Güven ve ekonomik hayat

22 Eylül 2018 15:35 / 1099 kez okundu!

 

 

İktidar partisi yetkilileri yanında muhalefet sözcülerinin de güveni sarsıcı beyanlara girmemesi lâzım. Bu yazıyı kaleme almaya hazırlanırken ana muhalefet lideri “En büyük korkum Türkiye’nin 2019’da açlık sorunuyla karşı karşıya kalması. Çünkü tarımda üretim yapılmıyor” dedi. Bu da yangına körükle gitmektir. Güvenin altını oymaktır. Türkiye birçok ekonomik kriz atlattı. Tüm vatandaşlar -özellikle dar gelirliler bunlardan büyük zararlar gördü. Ama Türkiye demokrasiye geçildiğinden beridir kıtlık denebilecek bir vaka yaşamadı. Şimdi yaşaması için de bir neden yok. İktidara muhalefet etmek, ülkeye ve topluma muhalefet etmek ve işlerin daha kötüye gitmesine odun taşımak demek değildir. 

 

****

 

Güven ve ekonomik hayat

 

Güven toplumsal hayatın en önemli gereklerinden ve sonuçlarından biri. Güven olmaksızın insanlar barış, refah ve huzur içinde yaşayamaz. Başka bazı şeylerde olduğu gibi, güvenin önemi ve değeri de kaybedildikten sonra daha fazla ve daha iyi daha anlaşılır.

Sağlıklı toplumsal hayatta güven ilk bakışta sanabileceğimizden daha derin ve yaygın olarak tecelliye muhtaçtır. Güven ihtiyacını iki bölüme ayırabiliriz. Bunların ilki şahsen tanıdığımız, doğrudan doğruya şu veya bu yoğunlukta beşerî temas içinde bulunduğumuz insanlara duyulmak istenen güvendir. İkincisi ise şahsen tanımadığımız ve belki hiç tanıyamayacağımız, doğrudan doğruya bir beşerî temasta ya çok az ve geçici olarak bulunduğumuz ya da hiç bulunmadığımız veya bulunamayacağımız insanlara duyulması gereken güvendir. İlki kendimizin merkezinde olduğu dar bir toplumsal çevre ikincisi ise geniş toplumsal çevre içinde ortaya çıkar. İkinci çevreye, bazı filozofları izleyerek, ‘açık toplum’, ‘geniş toplum’, ‘büyük toplum’, ‘sivil toplum’ gibi isimler verebiliriz.

Yakın çevrede karı koca birbirine, anne baba çocuklarına, çocuklar anne babalarına, akrabalar birbirine, iş arkadaşları bir diğerine güven duymak ister. Geniş toplumda ise yararlandığımız mal ve hizmetleri üreten ve temin edenlere, orada burada yollarımızın tesadüfen ve geçici olarak kesiştiği kimselere, kamusal görevlere getirilen-taşıdığımız şahıslara güven duymak isteriz. Yakın çevrede güven daha ziyade kendiliğindendir ve doğal boyutları vardır. Geniş çevrede güven ise kısmen kendiliğinden oluşur kısmen sonradan oluşturulur. Uygarlık insanlar yakın çevreden çıkıp geniş çevreye entegre olabildikçe gelişir ve genişler. Bu yüzden, uygarlık ölçekleri açısından daha yukarlarda yer alan ülkeler -dini, dili, ırkı ne olursa olsungüven ihtiyacını daha geniş ve yaygın ölçüde karşılayabilen ülkelerdir.

