, bu cinayet haberlerinden, özellikle de sevgili dostunun öldürülmesinden kudurmuş bir halde, Nureddin’i huzuruna çağırıp ona ağır ithamlarda bulunmuş. Bütün bunları ertesi gün mutasarrıf vekiline yaptığımız başvuru üzerine öğrendik. Vali Reşit Paşa uydurma bir tahkikat sonucunda katil olarak 11 zavallı köylüyü Çankırı Cezaevi’ne attırdı. Beş arkadaşımızın yola çıkmasından 24 saat sonra, İstanbul’dan, onların da diğer 32 kişiyle aynı muameleye tabi tutulmalarını bildiren bir telgraf gelmişti. Ne yazık, insanın kara talihin amansız çarkını geriye çevirmesi mümkün değildir.

Pastoral şiirler ve ölüm

Varujan, Çankırı’daki arkadaşlarımızın en sessiz ve çekingenlerinden biriydi. Bilhassa pastoral şiirler yazmakla uğraşıyordu. Bir defasında, en çalkantılı günlerimizde, yeni yazdığı birkaç köy sonesini okumuştu bana; bunca felaket içinde ruhunu böyle parlak ve temiz tutup derin bir huzurla şiirler yazabilmesi karşısında hayranlığımı ve şaşkınlığımı dile getirmeden edemedim. O ise, bu huzurlu halinin, Ermenileri güzel bir geleceğin beklediğine duyduğu inançtan kaynaklandığını söyledi. İnancının taçlandığını görme hakkı ondan niye esirgendi?

Artık otuz iki kişi kalmıştık; Diran Kelekyan da aramızdaydı. Yurtdışından döndükten sonra onunla İstanbul’da yakın dost olmuştuk. Güçlü ve becerikli bir insandı. Onu hayatta sadece maddi zorluklar korkuttuğu için, zayıflıkları da bunlarla ilgiliydi. Daha Çankırı’ya gelişimizden iki hafta evvel, ona İstanbul hariç, istediği bir yere gitmekte özgür olduğu söylendi, ancak o bizlerle kalmayı tercih etti. Deniz kıyısında bir yere gidip kaçmaya takmıştı kafasını, ancak bunu hiçbir zaman gerçekleştiremedi.


Wangenheim’in ölümü

Kelekyan’a İstanbul’dan, karısından haberler ulaşıyordu. Alman Elçisi Wangenheim onun hayatı hususunda Türk hükümetinden güvence almıştı. Dolayısıyla, etrafımızda ve başka yerlerde işlenen cinayetlere rağmen, kendi hayatı konusunda iyimserdi. Wangenheim’ın, kendisi için verdiği sözü tutacağından en ufak bir şüphe duymuyordu.

Ekim ayında, Alman Elçisi Wangenheim’ın damar sertliği nedeniyle öldüğü haberi geldi. Ertesi sabah, bizler henüz bu haberin siyasi önemini veya bizim için doğuracağı sonuçları idrak edecek vakit bulamadan, Kelekyan tutuklandı ve Divan-ı Harp’te yargılanmak üzere Çorum’a götürüleceği bahanesiyle yola çıkarıldı. Öleceğini anlamıştı, üzgündü. Bizimle birlikte sürgünde olan bir din adamından, pazar günü kendisi için ayin-i ruhani icra edilmesini istedi. Hatırladığım kadarıyla, bir çarşamba günü yola çıktı.


Kaderin yedi yıllık dilimleri

Şimdi Kelekyan’ın hatırası için bu satırları yazarken, onun talih inancı geliyor aklıma. Yola çıkarılmadan bir ay kadar önce, Varujan ve Sevag’dan ayrıldığımız zamanlarda, ağaçlarla kaplı bir yolda yürürken talih hakkında konuşuyorduk. ‘Kader benim hayatımı yedi senelik dönemlere ayırdı. Yedi senede bir, çok hayati bir olay yaşarım ama sonra zorlukların üstesinden gelmeyi başarırım. Şimdi de yedi senenin sonuna geldim’ demiş, devamını getirmemişti. Oysa zorlukları yenmek hususunda bu defa da iyimser olduğunu biliyordum. Öyle insanlar vardır ki, kötü talih onlarla yüz yüze çarpışır, bazılarının ise arkasından usul usul kuyu kazar.

Kelekyan’ın yola çıkarılmasından üç hafta sonra, yedi arkadaşımla Çankırı’dan ayrıldım. Sonradan bize bir kişi daha katıldı. Geri kalan yirmi arkadaşımız, Kastamonu Ermenileri tehcir edildiği sırada onlarla birlikte sürüldü ve aralarından yalnızca üç kişi sağ kalabildi. On yedi kişi ise bütün o zorlu koşulların ve feci cinayetlerin kurbanı oldu...”


Dr. Çilingiryan Davası

Resmî tarihçi Yusuf Sarınay’a göre Çankırı ve Ayaş’taki tutuklulardan suçsuzluğu anlaşılan veya sağlık sorunları olanlar affedildi. Çankırı’da zorunlu ikamete tabi tutulan 155 kişiden 35’i suçsuz bulunarak serbest bırakıldılar. İçlerinde suçlu bulunan 25 kişi Ankara ve Ayaş hapishanelerine gönderilirken, 57 kişi Zor bölgesine sevk edildi. Ayaş’ta bulunan 70-80 kişiden de birkaçı serbest bırakıldı.

Gayrı resmî tarihçi Taner Akçam’a göre ise 180 kişiden 150’si öldürüldü. Bunların çoğunun nasıl öldürüldüğü bilinmiyor ama Akçam, 1915 Yazıları (İletişim, 2010, s. 15-37) adlı kitabında, Osmanlı arşiv belgelerinde “serbest bırakıldı” denen kişilerden birinin, tam adıyla Dr. Rupen Sevag Çilingiryan’ın nasıl öldürüldüğünün izini sürmeyi başarmış.


Suçlu Kürt Alo Çetesi mi?

Akçam’ın tesbitine göre, Dr. Çilingiryan’la birlikte Vahan Kehyayan, Artin Boğosyan, Taniyel Çıbukyaryan ve Onnik Mağazacıyan adlı sürgünler de öldürülmüştü. Cinayeti İttihat Terakki’nin Çankırı Katib-i Mesul’ü olan Cemal Oğuz’un azmettirdiği Kürt Alo Çetesi’nin işlediği anlaşılmıştı. Bu kişiler hakkında soruşturma yapılmış ancak yargılamaya gerek duyulmamıştı. Aslında cinayetin ortaya çıkması Dr. Çilingiryan Alman vatandaşı olan karısı sayesinde olmuştu. Bayan Helene Çilingiryan, kocasının öldürülmesi olayından Alman makamlarını haberdar etmiş, Alman Büyükelçiliği Talat Paşa’ya ve diğer yetkililere defalarca başvurmuştu. Hatta Von der Goltz Paşa, Osmanlı yetkililerinden, savaş boyunca Almanya’dan ayrılmayacağı konusunda garanti verme karşılığında, Çilingiryan’ı Almanya’ya gönderme sözü almıştı. Zaten Almanların bu ilgisi olmasaydı, yukarıda söz ettiğim gibi, 31 Ağustos 1915 tarihinde Kastamonu Valiliği tarafından İstanbul’a yollanan telgrafta dendiği gibi Dr. Çilingiryan’ın “affedildiğini ve serbest bırakıldığını” sanacaktık. Günümüzde pek çok anne ve eş gibi, Bayan Helene de yıllarca eşinin akıbetini öğrenemeyecekti.

