Operatör (2. Bölüm)

10 Ocak 2012 21:30 / 2044 kez okundu!

 



Bölükte benim gibi yaşlı arkadaslar da var. Kısa dönem sekiz aylık asker olanlar da var, torpilliler de var. Yurt dışında olup kısa dönemden faydalanmak isteyenler de.

Bölük takımlara ayrıldı. Eğitimlere başlandı. Yemin edene kadar kiraz ağaçlarının başında nöbet tuttuk. Bu arada tabur komutanın geçmişi dillere düşmeye başladı. Kıbrıs'ta çok sayıda muhabere askeri, piyade eğitimleri zayıf olduğu için telef olmuşlardı. Bu nedenle ordu işi sıkı tutuyor, piyade dışındaki birliklerin piyade eğitimini ciddiye alıyordu.

Şans işte. Piyade eğitimi de görecektik ekstradan. Kısa zaman sonra herkesin meslekleri sorulmaya başladığında, boyacı olduğumu söyleyince beni ayırdılar.

Alay komutanlığının karşısına bir kamelya yaptırmış alay komutanı. Kamelyanın etrafında su kanalları. Kanalları dolaşan su, motarlarla 4-5 metre yükseğe pompalanıyor ve adeta bir şelale gibi bir metre kadar yüksek bir duvar üzerinden tekrar kanallara akıyor. Minik bir şelale yani. Şelalenin arkasındaki duvara yerde duran bir taş çıplak olarak oturararak yıkanan Brigitte Bardot´un yağlı boya resmi yapılacak. Kamelya ahşap. Kamelyanın boyanması ve Brigitte Bardot´nun yağlı boya resminin yapılacağı zeminin hazırlanması bana ait. Resmi de karargah bölüğünden bir ressam çizecek.

Kamelyanın açılışına yetişememiştim. Kanallardan pompalanan suyun şelale gibi yüksekçe bir duvardan akışı ve B.B usta bir ressamın fırçasından şelalenin altına resmedilen çıplak resmini görebilmiştim. İhtişamlı bir kamelya inşa etmiştik alay komutanlığının karşısına.

Öyle sanıyorum ki kısa dönem askerlik yaptığı için, benim yaşlarımda ya da aramızda bir kaç yaş olduğundan tanışmış olmalıyız Ç.Ü ile. Yani bölüğün ihtiyarlarından olduğumuzdan dolayı bir tanışma, düşüncelerimizle de yakınlaşmış olmamız mümkün.

Ç.Ü'yü hatırlıyor olmamın nedeni onunla birlikte geçirdiğimiz bir çarşı izni. Evet, bir pazar günü çarşı iznine birlikte çıkmaya karar veriyoruz.

Nizamiyeden ayrılınca doğrudan Ç‘nin Çankaya‘daki evlerine gidiyoruz. Evde kimse yok. Ç. evde babasının havacı olduğunu ve Kıbrıs çıkarmasında da filo komutanı olduğunu anlatıyor. Bir yandan da mutfakta masayı hazırlıyoruz birllikte. Kıbrıs çıkarmasında yanlışlıkla jetlerimizin bir gemimizi nasıl batırdığını anlatıyor. Bu yüzden de babasını emekliye ayırmışlar. Sahanda yumurta yapıyor Ç. çift kulplu küçük tavalarda. Herkesin tavası ayrı. Nedense tavalar detayları ile aklımda kalmışlar. Bir de babasının kitaplığı. Büyük bir kitaplıktı. Hitlerin Kavgam kitabı çarpıyor gözüme.

-Aaa bu ne arıyor burada, diyorum.
-Babamın diyor Çağatay. Sonra takılıyor, sen şimdi babama faşist dersin…
-Neden derim diye soruyorum.
-Beni tanımadığını düşünüyorum.
-Sendikacısın ya. Solcusundur...
-Sen nesin?
-Sana çok uzak değil diyor.

Sessizce düşüncelere dalıyorum…

Beni niye evine getirdi ve babası ile ilgili bilgi veriyor bana? Neden benimle kahvaltı etmek istesin. Hadi istedi, bir başka yerde de kahvaltı edebilirdik. Ben bu sorularla düşüncelere dalmışken; hadi hadi çok takılma sana uzak değilim. dedi Ç.
-Yakın değilsin yani?
-Hadi hadi boş ver şimdi bunları zaten zamanımız az. Kahvaltımızı edip çıkalım hemen.

Hatırladığım kadarı ile sonra beni folklao derneği gibi bir yere götürmüştü Ç. Nedense rahatlamış hatta ısınmıştım Ç‘ye.