Hiç kuşku yok ki, güven ekonomik hayatta da çok önemlidir. Güven ekonomik hayatın gözle görülmesi ve ölçülmesi zor olan ama her daim iş başında bulunan bir unsurudur. Ne kadar gelişmiş olursa olsun, üzerine oturduğu güven zemini zedelenen her kurum, her ekonomi sarsılır. Bunun tipik bir örneğini finans üzerinden verebiliriz. Bankalar ‘büyük sayılar kanunu’na göre çalışır. Yani bir bankada mevduat hesabı bulunan insanların çok küçük bir bölümünün (diyelim ki yüzde üç-beşinin) aynı anda bankadan para çekme talebinde bulunması sayesinde bankalar emanetlerindeki paraların büyük bölümünü kredi olarak dağıtmalarına rağmen ayakta kalırlar. Ama bir bankanın müşterileri örneğin yüzde 60, 70 oranında aynı anda para çekmeye başlarsa, o banka, ne kadar büyük olursa olsun, zora girer. İş sadece orada da kalmaz, o bankadan kötü sinyaller gelmesi bütün bankacılık sistemini krize iter. Mudiler paralarını almak için bankalara hücum eder. Kredi olarak verilen paralar derhal geri çağrılamayacağı, çağrılsa da hemen gelemeyeceği için sistem çöker.

Ekonomik hayatta güvenin ve istikrarın egemen olması tüm ekonomik aktörlere ilaveten siyasetçilerin ve bürokratların da duyarlı olmasına ve sorumlu davranmasına bağlıdır. Günümüzde devletler -maalesef- toplumların merkezinde olduğu için devlet tarafından yapılacak güven sarsıcı hatalar çok yıkıcı sonuçlara yol açabilir.

Adına kriz desek de demesek de Türkiye ekonomik açıdan zor günlerden geçiyor ve daha zor günlere doğru ilerliyor. Bu durumun gerek derinleşmemesi gerekse menfi etkilerinin çok uzun sürmemesi için toplumda güven zedeleyici söz ve davranışlardan kaçınmak şart. Zira, biraz önce işaret ettiğim üzere, bir firma veya topluca bir ekonomi, ne kadar sağlam görünürse görünsün, güvenin yıkılması hâlinde, kısa sürede ağır krizlere sürüklenebilir.

Türkiye’de son zamanlarda yaşananlara bakarak güven açısından şu noktaların altını çizmek yerinde olur. 

Sağlam bir ekonomi anlık kararlara değil uzun vadeli kurallara dayanır. Bu kurallar idarî ve politik otoriteler tarafından keyfî olarak belirlenemez. Onları önceler. Başka bir deyişle, herkes gibi kamu otoriteleri de söz konusu kurallara uymak zorundadır. Kimse kuralların üstüne çıkamaz. Çıkılabileceği zannı küçük sıkıntıları felaketlere çevirir. Bu kurallar ise genel olarak piyasa ekonomisi kurallarıdır. Bu yüzden, büyük sivil ekonomik aktörlerin de idarî ve siyasî kamu otoritelerinin de bu açıdan halka, iç ve dış tüm ekonomik aktörlere müspet mesajlar vermesi ve bu konudaki sözleri ile davranışları arasında çelişkiye düşmemesi gerekmektedir. Zira her ekonomik sıkıntıyı çözecek nihaî faktör piyasa aktörlerinin kendilerini yeni şartlara ayarlamalarıdır. Siyasî ve idarî kararlar tek başına çözüm getiremez, ama çözümü kolaylaştırabilir veya zorlaştırabilir.

Bu çerçevede, halka ve ekonomik aktörlere verilen mesajlarda tehdit değil ikna, emir değil rica-temenni dili kullanılmalıdır. Her ekonomik aktör akıl ve fikir sahibidir ve kendini korumak için gerekli gördüğü şeyleri yapmaya çalışacaktır. Onların bu tür adımları atabilmesi işlerin düzelmesinin ön şartıdır.

Bir taraftan piyasa ekonomisinin dışına çıkılmayacağı belirtilirken diğer taraftan piyasa ekonomisinin ruhuna aykırı olan fiyat kontrollerinden, ‘spekülatör’ ve ‘stokçu’ diye lanetlenen ekonomik aktörler aleyhine olan ve hatta onlara karşı kin ve nefret uyandırabilecek nitelikteki söylemlerden kaçınılmalıdır. Fiyat kontrolleri işleri daha kötü hâle getirir, üretim yapısını çarpıtır, kıtlık yaratır. Böylece insanlar ceplerinde para olsa bile pazarda mal bulamaz. Büyüyen karaborsada fiyatlar çok daha fazla yükselir.