1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra İtilaf Devletleri’nin zorlamasıyla kurulan ve 1919-1921 tarihleri arasında faaliyet gösteren İstanbul Divan-ı Örfi’de yapılan yargılamalar arasında, Cemal Oğuz davası da vardı. 27 Ekim 1919’da, Katib-i Mesuller Davası ile birleştirilen dosyada, Cemal Oğuz’a yöneltilen en büyük suçlama Dr. Çilingiryan ve dört arkadaşının öldürülmesini organize etmekti. Tanıklar olayı doğruladılar.


Deli mi yoksa çok mu akıllı?

Ancak Cemal Oğuz dava boyunca deli numarası yaptı, mahkeme başkanıyla sürekli çatıştı, hatta intihar teşebbüsünde bulundu. Bunun üzerine mahkeme heyeti, akli dengesinin yerinde olup olmadığının tesbidi için Cemal Oğuz’u hastaneye sevk etti. Ardından da ‘sağlık nedenleriyle’ davasını Katib-i Mesuller Davası’ndan ayırdı. Ancak hastaneden beklediği raporu alamayan Cemal Oğuz, 8 Şubat 1920’de “Çilingiryan cinayetini azmettirmek” suçundan beş sene sekiz ay hapis cezasına çarptırıldı. Cemal Oğuz davayı temyiz etti ve beklenen karar çıktı: Temyiz Mahkemesi’ne göre Cemal Oğuz olay tarihi olan 1915’te yargılandığı için bir daha yargılanamazdı! Dolayısıyla Divan-ı Örfi’de verilen hapis cezası geçersizdi!

Hâlbuki 1915’te bir yargılama yapılmamıştı. Nitekim Talat Paşa’nın “mahrem” kaydıyla Ankara Vilayeti’ne gönderdiği 13 Mayıs 1916 tarihli telgrafta Kürt Alo Çetesi mensuplarının hapisten çıkarılmasını istediği görülüyordu. 1918 yılına ait bir başka telgrafta ise Kürt Alo Çetesi’nin Suriye cephesinde ‘istihdam’ edildiğini anlaşılıyordu. Cemal Oğuz 5 Ekim 1920’de İngilizler tarafından Malta’ya götürüldü. 1921 yılının kasım ayında Kastamonu üzerinden Ankara’ya geldi ve Mustafa Kemal’in ekibine katıldı. Böylece, Dr. Çilingiryan ve arkadaşlarının kanı Cumhuriyet’in harcına bulaşmış oldu...

Ayşe Hür

hurayse@hotmail.com

Taraf

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
01 Mayıs 2011 22:42

hurkus

Soykırım - Serdar KAYA/Taraf

Yakın bir geçmişe kadar Türkiye’de hemen hiç kimsenin 1915 hakkında olumlu ya da olumsuz bir fikri yoktu. Bu nedenle, konunun gündeme gelmeye başlaması ile birlikte sergilenen ilk tavır inkâr oldu. Herkes, ilgili iddiaların, dış güçlerin Türkiye’ye tazminat ödetmek için uydurduğu bir yalan olduğundan emin gibiydi. Türkiye’yi bölmek için fırsat kollayan düşmanlarımız, işte yine karşımıza yeni bir oyunla çıkıvermişlerdi...

Zihinsel kırılmalar

İnsan, kafa konforunun bozulmasından hoşlanmayan, bu nedenle de zihnindeki kurulu düzeni bozan gerçeklere tepki gösteren bir varlık. Ancak şu da var ki, gerçekler inkâr edilemeyecek bir aşikârlığa kavuştuğu an, insan zihinsel bir kırılma yaşıyor ve inkârı sürdürmek zorlaşıyor. Dahası, kadim ezberler bir kez bozulduktan sonra bu kırılmayı yenilerinin takip etmesi zor olmuyor.

1915 konusunda da benzeri bir süreç yaşıyoruz. Zira konunun daha gerçekçi bir düzlemde değerlendirilmeye başlanmasıyla birlikte 1915’te gerçekten de bir şeyler yaşandığı artık reddedilemez hale gelince, kamuoyunda inkârın işlevselliği sona erdi ve bunu çeşitli zihinsel kırılmalar takip etti.

İnkâr, ilk başta, yerini üste çıkmak olarak nitelendirilebilecek yeni bir tavra bıraktı. Bu tavra göre, 1915’te Ermenileri öldürmemiştik. Asıl onlar bizi öldürmüştü! Ama şimdi bir de utanmadan soykırıma uğradıklarını iddia ediyorlardı!

Bu söylem, kimi Ermeni çetelerin 1915’in öncesinde ve sonrasında yaptıklarını nazara vermek suretiyle 1915’i yoksaymayı hedefliyordu. Ancak pek çok konunun eskisine oranla çok daha özgür bir şekilde tartışılabilir hale geldiği Türkiye’de, (bir tür şark kurnazlığına karşılık gelen) bu söylemin ömrü uzun olmadı. Zira, bir yandan bizim dışımızda bütün dünyanın zaten başından beri bilmekte olduğu gerçeklerin giderek daha da fazlası gündeme gelmeye devam ederken, diğer yandan da bu gerçeklerin önemli bir kısmının kendi kaynaklarımızda da yer aldığı ortaya çıktı. Yani 1915’te yaşananlar Cumhuriyet’in öncesinde ve ilk yıllarında herkesçe bilinen bir gerçek durumundaydı ve ilgili tartışmalar dönemin (bizim harf inkılâbı nedeniyle artık okuyamadığımız) gazete ve kitaplarında zaten yer alıyordu.

Yeni kırılmalar

Türkiye’de ifade özgürlüğünün genişlemesiyle birlikte ortaya çıkan bu gibi gerçekler, yaşanmakta olan zihinsel kırılmaların önünü almanın artık mümkün olamayacağı anlamına geliyor. Türkiye’de inkârdan sonra üste çıkma tavrının da iflas etmiş olmasının nedeni bu.

Bugün geçmiş bulunduğumuz yeni aşamada sergilediğimiz tavır ise, mazeret üretmek. Şöyle ki, bir milyonu aşkın Osmanlı Ermenisi’nin bütün taşınmazlarına el konarak çoluk çocuk demeden topyekûn yollara çıkarıldığını, çoğunun Suriye’ye varamadan öldü(rüldü)ğünü artık biliyoruz. Ancak bu bilginin ima ettiği gerçeklerle yüzleşmeye henüz hazır değiliz. Bu nedenle de, çeşitli mazeretler üreterek geçmişte yaşananları gerekçelendirme gayretindeyiz. “Soğuktan öldüler”, “Ölenlerin sayısı iddia edilenden az”, “1915’te olanlar Cumhuriyet’i değil Osmanlı’yı ilgilendirir”, “Öldürmeseydik Ruslarla işbirliği yapacaklardı”, “Tehcir var soykırım yok”, “Birinci Dünya Savaşı’nda kim kimi öldürmedi ki”, “Zaten o zamanlar soykırım diye bir suç henüz tanımlanmamıştı ki” gibi birbirleriyle çelişkili (ve aslında hiçbiri soykırımı yadsımayan) argümanlar, mazeret üretme tavrının farklı dışavurumları.