Operatör Çavuş talimgah bölüğünde fazla kalmadığım için Ç‘yi bir daha görmedim

Hemen hemen, temel eğitimlerin ve nöbetlerin dışında acemi eğitimimi yağlı boyacılık yaparak kamelya inşaatında geçirdim. Hemen hemen diyorum çünkü onbaşı pırpırlarının takılmasından kısa bir süre önce bir öğle yemeğinde yazıcı;

-Ali Riza Üleç techizatını topla ve yemekten sonra yazıhaneye gel.

Beklenen dosyam gelmişti demek . Beni telli tabura telefon bölüğüne sürgün ediyorlar. Sakıncalılığım belgelerle resmileşiyor. Sakıncalı Muhabereyim artık.


***

-Ooooooo Operatör... Bölüğümüze hoşgeldiniz efendim. Sizi böyle bizim takıma alalım.

Oparatör, telli tabur telefon bölüğünde yeni lakabım oluyor. 1. Operatör çavuş talimgah bölüğünden sürgün geldiğim için takım komutanı adını hatırlayamadığım asteğmen bana böyle hitap etmeyi uygun gördü herhalde. Acemilik bitene kadar da takıldı hep.

-Sen akıllı adamsın. Kim bilir ne haltlar karıştırdın, kaç cesedin kaç bombalama, kaç yaralama var sicilinde ki seni buraya sürdüler. Seni neden çavuş yapmadılar operatör?..

Anlamakta zorluk çekmiş olsam da sonunda asteğmeni anlamış olmak aslında beni biraz rahatlatıyor;

-İki cesedim var komutanım....

Kahkahayı basıyor;

-Hah şöyle açıl bakalım biraz. Sıkılma operatör. Biz bizeyiz burada.

Bu da ne demek şimdi. Kime ne kadar ve de nasıl güveneceksin. Oğlum operatör sen yine bildiğin gibi takıl diye karar veriyorum.

Sürgün gittiğim telefon bölüğünde de işler hep ters gitti. Sevgili eşim Döne ve sevgili oğlum Yaman’ın askere geldiğimden beri beni ziyarete gelecekleri ilk hafta sonuydu.

Bir önceki pazar günü bölük komutanının (Teğmen Ali...) alay nöbetçi amiri olduğu bir hafta sonunda, kendi mıntıkaları dışında dolaşan bir grup askeri, süründürerek cezalandırıyor. Bu askerler içinde de muhabere okul komutanının bir yakını varmış. Süründürme olayı şikayet konusu olmuş. Bu nedenden dolayı da bölük cumartesi ve pazar günleri eğitim cezası almış. Daha doğrusu ceza bölük komutanı Teğmen Ali'ye kesiliyor ama cezayı bölükle birlikte çekiyor. Olan bizim aile ile görüşmemize oluyor. Nasıl yapsam, nasıl etsem de ben şimdi eğitim sırasında görüşme için izin alsam. Zaten sürgün gelmişim, bir de üstüne üstlük bölük cezalı, hay Allahhh ne aksilik. Ben en iyisi bizim dalgacı asteğemene durumu anlatayım, anlarsa halimden o anlar.

-Oooo Operatör biz burada güneş altında kavrulalım, Oparatör karısı ve çocuğunu görecek ha. Haa haaa...
-Valla oparatör ne desem şimdi. Kaç cesedin var söyle bir şeyler yapalım.
-Valla komutanım var beş-altı tane ama galiba sonuncusu da siz olacaksınız.
Vay tehdit ha, sevdim be Operatör seni. Tamam, ben bölük komutanıyla konuşurum diyor, ama hani dalgacı ya bizim astek, bir türlü inanamıyorum işte.

Bizimkiler çoktan gelmiş aramaya başlamışlarmış. Sürgünden haberleri olmadığı için beni eski bölük adresinden arıyorlar. Bulamayınca telaşlanmışlar. Bizim dalgacı da sabahtan bir şey anlatamamış. Tam yemek arası verildiğinde geldi, hadi teğmen seni bekliyor, git derdini anlat dedi.

Teğmen Ali kendine bir gölgelik bulmuş oradan eğitimi idare ediyor. Bölük güneş altında anası ağlıyor. Sıcak hem de nasıl sıcak Mamak yanıyor sanki...

Durumu olduğu gibi teğmene anlatıyorum ve yemek arası dahil bana iki saat izin veriyor.

-Bak duyulursa bir hafta sonu daha buradayız ona göre daha fazla ısrar etme sadece iki saat. Dönünce bana tekmil verecen, haberim olsun tamam mı?
-Emredersin komutanım...

