Fukuşima çok uzak değil

11 Mart 2015 14:30 / 1533 kez okundu!

 

 

Fukuşima nükleer felaketinin üstünden 4 yıl geçti. Binlerce kayıp verildi, yüzbinlerce insan evlerini barklarını terk etmek başka yerlere göçmek zorunda kaldı, çoğu çocuk binlerce insan tedavi edilemeyen hastalıklara yakalandı. Yayılan radyoaktif kirliliğin ölümcül etkisi artarak devam ediyor. Bu felaketle, nükleer santrallerin sebep olacağı kaza riskinin düşük bir ihtimal olmadığını, kaza halinde sebep olacağı tehlikenin önlenmesinin mümkün olmadığını bir kez daha gördük.

 

Fukuşima felaketi nükleer santrallerle ilgili "güvenilirlik" sözlerinin koca bir yalan olduğunu da gösterdi. Ama halen bu yalanı tekrar edenler var. Geçtiğimiz yıllarda Çernobil felaketinin yıldönümünde Türkiye'ye gelen Japon gazeteci Toshiya Morita, "bizim başbakan Fukuşima nükleer kazasının kontrol altına alındığı, nükleer sızıntının önlendiği ve sağlık tehlikesinin bulunmadığı yönünde yalanlar söylüyor, ona inanmayın" demişti. Bütün dünyada nükleer santrallerin kapatılması planları yapılırken bizim ülkenin yöneticilerini yaşananlar hiç etkilemedi, Akkuyu'da ve Sinop'ta nükleer santral yapma konusunda kararlı görünüyorlar, üçüncüsünü de İğne Ada'ya yapacaklarmış. Sinop'taki santrali, felaketi yaşamış olan Japonya'nın yapacak olması tam bir akıl tutulması. AKP Hükümeti, Japonların açıkça "yalancı" ilan ettikleri Japonya Başbakanı'ndan aldığı "yalan"ları bize satıyor, buna bir de enerji ve kalkınma masalı ekliyor.

 

Akdeniz Havzası için büyük tehdit Akkuyu NGS Projesi

 

Bu kadar acı deneyim ve yaşanmışlıklara rağmen Türkiye Cumhuriyeti Devleti nükleer yatırımlarda ısrar ediyor. Bu ölümcül tehlikenin ilki Akkuyu'ya kurulmak isteniyor. Akkuyu Nükleer Güç Santralı (NGS) projesi Türkiye'nin nükleer macerası ile yaşıt. Yaklaşık 39-40 yıl önce yer seçimi yapılan Akkuyu Nükleer Santralı projesi için, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun kurulmasıyla 1980'li yıllarda uluslararası firmalardan teklifler alınmaya başlandı. 12 Eylül darbesinin lideri dönemin cumhurbaşkanı Ahmet Kenan Evren "Türkiye'de üç ayrı tipte üç nükleer santralın kurulacağını" açıklamıştı. 1986 yılında yaşanan Çernobil felaketi ile Türkiye'de nükleer santrallerle ilgili çalışmalar askıya alındı. 1990'lı yıllarda enerji krizi yaşanmaması için mutlaka nükleer enerjiden yararlanılması gerektiği yeniden dile getirilmeye başlandı 17 Ekim 1996'da Akkuyu Nükleer Enerji Santrali için ihale açıldığı Resmi Gazetede ilan edildi. Kamuoyunda ciddi tartışmalar, davalar sonunda 2000 yılında hükümet bu projenin sonuçlandırılmasına ve ülkede nükleer santral kurulmasından vazgeçtiğini açıkladı. 2000'li yıllarda AKP Hükümetleriyle Akkuyu Nükleer Santralı yeniden gündeme geldi, hatta inşaatına 2007 yılında başlanacağı, 2012 yılında santralin açılacağı açıklandı. 12 Mayıs 2010 tarihinde “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Rusya Federasyonu Hükümeti Arasında Türkiye Cumhuriyeti’nde Akkuyu Sahası’nda Bir Nükleer Güç Santralinin (NGS) Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliğine İlişkin Anlaşma” imzalandı. 13 Aralık 2010 tarihinde yüzde 100 Rus sermayeli Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına tabi Akkuyu NGS Elektrik Üretim A.Ş. adlı şirket kuruldu ve faaliyete başladı. Santral sahası 2011 yılında şirkete tahsis edildi, şirket  Kasım 2011’de Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’na (EPDK) elektrik üretim lisansı, Aralık 2011'de de Çevre Bakanlığı'na Çevre Etki Değerlendirmesi (ÇED) başvurusunu yaptı. Çok tartışmalı olan ÇED süreci, 1 Aralık 2014'de Türkiye'ye gelen Rusya Devlet Başkanı Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'e hediye edilen ÇED olumlu kararı ile sonuçlandırıldı.

