Abbas Güçlü'ye Açık Mektup

20 Şubat 2007 19:26  

 

Abbas Güçlü'ye Açık Mektup

Türkiye’deki egemen basının kronik hastalığı olan sansasyon bağımlılığından
sizin de bağışık olmadığınız anlaşılıyor yazınızın başlığı olmasını tercih
ettiğiniz sorudan. rektörler konusunda yargıda bulunmayacağım ancak, Küba
devlet başkanı Fidel Castro'nun “kim daha diktatör?” sorusuna iki seçenekten
biri olarak tarafınızca sunulmuş olması ya bilgi eksikliğinin ya da niyet
bozukluğunun ürünü olabilir. sizin durumunuzun hangisine daha yakın olduğunu
tartışmayacağım.



Sayın Güçlü, madem böyle bir soru ortaya atmak yoluyla okurlarınızı
skandalize ederek ilgi topladınız, o vakit şu sorulara da yanıt
vermelisiniz.



Kimdir bir diktatör? Bir önder ile bir diktatörü ayırmak bu kadar zor mudur?
ülkesine uzun süre hizmet veren bütün liderler diktatör müdür? Fidel'e dair
uzun süre iktidarda kalması dışında her hangi bir bilgiye sahip misiniz? Bir
ülkede halkın yüzde 99'unun açık ve meşru oy desteğine sahip bir devlet
başkanına “diktatör” sıfatıyla hakaret etmenin en azından ahlak dışı bir
davranış olduğunun farkında değilseniz, sizi bu pervasızlığın rahatlık
tuzağına düşüren nedir?



Fidel Castro'ya yönelik “diktatörlük” suçlaması bir eski ve ahlaksız bir
ABD/CIA argümanıdır. ABD resmi belgelerince defalarca ortaya çıkmıştır ki,
CIA'in Fidel'e yönelik gizli planları içinde iki yöntem hep birlikte var
olmuştur: suikast girişimleri ve politik suçlamalar.



Ama ben öncelikle ve iyi niyetle bilgi eksikliğinizi gidermek isterim. Fidel
Castro, halkının büyük bir sevgisini kazanmış, bütün Kübalıların kendi
ailelerinden biri olarak gördüğü, dolayısıyla ön adıyla sadece Fidel olarak
çağırdığı, halkına muazzam hizmetleri dokunmuş büyük bir önderdir. 80
yaşında hala dinç ve zinde bir zeka ile halkına “başkanlık” değil, liderlik
etmektedir.



Küba'nın halihazırda yürürlükte olan anayasası 1976 yılında halkın yüzde
95'inin olumlu oy verdiği bir referandum ile benimsendi. Bu anayasaya göre
devlet başkanlığı dönemi beş yıldır ve Fidel Castro bu görevi 1976 yılından
2006 yılına kadar sürdürmüştür. Fidel Castro yaşadığımız çağın hiç kuşkusuz
olağanüstü derecede devrimci, kararlı ve yaratıcı önderi ve siyaset adamıdır
ve Küba halkının onu bu süre boyunca devlet başkanı olarak görmek istemesi
kuşkusuz son derece doğaldır.



Diktatörlük ile itham ettiğiniz Fidel Castro, her şeyden önce Küba
parlamentosunda bir milletvekilidir ve Küba anayasası gereğince, bütün
milletvekilleri gibi her an halk tarafından geri çağrılabilir. Ayrıca, bütün
milletvekilleri gibi her altı ayda en az bir kez seçim bölgesinde halka
rapor sunmak zorundadır. Küba'nın şu an da dünya üzerindeki en katılımcı
demokrasiye sahip uluslarından biridir. Bunu uzun uzadıya anlatmak bu
mektubun sınırlarını aşar, ama ben size şu kadarını yazmak isterim.



Küba halkı dünyanın en örgütlü halklarından biridir. Her kamu alanını o
alanda yaşamını paylaşan halk kesimlerinin kitle örgütleri tarafından
yönetilir. karar alma süreçlerinde yer almak kütle örgütlerine Küba
anayasası tarafından tanınmış bir haktır. Kübalı işçiler sendikalara üye
olmak zorunda değillerdir, ama hepsinin hiçbir külfet ya da ayrıcalık sahibi
olmadan sendikaya üye olmaya; sendikalı olsunlar olmasınlar işçi genel
kurullarında oy kullanmaya hakları vardır. Küba'da aktif nüfusun yüzde 98'i
ülkenin 19 sendikasından birine üyedir. Her hangi bir devlet kurumuna bağlı
olmayan bu sendikalar “işçi parlamentoları” tarafından yönetilir. İşçi
sendikalarının yanı sıra, bütün sosyal, kültürel, mesleki ve mahalli
düzeylerde kitle örgütlenmeleri vardır: ulusal küçük çiftçiler birliği, Küba
kadın federasyonu, üniversite öğrenciler federasyonu, ortaöğretim
öğrencileri federasyonu gibi.



