Operatör - 6

22 Şubat 2012 12:48 / 1716 kez okundu!

 


Nisan’ı beklerken

- Miğferini tak kafana!

Tabur sınırları içinde küçük bir tatbikattayız. Ben santral bağlantılarıyla uğraşıyorum. Kafamda miğfere alışadım hiç. İkinci Dünya Savaşı artığı araç ve gereçlerle uğraşmaktan bazen kendimizi unutttuğumuz da oluyor. Fazlı Üsteğmen’in uyarısına aldırmıyorum. Çünkü kafamda miğfer olup olmadığının farkında bile değilim.

- Sana miğferini kafana tak dedim!

İkinci defa daha sert bir uyarıda bulunuyor bölük komutanı. Ben hala işime devam ediyor aldırmıyorum.

- Ali Rıza, sana söylüyorum, miğferini kafana tak!

Elim ani bir refleksle kafama gidiyor. Miğferin olmadığını fark ediyorum. Hemen takıyorum.

- Valla abi, biz olsak kırıp geçerdi bizi. Bu adam sana neden dokanmıyor. Torpilli misin nesin?
- Ha ya torpilliyim. Hala oğludur benim.

Kafamda o kadar çok soruyla yaşıyordum ki. An geliyor bu soruların esiri oluyordum. Yaşadığım ortamı terk edip sorularımın muhataplarıyla kendi kendime konuşuyordum. Hesaplaşıyordum. Yalnızlığın en zor anlarından biridir bu anlar. Kendiniz sorar, kendiniz cevaplarsınız. Ya da söyleyemedikleriniz, söyleyip de duyuramadıklarınız birbiri ardına kurcalar zihninizi. Beyninizi meşgul eder. Bir şeyler yapıyorsunuzdur, lakin anın gerçeğinden de çok uzaklardasınızdır. Bu durum özellikle de askerde çok başıma gelmişti. Ne işim vardı burada diye sormaya başladığımda film geriye sarmaya başlıyor, kendi kendime yazdığım senaryomun içinde kayboluyordum. Bölük komutanının bu durumumu anladığını düşündüm hep sonraları. Bu dalgınlığımın bir derinliği vardı ve o anlıyordu. Sıkça tekrarlanan bu durum aslında askerliğimi bile yakabilirdi.

Bir gün eğitimde mola vermiş, tüfek çatmıştık. Fazlı Üsteğmen biz moladayken tüfekleri kontrol etmiş. Benim tüfeğin emniyeti açık. Numarasını almış. Yeniden eğitim başladığında Fazlı Üsteğmen;

- 802… (numaranın devamını hatırlamıyorum) numara üç adım öne.

Kimse yerinden kıpırdamıyor. Komutan numarayı tekrar ederek ikinci defa üç adım öne diye komut veriyor. Yine kimse kıpırdamıyor.

- Ali Rıza tüfeğinin emniyetini kapaaaaat!... diye bağırıyor.

Adım geçince numaranın tamamı aklıma geliyor. Aaaa benim numaram; emniyetim neden açık diye soruyorum kendime?

Arkamdan fısıltıyla;

- Abi gene yırttın valla biz olsak canımıza okurdu.

Gerçekten de öyleydi. O kadar çok şahit olmuştum ki böyle durumlara. Çocukların canına okuyordu. Bazan sevgi ve şefkat dolu bir insan nasıl oluyordu da dehşetle asker dövebiliyordu anlayamıyordum.

Bir gün yine eğitim alanındayız. Bölük yürüyüş halinde.

- Kim gençlik marşını söyleyecek diye sordu.

Bölükten çıt yok. Tekrar sordu.

- Gençlik marşını söyleyecek kimse yok mu?

Bölükte gene çıt yok. Kimse çıkmadı gençlik marşını söyleyecek. Çok kızmıştı. Belki de Osman’la benden bir şeyler bekledi. Ama ikimiz de sessiz kalmıştık.

- Bölük yat! Sürün!..