Ancak yaşanmakta olan kırılmaların önünü mazeret üretmek suretiyle alabilmek artık zor. Bu konudaki resmî tezleri savunmakla ünlü bir profesörün bile öldürülen yüzbinler üzerinden kamera önünde rakam pazarlığı yapacak ya da Deyrizor’a giden tehcir yolunun Fırat Nehri kıyısından geçtiğini belirterek sempati toplama ihtiyacı hissedecek bir noktaya gelmiş olması, gerçeklerin artık mazeretlerle de perdelenemeyeceği anlamına geliyor.

Dolayısıyla, bundan bir sonraki aşama, gerçekle yüzleşme aşaması olacak.


taraf@serdarkaya.com
24 Nisan 2011 16:06

hurkus

Ölüm ve diriliş - Markar Esayan/Taraf (24.04.2011)

Bugün bayram...

Biz Ermeniler, yedi haftalık orucun sonunda gelen Diriliş, ya da yaygın adıyla Paskalya Yortusu’nu bugün kutluyoruz.

Aynı Müslüman dostlarımız gibi, uzun bir orucun ardından gelen bir coşkuya kaptırıyoruz kendimizi.

Hayatın kendisi bu iki bölümde özetleniyor aslında.

Oruç ve Bayram...

Zorlukların içinden geçerken, kendini inandığın şeye yaklaştıran, gücünü, inancını, gurbetin biteceğini ve kazananın “iyilik” olacağına dair, zorlu bir süreç, oruç dönemi...

İsa’ya, Ferisiler “Senin öğrencilerin neden oruç tutmuyorlar” diye çıkıştıklarında verdiği o cevap: “Güvey aralarındayken neden oruç tutsunlar? Onlardan ayrıldığımda onlar da oruç tutacaklar...”

Yani, oruç, ayrılığın getirdiği bir sonuç. “Ayrıldık ama, sana kavuşmaya kararlıyım” demenin, bu kararlılığı göstermenin cüretkâr bir yolu...


Biz de ayrıldık, biliyor musunuz?


Hem de tam bu bayram, yortu günü.


96 yıl önce, 24 nisan günü başladı ayrılığımız.


235 Ermeni vekil, doktor, dinadamı, gazeteci, yazarı evlerinden aldı Jandarma. Her şey mükemmel planlanmıştı. İttihatçıların arkasında kocaman bir savaşın karmaşıklığı, bir de Alman İmparatorluğu vardı.


Önce, milletin kılavuzları, sesleri, temsilcileri ortadan kaldırılmalıydı ki, her şey sessizce halledilebilsin. Ne de olsa Ermeniler yüzde doksanı köylü, dağlarda mezralarda yaşayan bir halk.

Dilsiz, sahipsiz...


Mayısta çıktı Ermeni halkı Tehcir yoluna. Edirne’den, Bolu’dan, Tekirdağ’dan ve her yerden, kafileler döküldü yollara. Coşkun kaynağından yola çıkıp, kurak yollar boyu gittikçe azalan, azalan ve varla yok arasında cılız bir birikintiye dönüştüler...

Irkçılık ve korku o kadar gözlerini bürümüştü ki İttihatçıların, Ermenilerin aslında kendi evlerinin bir üyesi olduğunu tamamen unutmuşlardı. Ermeni demenin aslında Türk Kürt Çerkes, Hıristiyan demenin ise Müslüman, Anadolu demek olduğunu belleklerinden keskin bir bıçak darbesi ile kesip atmışlardı.


Ermeni’yi sürerek, yok ederek aslında Türk’ün, Kürt’ün ve Müslüman’ın da bir parçasını yok ettiklerini bilemeyecek kadar çıldırmışlardı. Nitekim “Ermeniler, Süryaniler gitti, bereket de gitti” diyenler kalanlar, Müslümanlar oldu.

Anadolu öyle bir darbe yedi ki, bugün dahi yüzyıl öncesinin ihtişamının, çokkültürlülüğünün, mimari zenginliğinin çok gerisinde. Cumhuriyet döneminde 1915’in zihniyeti ile Ermeni izleri Anadolu’dan kazınmaya devam ederken, tarihimizin nadide bir parçasını da yerlere atıp üzerinde tepiniyorduk aslında.

Aynı usul, Alevilere, Kürtlere uygulandı sonra, bu şeytani zihniyetle yüzleşilmediği için. Bugün bir Kürt, Alevi meselemiz varsa, Ermeni meselemiz olduğu içindir.

Benim gibilerini kimse pek anlamıyor. Türkiye’de “şüpheli”, dünyada ise “Stockholm Sendromlu” muamelesi görüyoruz. Bazılarının kafasında hayat ve olanlar o kadar net ki, aradalık pek makbul değil.

Türklere Ermenileri, Ermenilere de Türkleri anlatmak zorundayız sürekli ...


Ben bugün, Türkiye’de, dünyada Ermenilerin Diriliş Yortuları’nı kutlayabilmelerini sağlayanların yine Müslümanlar olduğu biliyorum. 1915’te İttihat ve Terakki planının arkasında tüm bir Anadolu halkı yer almış olsaydı, Ermenilerin tümünün kökü kazınmıştı.

Üçüncü Ordu Komutanı Mahmud Kamil Paşa “Bir Ermeni’yi tesahub edecek [koruyacak] bir Müslüman’ın hanesi önünde idam ve hanesi ihrak [yakılmasına]” şeklinde ve üstelik uygulanmış bir karar vardı mesela.


Birçok Müslüman buna rağmen hayatını tehlikeye atarak Ermenileri sakladı, korudu, kaçırdı. Bize “Kılıçartığı” denmesinde bu gerçek de yer alır.

“Artık” olmak bir lütuftur bazen...

Ama madalyonun bir de öteki yüzü var. 96 yıldır Ermenilerin bu acısının inkâr edilmesinde bu ülkenin kent ve taşra burjuvazisinin, üzerinde kan olan Ermeni, Rum malları üzerinden yükselmesi var çünkü. Ve bir türlü yüzleşilemeyen sahte bir dinî milliyetçilik...

Dölünde, lokmasında Ermeni eti, kanı, teri olmayan o kadar az insan vardır ki bu ülkede...

Dedim ya, hiçbir şey o kadar net değil.

Peki, Ermenilere ne diyebiliriz? Şeytan bellediğimiz diasporaya, Ermenistan’a... Yazıyı dengelemek için onlara da bir şamar atmalı mıyız?

96 yıllık bir inkâr ve aşağılamanın ertesinde, buna hakkımız var mı?

İnanmadığım bir şeyi nasıl söyleyebilirim? ASALA cinayetleri için kendi adıma hiç mesuliyetim ve zihnî bir gram birlikteliğim olmadığı halde özür dilemiştim Türklerden. Zalim ve mağdur cinayetleri arasında fark gözetenlerden değilim, bilirsiniz.

Bu ülke kendi meselesini unutmayı seçtiyse, diasporanın parlamentolarda rövanş alma saplantısına girmesi, bana en fazla naif geliyor. Asıl buna gösterilen azgın tepkiyi anlayamıyorum. Ne bekliyorduk ki, Talat Paşa’nın bakkal defterinde bile “bir milyon” yazdığı yası tutulmamış cesedi, “olan olmuş” diye unutmalarını mı Ermenilerin?