 

Yönetmelik değişikliği ile yasadışılık kılıfına uyduruldu;

 

Akkuyu NGS projesi ÇED sürecinde, raporlar halktan gizlendi, yürürlükteki yönetmelikteki sürelere dahi uyulmadı. Örneğin, pek çok itirazlarla birlikte ikinci İnceleme Değerlendirme Komisyonu (İDK) toplantısı 24 Temmuz 2014 yapıldı. Bundan 3 ay sonra 24 Ekim 2014 günü Nihai ÇED Raporu duyurusu yapıldı. Oysa projeye için uygulanması gereken ÇED Yönetmeliğinin 13.maddesine göre  toplantıdan en geç beş iş günü içinde  nihai ÇED Raporu, taahhüt yazısı ve imza sirküleri bakanlığa sunulması zorunlu, bu süre zarfında belirtilen belgeler sunulmaz ise nihai Çevresel Etki Değerlendirmesi Raporunun geçersiz sayılması gerekirdi. Şimdi dava dosyasına gelen bilgilerden öğreniyoruz ki, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı 4 Ağustos 2014'de yönetmelikte olmayan 3 aylık ek süre tanımış. Bu keyfiliğe yasal kılıf arkadan geldi, 25 Kasım 2014'de ÇED yönetmeliği değiştirildi, Bakanlığa ek süre verme yetkisi tanındı, bununla da kalmadı, eski ve yeni yönetmelikler arasında hangisi proje lehine ise onun uygulanacağı kuralı da getirildi.

 

ÇED raporunda pek çok soruya yanıt verilmediğini, verilen pek çok bilginin de yanıltıcı olduğunu uzmanlar tarafından defalarca anlatıldı, uyarılar ve itirazlar yapıldı ama Nükleer tehlikeyi başımıza musallat etmekte kararlı olan siyasi irade bunların hiç birisini dinlemedi. Şimdi konu mahkeme önünde, sürecin işletilmesinin ve projenin kamu yararına olup olmadığının hukuksal denetimi Mersin İdare mahkemesi tarafından yapılacak, ancak Akkuyu NGS, yalnızca İdare Mahkemesinin teknik ve hukuki denetimine bırakılabilecek türden değil. Çünkü projenin kendisi siyasi bir tercihin ürünü. .

 

Nükleer Santralımız Olmadan Nükleer Santral Atığımız Var;

 

Nükleer enerji santralleri patlamasalar bile ciddi riskler yaratıyor, en önemli sorun da atıklarının bertarafı. Bu atıkların zarar vermeden saklanmasının maliyeti çok yüksek olması nedenliyle atıkların güvenliği tam olarak sağlanamamaktadır. Buna en iyi örnek, henüz santralimiz yokken İzmir-Gaziemir/Karabağlar'da ortaya çıkan nükleer atıklar. İzmir'in merkez ilçelerinden Gaziemir ve Karabağlar sınırları içinde bulunan 1940'lı yıllardan 2010 yılına kadar faaliyeti süren kurşun fabrikası, 3 Aralık 2012 tarihli Radikal Gazetesi'ndeki Serkan Ocak imzalı "İzmir'in Çernobil'i, İlk Nükleer Çöplük İzmir'de" haberine kadar sadece kurşun atıklarıyla gündemdeydi. Haberde özetle; "...Aslan Avcı Döküm Sanayi ve Tic A.Ş.ye ait Gaziemir'de kurulu bulunan kurşun üreten fabrika atıklarını arazisindeki toprağa gömdüğünün ortaya çıktığı,toprak altındaki atıklar zehir kusmaya başladığı, Türkiye Atom Enerji Kurumu (TAEK)'nun alandaki ilk radyasyon tespitini 2007 yılında yaptığını, raporlara göre, radyasyonun fabrikanın nükleer santrallerde kullanılan nükleer çubukların eritilmesiyle oluştuğu, bu maddelerin Türkiye'ye yasal girişinin olmadığı, raporların Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, İzmir Valiliği, İzmir Büyükşehir Belediyesi, Gaziemir Kaymakamlığı, Gaziemir Belediyesi'ne bildirildiği.." anlatılmaktaydı. Haberin devamında "...ilk olarak 3 Nisan 2007’de TAEK tarafından fabrikada radyasyonlu cüruf (atık) gömülü alan tespit edildiği, 17 Haziran 2008’de Çevre ve Orman Müdürlüğü bir depoda 200 ton atık tespit ettiği, atıkların bertaraf edilmek üzere gönderilmesinin istendiği, denetçilerin Temmuz 2008’de tekrar fabrikaya gittiğinde 180 ton tehlikeli atık daha bulduğu..." belirtilmekteydi.