Gençlik marşını söylememenin cezası sürünmekti. Zaten “karpuz“ gibi seçilip gönderilen insanlar nereden bilsinlerdi gençlik marşını. Bildiklerine inandığı askerler de sessiz kalınca sinirlenmişti Fazlı Üsteğmen.

Aynı durumu bir kez de sabah sporunda yaşamıştık. Tutturdu bize “Eminem“ türküsünü söyleyin diye. Yine söyleyen kimse çıkmadı. Bir daha emretti, yine söyleyen kimse yok. Bütün bölük sabah sporunda sürünmüştük Emine yüzünden.

Sonra nereden nasıl öğrendik bilemiyorum Emine sevdiği kızın adıymış. Bir günü bir gününe tutmuyordu işte Fazlı Üsteğmen’in. Ne kadar iyi olarak tanısak da askerlik adamı bazen böyle vahşileştiriyordu.Hem iyi asker hem iyi insan olmak zordu anlaşılan.

Garajda denetimdeyiz. Araçlar ve gereçler denetleniyor. Santral’ın bulunduğu Dodge’un önünde durdu komutan. Gülerek neşeli bir biçimde arabayı ve santrali kontrol ettikten sonra kasada römorkta yüklü kablolara gelmişti sıra.

Birden bir makaranın karışık olduğunu fark etti. İyi sarılmamıştı nedense. Kim sardı diye sorunca, Selim atılıp ben sardım komutanım deyiverdi. Gerçekten de o sarmıştı. Makaraların bakımını yaparken neredeyse belim tutulacaktı. Doğrulurken acı içinde zangır zangır titriyordum. Doğrulmam bir kaç saniye sürüyordu. Beni acı içinde gören Selim yardım etmişti. Bütün saflığıyla kendisini öne arttı.

- Ne bu makaranın hali? Böyle makara sarılır mı dedi ve yüzü birden karardı. Gözlerinden ateş fışkırıyordu sanki. Selim’e acımasızca vurmaya başladı. Zavallı oğlan “dayak delisi” olmuştu artık.

- Komutanım kabloların sorumlusu benim. Bakımından da ben sorumluyum. Selim sadece yardım etmişti.

Bir an duraladıktan sonra;

- Bana işimi mi öğreteceksin diye bana bağırarak bir kaç tokat daha attı Selim’e. Çok aşağılanmış ve acı duymuştum.

Selim’in o kadar dayak yemesi; bir de benim için hiç yoktan dayak yemesi, gözümün önünde Fazlı Üsteğmen’in onu acımasızca dövmesi beni çok yaralamıştı. Askerlikti işte, yapacak bir şey yoktu.

Bazen elin kolun bağlanıp kalıyordun. Aklıma nedense acemi birliğinde Aydın’lı bir onbaşı geldi. Ondan da okkalı bir tokat yemiştim. Nedendi bilemiyorum ama bir başkası daha vardı olayın içinde. Benden kıdemli bir askerdi.

- Sen bacak çatarken o tüfek çatıyordu diye bana yapıştırdı bir tane. Ben de;
- O bacak çatarken ben tüfek çatacam deyince ikinciyi yemiştim.

Bazen gerçekten sabır edemeyecek duruma geliyor insan. Canı isteyince her üst altına baskı uygulayabiliyor, dövüyor, sövüyor, ceza verebiliyordu. Bütün bunlar da “asker ocağı burası ana kucağı” değil diye geçiştiriliyordu.

En demokrat diyebilecekleriniz bile bazen haki elbise altında vahşileşebiliyordu.

200 metre atış alanındayız. İlk atışta iki 12, bir 11 ve bir 10 vurmuş, başarıyla görev yapmıştım. Tamamen tesadüf.

Silahı oldum olası hiç sevmedim. Aradan üç beş ay geçtikten sonra yeniden atış yapacağız. Ben bu defa görev yapamadım. Fazlı Üsteğmen sinir küpü üsteliyor.

- Mahsus yapmıyorsun. Getir tüfeğini.

G3 tüfeği veriyorum. Kontrol ediyor. Şimdi hatırlamadığım gez – göz ikilisinden birinin ayarında bir bozukluk varmış. Bir şeyler yapıyor ve tekrar dene diyor. Gene atıyorum bu defa daha iyi ama onu tatmin etmiyor.