Siz yapar mıydınız? Yapabilir miydiniz? Yapsanız doğru olur muydu?

Buna rağmen 20 sene evvel Ermenistan’ın ilk devlet başkanı Levon Ter Petrosyan “Soykırımı rafa kaldıralım, ilişki kuralım” diye el uzattığında Demirel’e ve o el havada kaldığında, ben pek itiraz edeni hatırlayamıyorum.


96 yıl sonra helalleşmek şimdi bize düşüyor. Ne mi yapabiliriz? Bu akşam Taksim’de, Bursa’da, Bodrum’daki anmalarda buluşabiliriz belki. Yasımızı başlatmak için.

Krisdos Haryav i Mereltos. Tsedzi, Medzi Medz Avedis.

Mesih ölülerden dirildi. Hepimize müjdeler olsun.


markaresayan@hotmail.com

24 Nisan 2011 13:40

nuhungemisi

1948 Soykırım Sözleşmesi’nin 60 yılı

MEDYA CEPHESİ • Gazetelerde, 5-8 aralık tarihleri arasında, CNN International kanalında, Christiane Amanpour’un hazırladığı ‘Scream Bloody Murder’ (Kanlı Cinayeti Haykır) adlı belgeselin gösterilmesinin Türkiye Dışişleri Bakanlığı tarafından önlenmeye çalışıldığına dair haberler vardı. Telaşın nedeni, belgeselde 1915-1917’de yaşanan Ermeni Tehciri’nden soykırım olarak söz edilmesiymiş. Bu sayfayı baskıya hazırlarken belgesel yeni gösterilmişti. Bu sefer de gazetelerde bazı Ermenilerin, 1915 soykırımından az söz edilmesini protesto ettiklerini okuduk. Filmi görmediğim için kim haklı anlayamadım ama Obama döneminde gerilimin daha da artacağını görebiliyorum.

HUKUK CEPHESI • 9 Aralık’ta 60. yılı kutlanacak olan 1948 Soykırım Sözleşmesi’nin tarihçesini ele alırken, benim de pek çok kişiyi rahatsız etme ihtimalim yüksek. Üstelik konuyu mümkün olduğunca ana hatlarıyla ele almaya çalıştığım, sözleşme ile Türkiye’nin nazik meselelerinin bağını kurmayı ileriye bıraktığım halde ortaya uzun ve ağır bir yazı çıktı. (Taraf’ın web sayfasındaki metin, 1948 sonrasına da değindiğim için daha uzun.) Yine de, Ermeni Tehciri, Dersim Harekâtı gibi olayların adını soykırım koyanların hangi hukuk kaynaklarını temel aldıklarını merak edenlerin kızarak da olsa okuma zahmetine gireceğini umuyorum. Herkese iyi bayramlar...

TERİM İCADI • Yunanca ‘genos=soy’ ile Latince ‘caedere’ kökünden gelen ‘cide=öldürme’ sözcüklerinden oluşan ‘genocide=soykırım’ terimini ve onun uluslararası hukukun parçası olmasını Yahudi asıllı Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin’in (1900- 1959) ısrarlı çabalarına borçluyuz. Terimin öncülü olan ‘barbarlık eylemleri’ (Acts of Barbarity) kavramı, yine Lemkin tarafından önce 1933’de ceza hukuku ile ilgili olarak Madrid’de yapılan uluslararası bir konferansta önerilmiş fakat o sırada kabul görmemişti.

Almanların 1939’da Polonya’yı işgal etmesi üzerine Lemkin orduya yazıldı, ancak Polonya’nın Nazilere teslim olması üzerine önce İsveç’e oradan da ABD’ye göçtü. ABD’de önce Duke Üniversite’sinde hocalık yapan Lemkin, Başkan Roosevelt döneminde Savaş Bakanlığı’nda görev aldı. Kafasındaki suçu tanımlamak için pek çok kelime üreten Lemkin ‘genocide’ terimini ilk kez, 1944’de, “Axis Rule in Occupied Europe: Laws of Occupation - Analysis of Government-Proposals for Redress” adlı ünlü makalesinde kullandı. Terim, Lemkin’in yılmaz çabaları sonucu 9 Aralık 1948’de Soykırımı Önleme ve Ceza Sözleşmesi (kısaca 1948 Soykırım Sözleşmesi) ile uluslararası hukukun parçası oldu.(Makale için: http://www.preventgenocide.org/lemkin/AxisRule1944-1.htm)

1) Lemkin soykırım terimini Yahudi Soykırımı (Holocaust) için mi yaratmıştı?

Bugün pek çok kişi, terimin Ermeni Tehciri’ne uygulanmasının saçma olduğunu, çünkü Ermeni Tehciri sırasında soykırım diye bir kavram olmadığını, Lemkin’in terimi özel olarak Holocaust için ürettiğini ileri sürer. Ancak, Lemkin’in New York Halk Kütüphanesi’nin Nadir Eserler Bölümü’nde saklanan hatıratına göre bu iddialar doğru değildir. Hatırata göre Lemkin’in soykırım meselesi üzerinde kafa yormaya başlaması çocuk yaşlarına kadar gidiyordu. O yıllarda Polonya’nın Wolkowysk şehrinde yaşayan Lemkin’i, konu üzerinde düşünmeye iten Polonyalı yazar Henryk Sienkiewicz’in Nobel ödülü kazanmış Quo Vadis? Adlı romanıydı. Romanda, Roma imparatoru Neron tarafından Hıristiyanlığı kabul edenlere yönelik katliamlar anlatılmaktaydı.

TALAT PAŞA CİNAYETİ • Gençlik yaşlarında kitlesel öldürmeler üzerine bulduğu tüm kitapları okuyan Lemkin’i etkileyen ikinci olay, ailesini 1915 Ermeni tehcirinde kaybeden Soghomon Tehlirian adlı Ermeni gencin İttihat ve Terakki’nin liderlerinden Talat Paşa’yı 15Mart 1921’de Berlin’de öldürmesi oldu. Suikast Avrupa’da büyük yankı yaratmış fakat Tehlirian, jüri tarafından cezai ehliyeti olmadığı gerekçesiyle beraat ettirilmişti. Bu olayın ardından Lvov Üniversitesi’ndeki dil eğitimini bırakıp hukuk fakültesine geçen Lemkin’in kafasını kurcalayan sorular şunlardı: Böyle bir olayın faili –ya da ailesinin öcünü kişisel biçimde alan kişi- suçlu sayılır mı? Bir zorbanın öldürülmesi terör eylemi midir? Tehlirian’ın ailesini öldürenleri bu kişilerin ülkesi cezalandırmıyorsa, failleri cezalandırmayı becerebilecek bir uluslararası hukuk düzeni kurabilir mi?