 

Haberin yayınlanması üzerine, henüz bir ay önce kurulan Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi olayla ilgili İzmir Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulundu ve zaman zaman yerinde ölçümler yaparak konuyu gündemde tutmaya çalıştı. Daha sonra mahalle halkının da katıldığı başvurular üzerine şirket yetkilileri hakkında "çevreyi kasten kirletmek" suçundan dava açıldı. İzmir 3.Ağır Ceza Mahkemesi'nin 2013/321 Esas sayılı dava dosyası ile süren yargılamada İzmir'de yaşayan yurttaşlar ve EGEÇEP Derneği müdahil oldu. İzmir Valiliği, Büyükşehir Belediyesi ve TAEK'te görev yapan kamu görevlileri hakkındaki soruşturmalar halen devam ediyor.

 

Gaziemir'deki kirlilikle ilgili ortada duran en önemli soru; yalnızca nükleer santrallerden çıkan bu atıklar hangi yollarla, nasıl gelmiştir? İlk akla gelen "yasadışı nükleer atık ticareti" yoluyla gelmiş olmasıdır.

 

Dava dosyasına Türkiye Atom Enerjisi Kurumu TAEK'in gönderdiği bilgi notuna göre; "son yıllarda çeşitli ülkelerde hurda metalin yeniden çevrimi sırasında radyoaktif kaynakların da 'kaza ile' yüksek fırınlara gönderilmesi, özellikle demir ve çelikte radyoaktif bulaşmaya yol açan sayısı gittikçe artan olayların meydana gelmesine neden olmuştur. Bureau of Internation Recycling (BIR) verilerine göre 1983-2009 yılları arasında 26 ülkede 113'ten fazla radyoaktif kaynak ergitme olayı meydana gelmiştir". Bunun anlamı şudur; yasadışı uluslararası nükleer atık ticareti bütün dünya için, insanlık için yaşamsal bir tehdit olarak önümüzde duruyor, nükleer santraller var olduğu sürece patlamasalar da bu tehlikeyi hep yaşayacağız.

 

Geçtiğimiz ay Aliağa'ya sökülmek için gelen Kuito adlı rafineri özelliği olan petrol tankerinin radyasyon ve tehlikeli atık içerdiğine dair ciddi iddialara rağmen kıyıya yanaşmasına ve sökümüne izin verilmesi, atıklar konusunda ülkemizin ne kadar güvensiz olduğunu bir kez daha gösterdi.

 

Bu gerçekler karşısında nükleer santral kurma için ısrar etmenin anlamı, bile bile insanların ve diğer canlıların yaşamını tehlikeye atmaktır. Henüz santral kurulmadan atıklarıyla uğraşıyorken, bir de nükleer santral kurulursa halimiz nice olur?  

 

Sözün özü; Fukuşima çok uzakta değil, bugün Akkuyu'da, bu akıl tutulması ve ölümcül hırsa engel olunmazsa, yarın Sinop'ta, İğne Ada'da, belki daha başka yerlerde olacak. Kirlilik sınır tanımaz, Akkuyu NGS projesi sadece Türkiye için değil, tüm Akdeniz Havzası için, dünya için büyük bir tehdit.  Bu tehdide uluslararası dayanışma ve işbirliği ile karşı koymaktan başka çıkar yolumuz yok. Yaşamı savunma mücadelesini örgütlemek ve büyütmek boynumuzun borcu olsa gerek. Diğer yandan siyasal tercih de son derece önemli, 7 Haziran 2015'de yapılacak seçimlerde aynı zamanda nükleer tehlike oylanacak, yeni yaşam siyasetinin kazanması, nükleer tehlikeden kurtulmanın, yaşamın korunmasının yolunu açacak.

 

Av. Arif Ali CANGI

11.03.2015

 

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.