Ailemi üç aydır yeni görüyordum. Yaman’ı çok özlemiştim. Nasıl da büyüyüvermiş üç ayda. Eğitimler beni iyice zayıflatmıştı. Oldukça kilo vermiştim zaten. Gözaltındayken kuşa çevirmişlerdi. Dayanıyorduk işte, serde iman gücü olunca.

Toplam üç aylık olan acemi birliği süresinin, yaklaşık son bir ayını telofon bölüğünde geçiriyorum. Benim için oldukça zor olan bu sürecin, beni en çok sarsan olayı bir öğle yemeği paydosu sırasında geçti.

Ağustos ayının son günleriydi sanıyorum. Bölük barakadan yemekhanenin önüne geldiğinde, yemek saatine kadar kısa bir ara vardı. O arada dinleniyor ve izin verilince de birer sigara tüttürebiliyorduk. Ben bir yandan arkadaşla sohbet ederken, bir kaç dakika sonra sigara içmemize izin vereceklerini de düşünerek sigaramı çıkarıp ağzımda hazır tutuyorum. Birden bir ses;

-Operatör buraya gel,

Sese doğru dönüyorum. Çağıran benden sadece üç ay kıdemli Karadenizli bir asker. Rütbesiz bir er yani. Komutu tekrarlayarak;

-Buraya yanıma gel!

Serbest olarak dolaştığımız alan yemekhanelerin bulunduğu yerden yarım metre kadar alçaktaydı. Yanına yaklaşıyorum.

-Hayırdır bir şey mi var?
-Emret komutanım diyeceksin. Sen kendini ne sanıyorsun. Emir vermeden neden yaktın sigaranı?
-Hayır yakmadım.
-Ben yalan mı söylüyorum? Sigara ağzında değil miydi?
-Evet ağzımdaydı ama yakmamıştım.

Birden bir tokat şaklıyor suratımda, ama ne tokat. Yarım metre yüksekten var gücüyle patlatıyor Karadenizli. Hadi şimdi içebilirsin diye bir de izin veriyor....

Sinirimden dudaklarımı kanatarak bir köşeye gidip hüngür hüngür ağlıyorum. Sinirlerim öylesine boşalmıştı ki, hıçkırıyorum adeta.

Bir asker yanaşıyor ve ne olduğunu soruyor. Ben de olayı anlatıyorum olduğu gibi.

O gece çok kötü şeyler olmuş. Bizim astek nasıl öğrenmişse Denizlili bir çavuşa aktarıyor olayı. Çavuş yanında daha bir kaç çavuş ve erle Karadenizliyi akşam bir güzel benzetiyorlar. Sonra da benim yanıma koğuşa gelerek, bundan sonra bir sorunum olursa falanca çavuşu görmemi söyleyip gidiyorlar. Bir daha da görmedim onları. Fakat zaten geriye kalan bir iki hafta da geçti ve dağıtım zamanı geldi çattı.

Sevgili asteğmenim benimle yine dalga geçmeye başlıyor.

-Operatör senin dağıtımın Erzurum’a çıktı. Seni doğrudan yanında iki jandarmayla usta birliğine götürecekler. Ama ne zaman bilmiyorum.

Bölükte gerçekten de bir ben kalıyorum dağıtımı olmayan. Oldukça sıkıntılıyım. Gerçekten de doğrudan Erzurum’a götürürlerse kötü olacak. İşte ilk defa o zaman askere gittiğime pişman oldum.

Sorgu hakimi sana çek git, arkadaşların hep Avrupa’ya gitti diyerek yol göstermedi mi, çek git işte. Şimdi bunları çek bakalım diye kendi kendime söyleniyorum.

Bir hafta sonu taburda dolaşırken Fethi asteğmeni görüyorum 1. Operatör bölüğünden.

-Ne o Ali Rıza sen daha buralarda mısın, diye sorunca anlatıyorum.
-Tabii ya diyor, sakıncalı olduğumu hatırlıyor. Daha sonra da bana iki asteğmen ismi veriyor. Sedat ve Erol. Her ikisi de gayrımüslüm oldukları için Erzurum Dumlu'ya sürgün edilmişler. Onları bulmamı ve kendisinin selamını söylememi tembihliyor bana.
-Onlar sana yardımcı olacaklardır. Sedat ziraat mühendisi, Erol ise elektronik mühendisidir. İkisi de çok iyi insanlardır. Benim devre arkadaşlarım. Fethi asteğmense Ankara’da 1.operatör çavuş talimgah bölüğünde kalıyor.