CESUR BİR PLAN • Lemkin anılarında şöyle devam ediyordu: “1915’te Almanlar W. [Wolkowysk] şehrini ve çevresini işgal ettiler. Bu tarihte daha çok tarih okumaya, imha edilmiş milli, dinsel ve etnik gruplar hakkında daha çok çalışmaya ve gözleme başladım. Türkiye’de Hıristiyan olmaktan başka suçu olmayan 1.200.000 Ermeni ölüme gönderilmişti. Savaştan sonra 150 kadar Türk savaş suçlusu tutuklandı ve Britanya hükümeti tarafından Malta’ya gönderildi... Bir gün (Ermeni) delegeler gazetelerde Türk savaş suçlularının serbest bırakıldığını okudular. ...Bir millet toptan öldürmüştü ve suçlular serbest kalmıştı. Bu beni şok etti. Neden bir adam bir adamı öldürünce cezalandırılır? Niye bir milyon insanın öldürülmesi bir tek kişinin öldürülmesinden daha az suçtur? ...Kendimi sayıları giderek artan kurbanların yerine koydum. Anladım ki, hafızanın görevi sadece geçmiş olayları kaydetmek değil aksine insan bilincini uyarmak. ...Hukukçu olmaya ve milletlerin işbirliğini sağlayarak soykırımın suç haline getirilmesi için çalışmaya karar verdim. ...Kafamda cesur bir plan vardı. ...Türkiye’nin de imzalamasını içeren bir plan. Bu Ermeni soykırımı için bir çeşit kefaret olabilirdi. Fakat bu nasıl başarılabilirdi? Türkler Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine koydukları ilerlemeci kavramlardan ve cumhuriyetçi hükümet biçiminden gayet gururluydular. Belki de Soykırım Sözleşmesi sosyal ve uluslar arası gelişme çerçevesine yerleştirilmeli...” (Robert Merrill Bartlett, They Stand Invincible:Men Who Are Reshaping Our World, N.Y.: Thomas Y. Crowell, 1959, s. 96-97 ve Raphael Lemkin’s Thoughts on Genocide:Not Guilty, Yay. Haz. Steven L. Jacobs, Lewiston, N.Y.:Edwin Melen Pres, 1992’den aktaran Samantha Power, A Problem from Hell, America and the Age of Genocide, HarperCollins, 2003, s. 17- 29, 47-60.)

ISRARLI ÇABALAR • Lemkin hatıralarında iki yerde daha Ermeni meselesine değinir. AyrıcaMethodist Kadınlar Konseyi’nden Thelma Stevens’a yazdığı 26 Temmuz 1950 tarihli mektupta Ermeni Tehciri ile Yahudi Soykırımı arasında benzerlik kurar. (Bir iddiaya göre, Lemkin’i Talat Paşa cinayeti kadar etkileyen diğer bir olay Ukraynalı bakan Symon Petliura’nın, 1918’de Yahudilere yönelik bir katliamda ailesini kaybeden anarşist Shalom Schwartzbard tarafından 1926’da Paris’te vurulmasıdır.) Gerçi Almanların Polonya’yı işgal ettiği tarihte henüz 15 yaşında olan Lemkin’in o sırada Ermeni Tehciri hakkında bilgi sahibi olması pek olanaklı değildir, ama Lemkin’in 1933’den 1943’e kadarki dönemde, bugünkü BM’nin öncülü olan Cemiyet-i Akvam’da, diplomatları ‘bir zamanlar Doğu’da olan şeyin Avrupa’nın göbeğinde de olabileceği konusunda’ uyarmak için delice uğraştığı bilinmektedir. Nitekim, tarih Lemkin’i haklı çıkaracaktır. Milyonlarca kişiyle birlikte Lemkin’in ailesinden 40 kişi, Nazilerin toplama kamplarında hayatını kaybedecektir.

BİR DAHA DOĞRULUYOR • Lemkin, 1949 yılında Amerikan CBS televizyonuna verdiği bir röportajda Ermeni olaylarının soykırım kavramını geliştirmesi üzerindeki etkisini bir kez daha tekrarlar: “Soykırımla ilgilenmeye başladım çünkü Ermenilere yapılan buydu. Daha sonra Ermeniler Versailles’de son derece bozuk bir anlaşma elde ettiler, çünkü onların suçluları soykırımdan suçluydular ve cezalandırılmamışlardı. Biliyorsunuz, onlar [Ermeniler] adaleti gerçekleştirme işini ellerine aldılar ve terörist eylemler organize ettiler. 1921’deki Talat Paşa davası çok öğreticiydi. Annesi soykırımda öldürülmüş bir adam [Soghomon Tehlirian] Talat Paşa’yı öldürdü ve mahkemede cinayeti rüyasında annesinin defalarca bunu yapmasını söylediği için yaptığını anlattı. ‘Annenin katili burada, bu konuda bir şeyler yapmalısın!’ Bunun üzerine cinayeti işliyor. Gördüğün gibi, bir avukat olarak düşündüm ki, bir suç kurban tarafından değil mahkeme tarafından, ulusal hukuk tarafından cezalandırılmalıdır.” (Aktaran Harut Sassounian, “Lemkin Discusses Armenian Genocide. In Newly-Found 1949 CBS Interview”, California Courier Online, December 8, 2005.)

2) Sözleşmeye göre sadece öldürmeler mi suç sayılmaktadır?

Uzun tartışmalardan sonra 9 Aralık 1948’de, Hindistan’ın ilk kabul oyunu takiben, yoğun alkışlar arasında oybirliğiyle kabul edilen Soykırım Sözleşmesi’nin 2. maddesi, “bu sözleşme bakımından ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden her hangi biri, soykırım suçunu oluşturur”, ifadesi ile başlıyor ve suç teşkil eden fiilleri şöyle sıralıyordu: “a) Grup üyelerini öldürmek, b) Grup üyelerine ciddi bedensel ve zihinsel zarar vermek, c) Grubu, fiziksel varlığını kısmen veya tamamen yok olmasına yol açacak hayat şartlarına tabi tutmak, d) Grup içinde doğumları önlemek amacıyla önlemler almak, e) Grubun çocuklarını bir başka gruba zorla nakletmektir.” diyordu. Sözleşmenin 3. maddesine göre, soykırım suçuna teşebbüs etmek, bile cezalandırmayı gerektiriyordu. (Sözleşme metni için: http://www.unhchr.ch/html/menu3/b/p_genoci.htm)

ÖLÜM ŞART DEĞİL • Metinden görüleceği gibi yukarıdaki suçlardan her hangi birini işlemek bile soykırım suçunu oluşturuyor. Yine dikkat edileceği gibi, soykırım denince, akla sadece öldürmelerin gelmesi de yanlış. Bir grubun çocuklarının bir başka gruba nakledilmesi (örneğin evlatlık olarak verilmesi) bile eğer, grubu kısmen veya tümüyle yok etmek kastıyla yapılmışsa soykırım sayılabilir. Örneğin, 1910’lardan 1970’lere kadar Avustralya yerlileri olan Aborjinlerin çocuklarının zorla ailelerinden kopartılarak asimile edilmeleri olayı ortaya çıkınca, devlet yetkilileri savunmalarında, sayıları 100 bine varan bu çocukların Avrupalı ailelere transfer edilmesini, çocukların ‘eğitimi ve iş imkânı’ nedeniyle yaptıklarını bu nedenle ortada işlenmiş bir soykırım suçu olmadığını iddia etmişlerdi. Konuyu soruşturan komisyon ise, hangi amaçla olursa olsun, sonuçta eylemin, soykırım sözleşmesinin 2. maddesinin (e) fıkrasındaki soykırım suçuna uyduğunu kararını vermişti. (Olayın ayrıntıları için: http://www.austlii.edu.au/au/other/IndigLRes/stolen/stolen_c.html)

Bugün pek çok kişinin herhangi bir olayda, kurban sayısını düşürerek suçlamadan kurtulacaklarını sandıkları için açıkça belirtmekte yarar var; öldürmelerin sayısı da suçun niteliği açısından belirleyici değildir. Örneğin Amerika kıtasındaki milyonlarca yerlinin tarih içinde imhası soykırım sayılmazken, Srebrenica’da yedi bin Müslüman erkeğin öldürülmesi soykırım sayılmıştır.