İşte Küba'da seçimler para babalarının medya kampanyalarına değil, bu
örgütler üzerine kuruludur. Bu kağıt üzerinde hiçbir anlam ifade etmediğini
kendi ülkemizden pekala bildiğimiz “kanun önünde eşitlik” ilkesini gerçek
eşitliğe dönüştüren büyük bir katılımcı mekanizmadır. Bir işyerindeki
ayrıcalıksız bir işçi kendi mesai arkadaşları tarafından belediye, eyalet ya
da ulusal meclis üyeliğine önerilebilir.



Halkın birliğini temsil eden Küba Komünist Partisi'ne gelince, bu
ülkemizdeki iktidar partilerinde görmeye alıştığımız bir seçim/rant partisi
değildir. Hiçbir düzeydeki pozisyona aday olmak için parti üyesi olmak koşul
değildir. Keza seçimlerde adayları da parti belirlemez, ya da onlardan
birini desteklemez. Adaylar halkın, kitle örgütlerinin önerdiği adaylardır,
partinin adayları değil. onun görevi halkın karar alma süreçlerine
katılımını teşvik etmektir. Kanun gereği, hükümetin oluşumuna ya da
tasarruflarına karışmaz ama Küba halkının çıkarlarının savunulması için
politik kampanyalar düzenler.



16 yaşını doldurmuş bütün insanlar seçimlerde oy kullanırlar.



En son 19 ocak 2003 tarihinde yapılan Küba parlamentosu seçiminde, Santiago
de Cuba eyaletinin başkentinde 7. bölgeden aday olan Fidel Castro
seçmenlerin yüzde 99.01'inin; yine aynı eyaletin Segundo Frente bölgesinden
aday olan Raul Castro ise seçmenlerin yüzde 99.75'nin oylarını aldılar. Bu
görkemli halk desteğinin kanıtı değilse, nedir?



Aynı seçimlerde kazanan 609 milletvekilinden yüzde 36'sının kadın, yüzde
33'nün siyahi, yüzde 25'inin mavi yakalı kol işçisi olduğunu da belki
ülkemizdeki durum ile kıyaslamak istersiniz diye belirteyim.



Fidel Castro işte bu parlamento tarafından devlet başkanlığına seçilmiştir.
Onun bir diktatör olmadığını ispat etmek takdir edersiniz ki, bu noktadan
sonra gereksizdir, zuldür. Sadece son bir noktaya açıklık getireceğim. 31
Temmuz 2006 tarihinde bir bağırsak ameliyatı geçirmek zorunda kalınca,
yetkilerini devlet başkan yardımcısına devrettiğinde “diktatörlük”
suçlamaları yine söz konusu olmuştu. Bu resmi ABD kampanyası, ülkemizde
ABD'ciliğin ruhlarına sirayet ettiği kimi kesimlerinde hemen benimsendiğini
de gördük maalesef. Bu nedenle, şu basit ve yalın gerçeği tekrarlamak
isterim.



Küba anayasası’nın 94. maddesi devlet başkanı’nın hastalık ya da vefatı
durumunda devlet başkan yardımcısı’nın yetkileri devralmasını öngörüyor.
Başkan Fidel Castro Ruz’nun geçireceği operasyon öncesinde, yetkilerini
kardeşine değil, başkan yardımcısı Raúl Castro’ya devrettiğinin bilinmesi
gerekiyor. Raul Castro da 1950’li yıllardan beri Küba halkına en ön safta,
en özverili biçimde hizmet eden önderlerden biridir.



Madem Türkiye ile karşılaştırdınız, sadece şunu hatırlatmalıyım: Fidel
Castro Küba'da hiçbir zaman ne “büyük” ne de “milli” bir “şef” olarak “ulu
önderlik” payesi ile anılmaya ihtiyaç duymamıştır. Adı küçücük bir sokağa
bile verilmemiştir, devlet dairelerinde resimleri duvarlara asılmamıştır, heykelleri meydanları doldurmamıştır.