Normal dağıtımlar bittikten bir hafta kadar sonra benim dağıtımım da resmen geliyor.

Dağıtım iznine gönderiyorlar. Yani refakatsiz Erzurum’a gideceğim. Daha da önemlisi on gün İzmir’de kalacağım. Bu benim için oldukça önemliydi. Bana doğrusu hiç beklemediğim büyük bir kıyak yapıyorlar.

Adını hala hatırlayamadığım dalgacı asteğmenle dostça sıcak bir vedalaşmadan sonra dağıtım iznimi geçirmek üzere Bornava’ya gidiyorum. Bornova’ya varır varmaz, Yaman ve Döne ile beraber Mordoğana’a gidiyoruz. Deniz ve ailem bana iyi geliyor. Sanki biraz moral depolamış gibi oluyorum. Ne olduğunu anlayamadığım doğrusu ya hatırlayamadığım bir nedenden dolayı kırık ayrılıyoruz Döne ile. Erzurum’a gidiyorum ve biz bir şeyin kavgasını yapıyoruz ama neyin bilemiyorum. Döne kendini bekleyen zorlukları düşününce huzursuzlanıyordu sanıyorum. Kolay bir şey değildi bizim durumumuzda. Ancak yalnızca da biz değildik bu zorlukları yaşayan. Bizden beterleri de vardı. Dayanmak gerekiyordu. Biribirimize inanmak destek olmak gerekiyordu. Kendimizden başka kimsemizde yoktu...


***

Yetmişli yılların başındaydı sanıyorum. Çınarlı Meslek Lisesinin ikinci sınıfındaydık herhalde. Sınıf arkadaşım Ercan Ulucan’ın abisinin tayini Erzurum Karayazı’ya çıkmış. Ercan ve ben kamyonla abisinin eşyalarını götürmüştük Karayazı’ya. Doğu Anadolu’ya ilk gidişim bu nedenle olmuştu. Çok merak ediyor ve çok gitmek istiyordum. Vesile oldu. Burada biraz askerlik anılarıma ara vererek Karayazı’yı anlatmak istiyorum.

70 saati aşkın bir yolculuktan sonra Karayazı’ya vardığımızda arkadaşın abisi daha gelmemişti. 70 saat kamyonla kamyonet arası büyülükte bir araçla yollardaydık. İlk defa bu kadar uzun bir yolculuk yapıyordum. Kıçımın üstüne oturamaz olmuştum. Erzurum'a girince nihayet geldik demiştim ki daha en az yedi saat yolumuz olduğunu söyledi şöför. Hatırladığım kadarıyla arkadaşın abisi yeni evlenmişti ve balayındaydılar. Biz önden gidecektik, onlar da arkadan geleceklerdi. Yedi saatlik uzun ve zor bir yolculuktan sonra Karayazı’ya varıyoruz. Doğruca jandarma karakoluna gidiyoruz.

Askerler bizi çok sıcak karşılıyorlar. Eşyaları lojman olarak kullanılacak eve yerleştiriyorlar. Ve biz günümüzün büyük bölümünü karakolda geçiriyoruz. Ercan’ın abisi gelince biz Malazgirt’e liseyi terk eden bir arkadaşımıza asker ziyareti yapacağız.

Karayazı ile ilgili olarak anlatmak istediğim, hala hiç unutamadığım yaralı bir çocuğun karakola getirilişiyle başlayan gelişmeler. Çocuk kolundan vurulmuş. Dom dom kurşunu diyor askerler. Kurşun koldan çıkarken çocuğun kolunu parçalamış adeta. Dehşet bir görüntüydü. Ovada ot yüzünden bir çatışma çıkmış. Çocuk da çatışma sırasında yaralanmış. O gece, galiba çatışmayla ilgili olduğunu düşündükleri birisini getirdiler askerler. Ve ben ilk defa o gece sabaha kadar işkence seslerini dinlemek zorunda kalmıştım. Girip çıkan askerler;

-Biliyor ama söylemiyor orospu çocuğu, domuz gibi inatçı.

Bir başka asker;

Komutan gelmeden bu işi bitirmemiz lazım...

“Komutan” geldiğinde sorun hala bitmemişti. Arkadaşın abisi askerlere ya da herhalde daha düşük rütbeli biri daha vardı, ona çok kızmıştı onu hatırlıyorum. Neden biz karokaldayken, gözaltında tuttukları insanlara dayak atmışlardı? Bizi neden karakoldan uzaklaştırmamışlardı?