3) Soykırımda, suçun arkasındaki ‘saik’ önemli midir?

Yani, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubun kısmen veya tamamen imhasına yönelik eylemlerin ardında ille de bir gerekçe mi olmalıdır? Gerekçe bölümünün konması unutulmuş değil, aksine uzun tartışmalardan sonra buna karar verilmiştir.

Soykırım suçunun uluslar arası hukukun parçası olması için ilk teklif BM gündemine 1946 yılında Küba, Hindistan ve Panama tarafından getirilmişti. Lemkin tarafından yazıldığı söylenen ve 9 Kasım 1946 tarihli oturumda ele alınan bu öneride soykırımın bir suç olarak tanımlanması isteniyordu. Alınan karar, BM’nin soykırım konusunda bir kanun teklifi hazırlaması için Sosyal ve Ekonomik İşler Konseyine tam yetki vermesi idi. BM’nin 11 Aralık 1946 tarihli 55. oturumunda yetki kararı oybirliği ile alınan ve 96 (I) olarak bilinen bu karar, bağlayıcı bir hukuk metni karakterinde olmamasına rağmen soykırım tanımının yapıldığı ilk uluslar arası hukuk metni sayıldı. Buna göre, soykırım suçunun ‘ırk, din, politik ve diğer grupların kısmen veya tamamen imha edilmesiyle’ meydana geldiği kabul edilirken, saik olarak da ‘dini, ırksal, politik veya başka nedenler’ sayılıyordu. (Karar metni için. http://daccessdds.un.org/doc/UNDOC/GEN/NR0/767/27/IMG/NR076727.pdf?OpenElement)

GEREKÇE DEĞİL, AMAÇ • Karar uyarınca, Lemkin’in de üye olduğu yedi kişilik geçici alt komisyon, 5 Nisan ve 26 Ağustos 1948 tarihleri arasında konuyu görüştü. Lemkin’e göre, bir grubun hedef alınması ve imhasının amaçlanması soykırım suçunu oluşturmakta yeterliydi. Ancak Lemkin ‘saik’ terimi yerine buna yakın sayılabilecek bir terim olan ‘amaç’tan (objective) bahsediyordu. Ona göre soykırım suçunun amacı, grubun politik ve sosyal kurumlarının, kültürünün, dilinin, ulusal duygularının, dininin ve ekonomik varlığının yok edilmesiydi. Görüşmeler sırasında Lübnan, ırk, din, dil veya politik görüşlere dayanan ötekinden nefret fikrinin ve fanatizm ürünü her türlü eylem türünün ‘saik’ olarak sözleşmeye konulması gerektiği fikrini savunmuştu. Çin, ‘ulusal veya ırksal kökenli veya dini inanca dayalı saik’ tanımlaması yaptı. Sovyetler Birliği, sözleşmenin giriş bölümüne ‘soykırım suçu faşizm-nazizm ve diğer ırk teorileri ile organik olarak bağlıdır’ cümlesini eklemek istedi. Komisyon, Nazizm ve faşizmden önce de soykırım olduğu söylendikten sonra ‘soykırım suçu, gelecekte başka saiklara dayanarak da işlenebilir. Bu nedenle soykırımın ancak faşizm-nazizmin ürünü ise cezalandırılması ve sözleşmenin sadece bu tarihteki olaylarla ilgili olduğu fikrini ortaya atmak tehlikelidir’ diyerek bu teklifleri reddetti.

SAİKLERİ SAYMAK TEHLİKELİ • İngiltere ise ‘Grubun imhası amacı bir kere mevcut olduktan sonra, fail hangi amaçla cinayeti işlerse işlesin, bu soykırımdır’ fikrini savunuyordu. İngiltere saik unsurunu belirleyecek özel bir ifade konulmasını sadece gereksiz değil ayrıca tehlikeli de buluyordu. Çünkü böyle bir ek, sınırlayıcı karakterinden dolayı, soykırım suçunu işleyenlere cinayeti maddede sıralanan Saiklerden herhangi birisiyle işlememiş olduklarını iddia etmek hakkını verirdi. Norveç de saik unsurunun ispatının çok zor olduğu gerçeğinin altını çizerek İngiltere’yi desteklemişti.

Tartışmalarda özetle “eğer”, denilmiştir, “biz soykırım tanımına saik konusunda bazı şeyler eklersek, katiller her zaman gelip, ‘biz bu cinayetleri sizin saydığınız nedenlerle işlemedik, başka nedenlerle işledik, bu nedenle bizi soykırım suçuyla yargılayamazsınız’ diyebilirler. O nedenle saik meselesinin belirtilmemesi, ‘hangi nedenlerle olursa olsun’ ilkesinin kabul edilmesi gerekir.”

Sonuçta, “ırksal, etnik, ulusal veya dinsel bir grubun üyelerinin bu gruba mensup oldukları için öldürülmelerinin, ulusal güvenlik ve bir grubu devletin belli bölgesinden çıkartmak arzusunu da içeren çeşitli farklı saiklerle de yapılabileceği” fikri ağır bastı ve saikların sayılması ısrarından vazgeçildi. Tüm üyeler, Venezuela’nın önerisi ile, tüm saikleri kapsayacak ‘as such’ (bu anlamda, bu ad altında, bu sıfatla) ifadesinin metne girmesinde anlaştılar. Böylece hem saik unsuru tamamıyla atılmamış, hem de saiklerin özel olarak sayılması yoluna gidilmeyerek her hangi bir saik daraltmasının önüne geçilmiş oluyordu. Böylece konunun ağırlık noktası, saik unsurundan kasıt unsuruna kaydırılmıştı.

APARTHEID • Soykırım suçunu tespit etmek için saik unsurunun tespitinin gerekli olup olmadığı meselesi ileriki yıllarda da tartışılmıştır. Bu konudaki önemli bir örnek, insanlık suçunun bir başka özel türü olan “apartheid” (ırk ayrımcılığı) ile ilgili yapılan bazı sözleşme ve düzenlemelerdir. Apartheid’i suç olarak tanımlayan 30 Kasım 1978 Sözleşmesisi’nin 3. Maddesi, cezai sorumluluğun ‘hangi saik ile olursa olsun’ bireylere, kurumlara ve devletlere karşı uygulanacağı ilkesi kabul etmiştir. Yani ırkçı ayrımcılık suçunun işlenmesinde bile saik esas belirleyici olarak kabul edilmemiştir. (Karar metni için: http://www.unhchr.ch/html/menu3/b/11.htm)

Uygulamadaki eksikleri tamamlamak için hazırlanan 1998 Roma Ceza Mahkemeleri Sözleşmesi’nin 30. maddesi tartışılırken ve UAD’nin Serebrenitsa kararı sırasında da ‘saik’ meselesi gündeme geldi. Sonunda sözleşmede ‘saik’ tanımlanması buna karşılık soykırım suçunun manevi unsurunu, hem ‘kasıt’ (intent) hem de ‘bilgi ya da bilgisi dahilinde’ (knowledge) boyutlarıyla ele aldı ve uluslararası hukuk ilkesi haline getirdi. Sözleşme, kasıt için iki önemli ilke sayıyordu. Birincisi kişinin eyleme katılması, eylem içinde olmayı amaçlaması iken, sonuçla ilgili olan ikinci husus, kişinin “o sonuca neden olmayı amaçlaması veya olayların normal sonucu olarak gerçekleşebileceğinin farkında olması” ve “olayların doğal sonucu olarak bir ortamın mevcut olduğunun veya bir sonuç doğuracağının farkında olması” şeklinde tanımlandı.

