Düşen bir davanın altında kalanlar…

09 Aralık 2010 17:31 / 1606 kez okundu!

 


Zaman nasıl aşınır bilemiyorum. Aşındı diyorsak bu insana özgü bir tanımlama olsa gerek. Yani zamanı aşındıran biziz.

Başbakanla Büyükanıt arasında yapılan Dolmabahçe görüşmelerinin içeriği gizlenince; daha o zamandan bir uzlaşma sağlandığı izlenimleri siyasi çevrelerde oldukça güç kazanmıştı.

Güçlü bir muhalefet hele de sol muhalefetin olmadığı bir değişim süreci yaşıyor Türkiye. Kimi zaman sert çatışmaların yaşandığı bir uzlaşma sürecinin içinde olduğumuz anlaşılıyor. Türkiye değişiyor, bu doğru. Ama bu değişim geçmişin karanlık faili meçhul cinayetlerinin kirliliğini maalesef yeterince temizlemiyor. Eksik kalan bir taraf var ve hep eksik kalacak gibi görünüyor. Sanki hangi cinayetlerin aydınlatılacağı üzerine de bir uzlaşma var gibi. Ya da hukuk öylesine bir işgal altında ki, kör topal bir değişime bile korkunç bir direnç gösteriliyor. İşte tam da burada solun ve özellikle de işçi hareketinin, demokratik-sendikal hareketin eksikliğini vicdanlarımız sızlayarak, canımız acıyarak yaşıyoruz.

Kemal Türkler davası zaman aşımına uğramış. Zaman nasıl aşınır. Zaman kendi bildiğince akıp gidiyor ve bundan sonra da akıp gidecek. Zaman içinde biz çıkarlarımızdan yana neler yaptık. Akıp giden zamana nasıl müdahil olabildik. Başta DİSK olmak üzere, bütün sendikalar Kemal Türkler’in katillerinin yakalanabilmesi ve yargılanabilmesi için ne yaptılar, dönüp kendilerine bir sormalılar. 1 Mayıs kabadayıları nerelerde? Sormak lazım gelmez mi? 30 yıldır bir saatliğine bile olsa fabrikalarda Kemal Türkler’in katillerinin bulunabilmesi için hiç üretim durduruldu mu? Oysa o Kemal Türkler “Biz güçlüyüz. Gelecek bizim ellerimizde. Çünkü üretim bizim ellerizde” dememiş miydi? DİSK’in başına çöreklenmiş sendikacıların kollarını bağlayarak seyrede geldikleri sendikasızlaştırma süreci içinde sınıf sendikacılığı yok edilirken, 1 Mayıs kabadayılıklarının ne anlamı kaldı Allah aşkınıza?

Ben, komünist bir işçi olarak çok ama çok etkileniyordum Kemal Türkler’den. Onu çok seviyordum.

O‘ndan sonra ne Maden-İş, ne DİSK sıralarından başka bir Kemal Türkler yetiştiremedi işçi sınıfı ne yazık ki.

Şimdi dava düştü. Ve biz hepimiz en başta komünistim diyen, kendini proleter sayan, sosyalist demokrat ve hatta sadece çıkarları için sınıf sendikacılığı saflarına katılmış bütün işçiler bu davanın ne yazık ki altında kaldık. Şimdi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidilebilinir. Orada devlet suçlu da bulunabilir ve Türkiye tazminata mahkum da edilebilir. Hiç bir şey ama hiç bir şey vicdanlarımızı rahatlatamayacaktır. Asıl, zaman bizi suçlu bulacaktır. Biz bu davanın sahibi olamadık. Genel başkanını korumasını beceremeyen bir sendikal hareket, bir sınıf içinde kimileri şimdi kolay yoldan hükümeti topa tutan yaklaşımlar da bulunabilirler. “Hey! “Yetmez ama evet”çiler, buyrun buradan yakın” da diyebilirler. Bu onların vicdanlarını rahatlatmayacaktır. Çünkü onlar da geçen otuz yılın vebalini taşımaktadırlar.

Şimdi canımız 30 yıl sonra bir daha yanarken birbirimizin canını yakmaktan kaçınarak, en azından bütün bir yaşamını sınıfının çıkarları uğruna mücadele eden bir sendika liderinin anısına saygıdan bunu yapmayalım. Her şeyi, özellikle de içinden geçtiğimiz süreci anlamaya çalışalım. Neden? Neden sendikal hareket gelişemiyor. Neden işçi sınıfı elindeki üretim silahını kullanamıyor. Küreselleşen sermayeye karşı artık tek tek işyerlerindeki direnişlerin, grevlerin etkisi ne kadar olacaktır. Küçümsemiyorum. Mücadele sonucu alınacak her kazanım ya da irili ufaklı her hak mücadelesinin kendisinin çalışanların mücadele yeteneğine katkı yapacağını bilerek söylüyorum… Bu irili ufaklı direniş ve mücadeleler iş kolları düzeyine, genel grev yapabilecek yetenekliliğe yükseltilemedikçe işçi sınıfını daha da ağır geleceğin beklediğini söylemek kehanet olmayacaktır. Bu düşüncelerimi işçi hareketlerinin, sendikaların en güçlü olduğu Almanya’dan yazıyorum. Hani biraz çabalasam sendikaların sefaleti diye bir kitap yazacak kadar deneyim yaşamış bir işçi olarak yazıyorum. Artık o 35 saatlik iş haftası için canını dişine takarak mücadele eden Alman İşçi sınıfı sendikaları, hiç direniş göstermeden 40 saatlik haftalık çalışma sürelerinin altına üyelerine bile danışmadan imzalar atıyor. Kiralık işçi çalıştıran firmalarla işçiler adına kölelik sözleşmeleri imzalıyor. Artık yeni ve ileri haklar talep eden bir sınıfsal hareket yok karşımızda. Bu anlamda da toplumu yenileştirecek dönüştürecek ilerletecek yeteneğini kaybediyor. Kuşkusuz üretim süreci içindeki değişen yeri de bu süreci tetikliyor.

Kendi liderini katleden katillerin bulunup, adalet önünde hesap vermeleri için gerekeni yapmak yeteneğini gösteremeyen bir sınıf nasıl demokrasi mücadelesine öncülük edecek. İşte size zaman. Şimdi yapılması gereken ülke çapında adalet için üretim silahını tetiklemek değil midir?

Zamanı aşındıran aslında biziz, kendimiz. Yapılması gerekeni yapılması gereken zamanda yapmayarak…

Katilerin ellerindeki kanlarını yıkamak için su döküyoruz. Suçluyu başka yerde aramayalım o suçlu biziz, biz kendimiz.

En azından masum değiliz hiç birimiz…


Ali Rıza Üleç

02.12.2010 - Almanya

Son Güncelleme Tarihi: 10 Aralık 2010 13:36

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.