Muhabere tabur komutanı tümenin atış takımındaydı. Keskin nişancıydı. İlk atış sonuçlarım meğerse ilgisini çekmiş.

Bense bunu öğrenince tedirgin olmuştum. Davam devam ediyordu ve bu davada aleyhime sonuçlar doğurabilirdi. Hiç bir zaman ilk atışların tesadüfi olduğuna inandıramadım Fazlı Üsteğmeni.

Cumhuriyet okuyan ve Zülfü Livaneli dinleyen bir askerdi Fazlı Üsteğmen. Dışarıdan hukuk okuyor olmasından dolayı onun aslında sevmediği bir işi yaptığı izlenimi bıraktı bende hep. Onun bölük komutanlığı dönemi zaman zaman sertleştiği durumlara rağmen askerin en rahat ettiği bölük oldu. Sonra Malatya’ya tayini çıktı ve yüzbaşı olarak yeni birliğine gitti.

Giden geleni aratır derler ya. Aynen öyle oldu. Üsteğmen olarak Dumlu 51. Tümen Muhabere Taburu İleri Muhabere Bölüğü’ne komutan olarak acemi birliğinden tanıdığım Ali Teğmen gelmişti. Askerlik işte asıl onun döneminde çekilmez oldu.

Bölük içinde artık ne yaşımızın bir hükmü vardı ne de yetenek ve becerilerimizin. Solcu sürgünlerdik. Eğitimlere düzenli çıkıyor ve ancak denetleme ve benzeri durumlarda darda kalınca başçavuşun da isteği ile bazen dershaneye çekiliyor ve desinatörlük yapıyordum. Yine böyle günlerden bir günde dershanede karargâh bölüğünden bir başka Selim’le tanıştık. İstanbul’lu Selim. TİP’li Selim.

“Telli telli telli
Şu telli turnam
Sanma ki yaralı uçmaz bir daha”
diye Yeni Türkü’den yeniden uçacağım günlerin özlemiyle tutturmuş söylüyorum. Selim yanıma yaklaşıp;

- Uçarsın be abi, bir gün uçarsın diye takılınca tanıştık. Oradan buradan derken 79 yılının 1 Mayıs’ını anlatmıştı. Merter’de. Behice Hanım diyordu başka bir şey demiyordu. Polis çevirince yat demiş herkese. O, en önde, dimdik ayakta direniyordu diye heyecanla anlatıyordu.

Daha sonraları ne zaman bir araya gelsek İstanbul’lu Selim’le paylaşacak çok şeyimiz oluyordu. İstanbul’lu Selim ilaç gibi gelmişti bana.

Erol Asteğmen terhis olmuş, onun yerine Şeref Asteğmen gelmişti. Elektronik mühendisiydi Şeref Asteğmen. Bir havaalanında uçuş kulesinde görevliymiş. Neden sakıncalıydı onu bilemedim bir türlü. Çok yumuşak, sevecen, demokrat bir adamdı. İnsan sevgisi sarıp sarmalamıştı bütün benliğini. Kişiliği de bu özelliklerine göre gelişmişti. Askerliğe elverişli değildi diyebilirim kestirmeden. Ama yasalar onu askerliğe layık buluyordu. Yani yasal zorunluluktandı askerliği. Nazmi Teğmen zorunlu görev süresi dolup da bölükten ayrılınca Şeref Asteğmen komutan vekili olmuştu. Bu nedenle sabah içtimalarda komutana tekmili o vermek zorundaydı. Öyle bir ses tonu vardı ki Şeref Asteğmen’in, Fazlı Üsteğmen çıldıracak gibi olurdu.

- Daha sert Şeref, daha sert bağıracaksın, anladın mı? Bağıracaksın diye onu uyarırken adeta azarlardı. Ne yapsa Şeref Asteğmen’den incecik tiz bir ses çıkardı hep. Ne yapsındı Şeref Asteğmen, Allah vergisi sesi incecikti. Bir gün içştimadayken arka sıradan bir asker kaybolan süngüsünü arıyormuş. Bana sormadan benim süngünün numarasını okumaya çalışıyordu. Ben de ani bir refleksle geri dönüp elini tuttum.