(Yukarıdaki tartışmaların ayrıntılı değerlendirmesi için: Taner Akçam, “Gündüz Aktan ve Soykırımda Saik Meselesi”, Birikim, S. 201, Ocak 2006, s. 15-27; William A. Schabas, Genocide in International Law: The Crime of Crimes, Cambridge: Cambridge University Press, 2000, s. 245-257; Matthew Lippman, “The Convention on the Prevention and Punishment of the Crime of Genecide: Fifty Years Later”, Arizona L. Journal of International And Comparative Law, Vol. 15, (1998) s. 415-514.)

4) Soykırım Sözleşmesi’nde neden dört çeşit grubun tanımlanması ile yetinilmiş?

Yukarıda da belirttiğim gibi Sözleşmenin hazırlık aşamasında dört gruba ‘politik’ grupların da dahil edilmesi teklif edilmiş ancak, siyasi ya da kültürel grupların hareketli gruplar oldukları buna karşılık etnik, ırksal, ulusal ve dinsel grupların, kişilerin doğuştan getirdikleri özellikleri barındıran sabit gruplar olduğu ileri sürülerek teklif reddedilmiştir. Bunun ardında, 1932’de Ukrayna’da Sovyet uygulamalarına direnen ‘kulak’ sınıfını tasfiye etmek için Stalin’in emriyle Ukrayna sınırlarını kapatan ve bir yıl içinde milyonlarca Ukraynalının açlıktan ölmesine neden olan Sovyetler Birliği’nin; 1910’lardan 1940’lara kadar Afrika’da yüz binlerce kişiyi katleden İtalya’nın dirençleri vardır. Tasnifin yetersizliğine dair en önemli örnek, 1970’lerde, Kamboçya’da iktidardaki Kızıl Kmerler’in, iki milyona yakın kişiyi politik nedenlerle ‘ölüm tarlaları’ denen çalışma kamplarında öldürmelerinin soykırım tanımına girmemesidir.

5) Soykırım suçuyla ‘insanlığa karşı suçlar’ ve ‘etnik temizlik’ suçlarını ayıran nedir?

1948 Soykırım Sözleşmesi’nin 2. maddesinde sayılan beş ayrı eylem türünden sadece bir tanesini bile işlemek, suçun maddi unsurunun (actus reus) yerine gelmesi olarak kabul ediliyor. Ancak soykırım suçlamasının yapılabilmesi için, maddi unsurların varlığı yeterli değildir. Suç işleme düşüncesinin var olması ve bu düşüncenin bir karar haline gelmesi, yani manevi unsurun (mens rea) da olması, suçlanan kişinin özel bir kasta (dolus specialis) sahip olduğunun ispat edilmesi gerekir. Bir olayda ‘özel kasıt’ ispat edilemezse, suçlanan kişinin ceza almayacağı anlamına gelmez. Belki soykırım suçundan değil ama savaş suçu, insanlık suçu veya ceza hukukunun herhangi başka bir maddesine göre sanık cezalandırılabilir.

Bosna savaşının dilimize kattığı ‘etnik temizlik’ ise belli bir etnisiteye dahil nüfusun ya da halkın bir bölgenin homojenleştirilmesi, yani orada tek tip insan grubunun kalması için, bölgeden zorla transfer edilmesi, sürgün edilmesi, uzaklaştırılmasına denir. “Etnik temizlik” soykırımın bir türüdür ve ancak soykırım sözleşmesinde belirtilen şartları taşıdığı ölçüde soykırım olarak isimlendirilir. Sonuç olarak, soykırım suçuyla insanlığa karşı suçları ve etnik temizliği ayıran, ilkinde grubu imha etmeye yönelik özel kastın’ olmasıdır. Yoksa diğerleri de son derece ağır suçlardır.

GÜNÜMÜZDEKİ DURUM • 1980’lerin ortalarına kadar, dünya yüzünde pek çok soykırım işlendiği halde, pek çok devlet, kendilerine yöneltilen soykırım suçlamasından kurtulmak için sürekli olarak ‘kasıt’ ve ‘saik’ unsurlarıyla oynayarak, işledikleri suçun soykırım sayılamayacağını ispat etmeye çalıştığı için ve pek çok olayda suç işleyenler geride imha kastını ispatlayacak yazılı belge bırakacak kadar akılsız olmadıkları için, 1948 Soykırım Sözleşmesi uygulanamaz haldeydi. Bu tıkanıklığı açmak için 1985 yılında BM Ekonomik ve Sosyal Konseyi’ne bağlı Azınlıkların Korunması ve Ayrımcılığın Önlenmesi Alt Komisyonu’na “Soykırım Suçlarının Önlenmesi ve Cezalandırılması Sorusu Üzerine Gözden geçirilmiş ve Güncelleştirilmiş Rapor” adlı bir değerlendirme sunuldu. Raporda, dünyada işlenen her soykırım suçunun, Nazi örneğinde başarıldığı gibi belgelenemeyeceğine değinildikten sonra “Bir mahkeme soykırım için şart olan zorunlu kastı yeterli sayıda belgeden sonuç çıkartmak yoluyla elde edemiyorsa belli durumlarda bu kasıt, sanığın mantıki olarak eyleminin sonuçlarının farkında olduğunun tahmin edilebildiği, belli derecede suç oluşturan ihmalkârlık, pervasızlık ve savsaklamaları içerebilir” denildi.