Türkiye kaçınılmaz olarak kemer sıkmak zorunda. Olguyu reddetmek onun sonuçlarını ortadan kaldırmıyor. Hemen her şeyin fiyatı yukarı çıkıyor. Sabit gelirliler temel harcamaları için daha çok para harcamak zorunda kalıyor. Bunun anlamı belli: Bazı şeyleri daha az tüketecekler, bazı şeylerin tüketiminden ise tamamen vaz geçecekler. Toplum kemer sıkmak zorundayken devletin kemer sıkmaması hem haksızlık olur hem de güveni ciddî biçimde sarsar. Devlet de kemer sıkmalı. Hem de herkesten önce ve daha çok. Aksi takdirde topluma yapılan fedakârlık çağrılarının bir anlamı, değeri, inandırıcılığı kalmaz. Ne yazık ki, Katar Emiri ile olan uçak ilişkisi toplum üzerinde güven sarsıcı bir etki yaptı. Ekonomik şartların ağırlaştığı bir dönemde 500 milyon dolara yeni bir uçak satın alma niyetinin gösterilmesi şaşırtıcı ve üzücü. Bu miktar beyan edilen 35 milyar liralık tasarrufun neredeyse onda birini berhava edecek çapta. Güven artırmak için, yeni bir uçak almayı düşünmek yerine, Cumhurbaşkanlığının envanterinde olduğu söylenen 17 uçaktan birkaçını satışa çıkartmak çok daha yerinde olurdu. Uçağın hediye edilmiş olması da güven sarsılmasının önüne geçemedi. Türkiye böyle bir uçağı satın alacak veya hibe olarak kabul edecek bir ortamda değil. Nitekim, muhalefeti bir yana bırakalım, bu konuda yaptığım küçük bir kamuoyu araştırmasında fikirlerini sorduğum yaklaşık 30 AK Parti seçmenin hiçbiri yapılanı doğru ve yararlı bulduğunu söylemedi.

İş Bankası’ndaki CHP kontrolünde bulunan Atatürk hisseleri hakkındaki son tartışma da güvene darbe indirici nitelikteydi. Tüm sağduyulu insanlar İş Bankası’nda CHP’nin hisse sahibi olmasının mahzurlarını biliyor. Atatürk o hisseleri Banka’ya emanet ettiğinde CHP devlet demekti. Başka parti yoktu. Yani Atatürk aslında o hisseleri bir partiye değil kurucusu olduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne emanet etti. CHP’nin bu gerçeği görüp çoktan hisseleri hazineye devretmiş olması gerekirdi. Bunu yapmadı. Bu yüzden bu konu elbette tartışılabilir. Ancak, büyük ekonomik sıkıntıların yaşanmakta olduğu bir ortamda meselenin böyle tartışılması isabetli olmadı. Güvene darbe indirdi. İş Bankası sektörün en büyüklerinden ve onun alacağı her yara mutlaka tüm ekonomiye zarar verecektir.

Son olarak, iktidar partisi yetkilileri yanında muhalefet sözcülerinin de güveni sarsıcı beyanlara girmemesi lâzım. Bu yazıyı kaleme almaya hazırlanırken ana muhalefet lideri “En büyük korkum Türkiye’nin 2019’da açlık sorunuyla karşı karşıya kalması. Çünkü tarımda üretim yapılmıyor” dedi. Bu da yangına körükle gitmektir. Güvenin altını oymaktır. Türkiye birçok ekonomik kriz atlattı. Tüm vatandaşlar -özellikle dar gelirliler bunlardan büyük zararlar gördü. Ama Türkiye demokrasiye geçildiğinden beridir kıtlık denebilecek bir vaka yaşamadı. Şimdi yaşaması için de bir neden yok. İktidara muhalefet etmek, ülkeye ve topluma muhalefet etmek ve işlerin daha kötüye gitmesine odun taşımak demek değildir.

Ülkemizin boğuştuğu ekonomik sıkıntıları fazla uzamadan çözebilmesi en başta güven ortamının tesis ve takviye edilmesine bağlı. Herkes, bu bakımdan daha dikkatli ve daha özenli olmakla mükellef.

 

Atilla YAYLA

gazeteyeniyuzyil.com

22.09.2018

 

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.