- Çek len elini kıçımdan ne istiyorsun?
- Abi süngüm kayboldu da.
- Kıçımda mı arıyorsun?
- Yok be abi seninkinin numarasına bakıyordum.

Bir kaç saniyelik bu konuşmadan dolayı arkamı dönmek zorunda kalmıştım. Dönünce Şeref Asteğmen’le gözgöze geldik.

- Ne konuşuyorsun sen derken sağ eli de havaya kalkmıştı. Benim olduğumu görünce eli bir an havada kaldı. Sonra adeta yanağımı okşar gibi bir tokat attı. Koşarak geri dönüp. Yarım bıraktığı tekmili tamamladı.

Daha sonra dershaneye çekildim. Hakkari’li Nurettin’le Türkçe çalışıyorduk. Nurettin Türkçe bilmiyordu, ben ona Türkçe öğretecektim. Fakat çok inatçıydı Nurettin. Biliyordu ama bilmiyordu. O da uzun yıllar hapis yattıktan sonra askere alınanlardan. Yaşı kırklara dayanmış inatçı bir Kürt’tü Nurettin. Çat pat birkaç kelime biliyordu. Bildikleri de ona yetiyordu. Yeni şeyler öğrenmek istemiyordu.

- Bak Nurettin, anlattıklarımı anladığını biliyorum. Ama anlamadığını söylüyorsun hep. Ben de Kürtçe bilmiyorum. Nasıl anlaşacağız? İstersen sen bana Kürtçe öğret.
- Vallah olir komutan?
- Ben komutan değil. Ali Rıza
- Tamam komutan.

Ders böyle devam eder giderken birden içeriye Şeref Asteğmen girdi. Ayağa kalkıp tekmile niyetlenmişken, tamam tamam Ali Rıza oturun dedi.

- Nasılsın Nurettin, Türkçe öğreniyor musun?
- He komutan.
- Bak Ali Rıza, sabah o tokat hiç istemeden oldu. Sen olduğunu bilmiyordum.
- Ziyanı yok komutanım, ben anladım zaten üzmeyin kendinizi. Ben unuttum bile.
- Hay Allah bu askerlik işte…

Sonra söylene söylene çıkıp gitti dershaneden. Böyle bir insandı işte. Biz Nurettin’le kaldığımız yerden devam ettik.

Kışı yarılamıştık. Mart gelmişti. Batısında memleketin kazma kürek yaktıran Mart doğusunda bembeyaz kar örtüsü altında eksi 20- 30’larda seyrediyordu. Nisan’da izine gideceğim kesinleşti. 20 gün iznimi kullanacaktım. Bir kaç gün de yol izini verirse bölük komutanı, üç haftadan bir kaç gün fazla İzmir’de olacaktım. Hasret giderecektim ailemle. Yaman burnumda tütüyordu. Kimbilir belki de birileriyle görüşebilme fırsatım bile olabilirdi.

Nisanı bekliyorum

Tohuma durmuş buğday gibi umutlu
Nisanı bekliyorum
Bahar geldi diye erken açan
Deli badem gibi heyecanlı
Nisanı bekliyorum
Bazan yorgun
Bazan çocuksu
Bazan 18 lik delikanlı gibi ateşli.

Şubat 1986



Artık Nisan‘a günler kalmıştı. Gözlerimi Palandökene dikmiş, uzun uzun beyaz heybetine dalıp gidiyordum Palandökenin.
On beş günde aşacağım bu duvarları, tel örgüleri.
İnatçı ve heybetli Palandökeni.
Ve sonra kilometreleri sayacağım.
Dört numaralı koltuğunda otobüsün.
Belkahve’den İzmir‘e bakacağım
Merhaba canlarım, dostlarım,
He hey be he hey
Göğsümün kafesini zorluyor kalbim
Merhaba kavgamın şehri
Gavur İzmir’im.

22 Mart 1986 - Dumlu


Ali Rıza ÜLEÇ

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.