Bu sayede örneğin Hutuların Tutsilere uyguladığı soykırım suçları için BM Güvenlik Konseyi’nin 955 Sayılı Kararı ile 1994’te kurulan Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICTR) belli bir ilerleme kaydedebildi. Mahkeme, Kayishema ve Ruzindana davalarında ”hedeflenen grubun imha edilmesi gerektiğini belirten yazı, konuşma ve imha emirlerinin yokluğu durumunda, eylemin muhtevası, kapsamı ve gruba yönelik nefreti ve onun imhasının hedeflendiğini gösteren işleniş tarzından çıkarılabilir, eylemin yoğun ve sistematik karakteri ve buna uygun fiziksel sonuçları da özel kastı göstermek açısından son derece önemlidir” dedikten sonra, grup üyelerinin veya mallarının fiziksel olarak hedeflenmesi; hedef gösterilen gruba yönelik kullanılan dil; kullanılan silahlar ve fiziksel yaralamaların boyutunu, öldürmenin sistematik tarzda yapılıp yapılmadığı ve planlamanın sistemli bir şekilde olup olmadığı gibi unsurları, kastı ispat edecek “ikincil kanıtlar” (circumstantial evidence) olarak değerlendirilebileceğini belirtti. Böylece eski başbakan Jean-Paul Akayesu’nun yargılamalarında, yeni doğmuş çocukların ve Tutsi erkekleri tarafından hamile bırakılmış Hutu kadınları dahil olmak üzere hamile kadınların öldürülmelerini, yollarda barikatlar kurularak Tutsiler’in kaçmalarının engellenmesini, Tutsi olup olmadıklarının anlaşılabilmesi için insanların kimlik kartlarının sürekli kontrol edilmesini, eylemlerden önce, eylem sırasında ve sonrasında radyo yoluyla Tutsiler aleyhine düzenli propaganda yapılmasını ‘ikincil kanıtlar’ olarak kullandı.
(Taner Akçam’ın yukarıda sözünü ettiğim makalesinde bu konuda ayrıntılı bilgi bulunuyor.)

6) Soykırım suçu için önceden tasarlanmış bir plan şart mıdır?

1948 Soykırım Sözleşmesi’nde bu konuda açık bir hüküm olmadığı için bu konu hep tartışılmıştır. Soykırım suçu genel olarak devleti ele geçiren bir grup insan (hükümet, örgüt, parti, çete vb.) tarafından işlenen bir suç türü olduğu için, bu insanların, suçun işlenmesine ilişkin genel bir plan hazırlaması son derece mantıklıdır, ama bu konu, her zaman ‘kasıt’ meselesine göre ikinci derecede öneme haiz kabul edilmiştir. Ancak, 1995 temmuzunda, Bosna Savaşı sırasında, Srebrenica’da yedi bin Müslüman erkeğin soykırıma uğradığına dair Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) 26 Şubat 2007’de açıkladığı tartışmalı kararı bu konuda yeni bir içtahat oluşturdu. UHD’nin Srebrenica’da soykırım suçunu işleyen paramiliter örgüt VRS (‘Republika Sırpska’ Ordusu) ve ‘Akrepler’ in Yugoslav Federal Cumhuriyeti’nden doğan Sırbistan ve Karadağ’ın bir organı olmadığını kabul ettiği halde ortada bir soykırım suçu olduğuna hükmetmesi ve bugünkü Sırbistan’ı soykırımdan değil ama, ‘Republika Srpska’ (Sırp Cumhuriyeti) ve VRS’nin politik, ekonomik ve askerî gelişimine yardımcı olarak soykırımı önlemediği için suçlu bulması, hem imhaya dair genel bir hükümet planı olmasına gerek olmadığının altını çizdi, hem de devletin böyle bir planın olmadığı durumlarda bile sorumluluktan kurtulamayacağını gösterdi. (Karar için: http://www.icjcij. org/court/index.php?pr=1898&pt=3 &p1=1&p2=3&p3=1)

7) 1948 Soykırım Sözleşmesi, geçmiş olaylara uygulanabilir mi?

Roma hukukundan miras ‘nullum crimen sine lege, nulla púna sine lege praevia=Yasa olmadan suç olmaz, daha önce kabul edilmiş yasa olmadan ceza verilemez’ ilkesi uyarınca, bir yasanın geriye doğru işlemeyeceği genel pozitif hukuk ilkesidir. Ancak uygulamada bu kuralın pek çok istisnası var. En bilinen ex post facto (=olay olduktan sonra) suç, 8 Ağustos 1945 tarihli Londra Anlaşması ile tanımlanan ‘barışa karşı suçlar’ (crimes against peace) tanımıdır ki, Nazi suçluları için özel olarak kurulan Nurnberg ve Tokyo mahkemelerindeki yargılama ve cezalandırmalar buna dayanarak yapılmıştır. (Nazi kasapları Klaus Barbie veya Adolf Eichmann davaları gibi örnekler de vardır ama bunlar çok tartışmalı olduğu için üzerinde durmuyorum.)

TEBK’İN UĞRADIĞI HÜSRAN • Öte yandan, 2002 yılında, altı Türk, dört Ermeni üyeden oluşan ve ne yazık ki kısa süre faaliyet gösterebilen Türk-Ermeni Barışma Komitesi’nin (TEBK), Türk üyeleri, tezlerinde haklı olduklarına fazlaca güvenerek, International Center for Transitional Justice (ICTJ) adlı saygın hukuk kuruluşundan, 1948 Soykırım Sözleşmesi’nin 20. yüzyılın başında yaşanan olaylara uygulanıp uygulanmayacağı konusunda görüş istemişlerdi. ICTJ, 4 Şubat 2003 tarihli raporunda, Sözleşmenin, yürürlüğe girdiği 12 Ocak 1951 tarihinden önceki olaylara uygulanamayacağını ancak 1915-1916’da yaşanan Ermeni Tehciri’nin, üç unsur açısından 1948 Soykırım Sözleşmesi’ne göre soykırım olarak adlandırılabileceğini belirtmişti. (Rapor için: www.ictj.org/images/content/7/5/759.pdf)

Kafa karıştıran kararlar Buna karşılık, hangi durumlarda savaş suçları ve insanlığa karşı suçlarda yasaların geriye işlemeyeceği ilkesinin uygulanmayacağını karara bağlayan 1968 Konvansiyonu’nun 1. maddesinin (b) fıkrasına göre 1948 Soykırım Sözleşmesi’nde tanımlandığı şekliyle soykırım suçlarında zaman aşımı (statuory limitation) uygulanmayacak deniyor. (Konvansiyon metni için: http://www.unhchr.ch/html/menu3/b/p_limit.htm)

Uluslararası hukukçu Alfred de Zayas’a göre ise 1948 Soykırım Sözleşmesi, yeni bir suç tanımı yapmayan, aksine sadece tarihin önceki dönemlerinde işlenmiş çeşitli soykırımları tanımlayan bir hukuk metni (declatory law) olduğu için, hem geçmişe (retrospective) hem de geleceğe (future oriented) uygulanabilir niteliktedir. (Sözleşmenin giriş bölümünde ‘“Birleşmiş Milletler ... Tarihin her döneminde soykırımın insanlık için büyük kayıplar meydana getirdiğini kabul eder” demektedir.) Zayas’a göre, sözleşmenin dili de bu konuda lehte ya da aleyhte bir unsur içermemektedir. “Sözleşmeyi hazırlayanlar eğer isteselerdi sözleşmenin başına buna dair bir ibare koyarlardı” diyen Zayas, buna örnek olarak 1980’de yürürlüğe giren 1969 tarihli Anlaşmalarla İlgili Viyana Konvansiyonu’nun, 4. maddesini ve 1998 Roma Ceza Mahkemeleri Sözleşmesi’nin 11. maddesindeki açık ifadeleri gösterir. (Zayas’ın hem bu konuyu, hem de Ermeni Tehciri’nin neden ‘soykırım’ tanımına girdiğine dair makalesi için: “The Genocide against the Armenians 1915-1923 and the relevance of the 1948 Genocide Convention”, www.alfreddezayas.com/Law_history/armlegopi.sh tml).

Ayşe Hür

7-12-2008

Taraf

Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.