Sayın Güçlü,



Yazınıza konu ettiğiniz Küba'nın mı daha sosyal bir devlet olduğu, yoksa
Türkiye'nin mi karşılaştırmasını yersiz bir şaka olarak görüyorum. Küba
devletinin halkına sunduğu görkemli sosyal hizmetler karşısında ülkemizdeki
muazzam yoksulluğu ve uzun süredir peşi sıra gelen bütün hükümetlerin sosyal
devlet düşmanlığını karşılaştırılabilir buluyorsanız şayet, bir mektuptan
daha fazlasına ihtiyacınız var demektir.



Ancak eğitim konusunda, programınıza katılan sayın rektörlerin pervasız
cehaletini eleştirmeden de geçemeyeceğim. Siz eğitim alanında programlar
yapan bir televizyoncu olarak Türkiye'nin eğitim sistemindeki çarpıklıkların
ve eksikliklerin herhalde farkındasınız. Ülkemizdeki eğitim sisteminin
temelinde sermaye egemenliği gibi büyük bir çarpıklık var, ancak benim
tartışmak istediğim bu değil.



İlgi çekici olan, Küba'nın öğrenciler tarafından örnek gösterilmesinden
sonra, yazınızdan anladığım kadarıyla, ODTÜ Rektörü Ural Akbulut ve KÜ
Rektörü Aşkar'ın pervasız tutumlarıdır.



Öncelikle ne maksatla ve ne zaman Küba'da bulunduğu anlaşılamayan Ural
Akbulut'un kendi ülkesini ya da üniversitesinin iyiliğini, güzelliğini,
başarılarını savunmak yerine Küba'ya yönelik bir dizi sığ ve temelsiz
eleştiride bulunması anlaşılamaz bir çaresizlik tablosudur. “Küba'da
kaldığını, Küba üniversitelerini yakından bildiğini, Castro'dan eğitim
bakanı'na kadar üst düzey yöneticilerle toplantılara katıldığını” iddia
etmesi hiçbir gerçekliği olmayan argümanlarına temel ve ciddiyet kazandırmak
için söylendiği, kendini belli ediyor. Oysa kendisine değil ama bir rektöre
yakışan, gidip gördüğü, en üst düzeyde temas ettiği bir durumu bilimsel/
nesnel verilerle çözümlemesi ve bütünsel ve açıklayıcı sonuçlar üretmesi
olmalıydı. “Küba'da içecek su yok, otobüs yok, hijyen yok” gibi suçlamalar
hem saçma hem de sığ iddialardır. Küba'da içecek su da vardır, otobüs de,
hijyende. Giden herkes bunu görebilir. ama gitmeye de gerek yoktur. Aklı
olan herkes, suyla bulaşan hastalıkların neredeyse hiç görülmediği, halk
sağlığı alanında her yıl uluslararası kuruluşların ödüllerini alan bir
ülkenin suyla ilgili hijyen sorunu olduğuna inanması için başka sorunları
olması gerekir.



Su demişken, kendisinin rektörlük yaptığı üniversitenin bulunduğu kent,
ülkemizin başkenti Ankara'nın su ve kanalizasyon sorunlarının farkındadır
umarım. Zira kendisinin pek çok meslektaşı gibi şebeke suyu kullanmadığından
eminim. Ama en azından üniversitesinin çevre mühendisliği bölümüne
danışabilir. Ankara'da özellikle son yıllarda artan bir biçimde kanalizasyon
karışan sulardan kaynaklı enfeksiyon salgınları yaşanıyor. 2007 yılında
Ankara'da, ülkenin başkentinde görülen bu salgınlar büyük bir skandaldır. bu
kentin en önemli üniversitesinin rektörünü Küba hakkında böyle sığ
argümanlar üretmeye iten bu çaresizlik olmalı, en iyimser yorumla. Değilse,
lisans ve yüksek lisans eğitimi boyunca söz konusu üniversitenin nasıl adım
adım ticarethaneleştirildiğine tanık olmuş biri olarak, Küba'da bütün
insanların erişimine açık, bütünüyle ücretsiz (sadece okul kayıtları değil,
defter, kitap, donanım, ulaşım, yemek, barınma da dahil olmak üzere) yaygın
ve kaliteli eğitim sistemini karalamaya çalışmak ülkesiyle gurur duymaktan
ziyade büyük bir ihaneti gizlemeye çalışmak olduğunu da iddia edebilirim.