Karayazı’dan aklımda kalan dom dom kurşunu ve kolu yaralı bir çocuk, nezarette dayaktan sabaha kadar inleyen 25-30 yaşlarında bir köylü genç. Ve biz iki liseli işkencenin şahidiydik...


***


İzmir - Erzurum arası yaklaşık 1600 kilometre. Otobüsler 302 Mercedes. 24-30 saat arası varıyorlar Erzurum’a. Bu kadar uzun ikinci yolculuğum. Düşüncelerimle, sorunlarımla başbaşa bir yolculuk yapıyorum. Çok konuşkan bir insan değilim zaten, illegal yaşam bir yanıyla da beni suskun, içine kapanık biri yaptı. Her konuştuğumda yalan söylemek zorunda kalıyor olmaktan belki. Ya da belki de beni en iyi ben anladığım için kendimle yolculuk yapıyordum. Otobüs Erzurum’a gidiyordu ama, içinde ben, ara ara hep geçmişime gidiyordum. Parti sorunlarıyla boğuşuyordum. Sanki tek başıma çözebilecekmişim gibi. Diğer yandan da soğuk korkutuyordu beni. Eksi 20'lerden 30'lardan bahsediyorlardı. Dayanabilecek miydim? Neden bağ kurmamışlardı benimle, neden arayıp sormuyorlardı? Çoluk çocuk ne olacaktı, kim bakacaktı onlara? Evet anlıyordum sanki yavaş yavaş Döne’yi. Bütün bunları sanki çekmek istemiyormuş da ama zorunluymuş gibi dayanıyordu. Haksız da sayılmazdı.

Ah bu deli sevda. Ne acılara bedeldin sen...

Sorular ve sorunlarla dağlar tepeler ovalar aştık. Nehirlerin üzerinden demiryollarına paralel yol aldık bir zaman. Doğa, yalnızca doğa vardı bütün yol boyunca. Vahşi bir doğa, Ne var ki doğa, bazen bu vahşiliğin içinden öyle harikalar ile size gülüyor ki, hayran olmamak elde değil. Birden içinizden ben bu memleketi seviyorum diye haykırmak geliyor.

Bir öğle üzeri Erzurum’ a varıyorum. Dumlu’ya nasıl gidebileceğimi soruyorum, söylüyorlar. Bana Dumlu otobüs durağını gösteren vatandaş; otobüsün kalkmasına daha yarım saatten fazla bir zaman olduğunu, istersem gösterdiği kahvehanede bekleyebileceğimi söylüyor. Ben de bir çay içmek üzere kahvehaneye gidiyorum. Garsona bir çay söylüyorum. Garson çayı getiriyor, getiriyor getirmesine de sadece bir bardak çay, masanın ortasında kase içinde şekerler. Bardağa bir şeker atıyorum. Şekerin iriliği ve sertliği tuhaf gelse de aldırış etmiyorum. Kaşık, kaşık yok, getirmemiş garson. Garsondan bir kaşık rica ediyorum. İşte tam o zaman adeta bütün yüzler bana dönüyor.

-Sen yabancı mısın arkadaş diye soruyor içlerinden biri.
-Evet, ben İzmir’liyim. Askerim. Dumlu’ya gideceğim, dağıtım oraya çıktı da.
-Herkes yeniden normalleşiyor. Garson;
-Arkadaş, diyor bana dönerek ve elini masaya dayayarak “burada çaylar kıtlama içilir, kaşık kullanmayız biz” diyor.

Hatırlıyorum kıtlamanın ne olduğunu. Bir çok Kürt arkadaşım ve de yoldaşım kıtlama içerlerdi.

Tamam o zaman ben de öyle içerim diyerek ağzıma bir şeker atıyorum. Çay bal gibi olmuş. Bir koca şeker bardakta, bir koca şeker ağzımda. Beni dikkatle izleyen ellili yaşlarda bir adam gülerek masama geliyor.

-Şerbet oldu değil mi? diyerek sağ elinin baş ve işaret parmakları arasına yerleştirdiği çay tabağını kenarıya çekerek garsona;
-Bize iki çay getir bakalım kardaş, İzmirliyle kıtlayalım.

Çaylar geliyor. Çaylarla beraber oradan buradan muhabbetle gitme vakti de geldi.

Dostça vedalışıyorum bütün kahveyle. Kahveden çıktığımda sanki bir iş başarmışım gibi kabardığımı hatırlıyorum. Rahatlamıştım, Erzurum’da bu başlangıç iyi geldi. Haydi hayırlısı bakalım.

Dumlu.


Ali Rıza ÜLEÇ

24.12.2011, Almanya

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.