Son olarak, bir başka noktaya değinmek istiyorum. Bizim Küba dostları
olarak, Küba'yı yüceltmek ve ülkemizi aşağılamak gibi bir amacımız
kesinlikle yoktur. Sizin programınızda Küba'yı örnek gösteren öğrenci
arkadaşların da böyle bir iması olmadığına eminim. Bizler Küba'daki insana
yakışır kazanımları görüyor ve bunlara kendi insanlarımızın da erişmesini
istiyoruz. Dolayısıyla Ural Akbulut'un Türkiye ile gurur duymayı
önermesinden çok daha samimi bir biçimde Türkiye'nin gurur duyulası bir ülke
haline gelmesini arzuluyoruz. Ancak bu gün yaşanan bu derin krizi görmemek
ve onunla gurur duymak ikiyüzlülük olabilir sadece.



Bu nedenle Koç Üniversitesi Rektörü Aşkar'ın “ille de Küba” diyen mastır öğrencisine,
"madem Küba üniversiteleri bu kadar iyi, yüksek lisansını İzmir Ekonomi
yerine Küba'da yapsaydın" demesini ibret verici buluyorum. Bu ülkenin
insanları daha iyisini, daha adilini isteme hakkına sahiptirler. Bu hakkına
sahip çıkan gençlerin karşısına “ya sev ya terk et” çağrışımlı bir
milliyetçi zihniyet ile çıkmak bir rektör için şizoyik bir durum olmalıydı.
Oysa sadece, liberal piyasacılığın, hep gözükmek istediğinin aksine dışlayıcı
bir milliyetçiğe ne kadar yakın olduğunu gösteriyor. Ülkemizin herhangi bir
üniversitesinin rektörünün öğrencilerine “beğenmiyorsanız gidin” demeye
hakkı yoktur. Ama ülkeyi daha ileri götürmek isteyenlerin ülkelerine,
üniversitelerine sahip çıkmaya hakları vardır. Hatta onların daha çok
hakları vardır.



Bir mektubun sınırlarını aşmamak için Küba'nın yüksek öğrenim sistemine dair
sadece küçük notlar ileteceğim, durumun “parlaklığını” ortaya koymak için:



• Ülke genelinde toplam 49 adet üniversite bulunmaktadır.



• 22.000 öğretim elemanının yüzde 20'si doktorasını yapmıştır.



• 1959'dan bu yana 635.000 kişi üniversitelerden mezun olmuştur.



• 120 farklı ülkeden, 16.000'den fazla yabancı öğrenci, Küba'nın üniversitelerinden mezun olmuştur .



• 2004 yılı itibariyle üniversitelerde öğrenim görmekte olan 125.000'den fazla öğrenci bulunmaktadır.



• Tüm yüksek öğrenim sistemi dahilinde on binlerce yabancı öğrenci bulunmaktadır. Bu öğrenciler bütünüyle ücretsiz olarak (ders materyalleri, barınma, ulaşım, yemek, giyim vs.) eğitim almaktadırlar.



• 300'den fazla master programı vardır.



• 140'dan fazla doktora programı vardır.



• Yüksek öğrenim bakanlığı'nca 35 bilimsel dergi yayınlanmaktadır.



• Yüksek öğrenim bakanlığı üniversitelerine bağlı 73 araştırma merkezi bulunmaktadır.



Son olarak, madem kıyaslanacaksa, Küba'nın önce yüzlerce yıl boyunca
İspanyol İmparatorluğu ardından 1959 devrimine kadar 60 yıl ABD emperyalizmi
tarafından her noktasından sömürülen, 11 milyon nüfuslu, mütevazı bir ada
olduğunu; Türkiye'nin ise övünmeyi pek sevdiğimiz bir imparatorluk mirasçısı, neredeyse yüz yıllık bir cumhuriyet olduğunu hatırlatmama izin verin. Bizim ülkemizde de Küba'daki gibi halkın çıkarlarına hizmet eden, halkın iktidarında, varın siz kıyaslayın bu ülkenin ne kadar ileri gidebileceğini.



Saygılarımla.



Tezcan Abay



Küba Dostluk Derneği


Yönetim Kurulu Başkanı



17 Şubat 2007, Ankara

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0